Daha iyi bir dünya için savaşacağım; yemin ederim!
"Temmuz 1789'da Bastille saldırısıyla büyük devrimin uvertürü başladığında, harekete, çok aktif müdahale eden, lehte ve aleyhte gözle görünür etkinlik kuranlar, gerek yüksek tabakalardan gerekse halktan kadınlardı. Fırsat doğan her yerde gerek iyiliklere, gerekse kötülüklere, aşırılıkla katıldılar... Schiller, 'o zaman kadınlar sırtlanlaşır korkuyla dalga geçerler' dizesini yazdı. Her şeye rağmen kadınlar o yıllarda o kadar çok kahramanlık, yüce gönüllülük ve hayranlık uy andına özveri yeteneği örneği gösterdiler ki, "büyük devrimde kadınlar üzerine tarafsız bir yazı yazmak onlara ışığı uzaktan görünen bir anıt sütun inşa etmek anlamına gelir" diye yazıyordu Bebel, büyük devrimden yaklaşık yüz yıl sonra. (A.Bebel, Kadın ve Sosyalizm, İnter yay. 1991, s.302)
Devrim, siyasal olarak güçlenmekte olan ve feodal iktidara karşı, diğer sınıf ve tabakaları da kendi bayrağı altında harekete geçirip dövüşen burjuvazinin "evrensel değerlerinin" ortaya çıktığı bir dönüm noktasıydı. Demokrasi ve insan hakları kavramları; kaçınılmaz ve önlenemez olan yeni sistemin, siyasal ve hukuksal çerçevelerini tanımlamak üzere, feodal soyluluğa karşı yükseltilen savaş bayrağının üzerine yazılmıştı. Burjuvazi, kendisinin, bütün insanlığı temsil ettiği savını ileri sürerek, kendi çıkarlarının feodal üst sınıflar dışındaki bütün nüfusun ortak çıkarlarını ifade ettiğini, ya da herkesin çıkarının bu çıkarlarda içerildiğini vurguluyordu. Bunun yalnızca, tarihsel bakımdan görece bir gerçekliği vardı ve proletarya, bir süre sonra bu bayrağın altını terk ederek kendi bayrağını yükseltecekti.
Bu sınıfın insan hakları talebi ve "özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganı"nın ise kadınları kapsamadığı, dalia ilk günlerde görülmüştü. Burjuvazi, 1793'te "İnsan Hakları Beyannamesini hazırladığında kadınların bu beyannamede yerinin olmadığını gören bir grup kadın, Olympe de Gouges önderliğinde, konvansiyona kendi beyannamelerini yani, "Kadın Hakları Beyannamesini sundular. Gouges, "kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye de çıkma hakkı olmalıdır" diyordu. Bu cüretkar çıkışlarının karşılığını idam sehpasına çıkarak ödeyecek olan Fransalı kadın hakları savunucuları buna karşın, bir dönemi başlatmış oldular.
BİR KADIN, BİR DEVRİM: Olympe de Gouges
1789 DEVRİMİ VE FLORA TRİSTAN
Flora Tristan, bu "romantik", işçi ve kadın hakları savunucusu, 1793 devrimcilerinin yenilgisinin etkilerinin yaşandığı ama yeni bir devrimci dönemin mayalandığı dönemde, 1803'te dünyaya geldi.Yaşadığı yüzyıl, Sanayi Devrimi'nin İngiltere'de ve Kıta Avrupası'nda çok sayıda kadın ve çocuk emeğini fabrikalara çektiği, yurtlarından ve topraklarından koparılmış eski köylü ailelerinin dağıldığı, kadın ve erkek serilerin ücretli köleler haline gelerek kentlerin varoşlarına yığılmaya başladığı bir süreçti. Eski küçük ev ekonomisindeki yerini ve kapalı hayatını terk etmek zorunda kalarak işçileşmesine ve ekonomik faaliyetini ev dışında sürdürmek zorunda kalmasına, üstelik 15-16 saat çalışmasının karşılığında aldığı çok düşük ücret için bütün hayatını değiştirmesine karşın kadın hâlâ insan yerine konulmuyordu. Gerçi devrimden önce, burjuvazinin düşünsel sistemini yapıtlarıyla önceleyen düşünürler ve 1789 Devrimi'nin neden olduğu özgürlükçü ortamdan beslenen ve devrimin sloganlarını benimseyen burjuva aydınlar, kadınların tabii konumuna dikkat çekmiş ve kendilerince birtakım çözüm önerileri getirmişlerdi. Ama bütün bu yazarlar ve âlicenap burjuvalar, gözlerinin önünde cereyan eden, işçi ailelerinin kadının çalışmaya başlamasıyla dağılmasından, sefaletin ve yaşam koşullarının bu kadınları dejenere ederek çocuklarından koparmasından hayli etkilenmişler ve kadının iş yaşamının ev yaşamını olumsuz bîr şekilde etkilemeyecek bir biçimde düzenlenmesini istemişlerdi.
Diğer yandan üst ve orta sınıf kadınlar için eğitim hakkının verilmesi talep ediliyordu. Rousseau, "Kadının eğitimi erkeğe göre ayarlanmalıdır... Kadın erkeğin sözünü dinlemek, onun bütün haksızlıklarına katlanmak için yaratılmıştır. " derken, Montesquieu da kadının evde erkeğine bağlı olmasını, ancak siyasal eyleme katılması için hiçbir engel bulunmadığını savunuyordu. (Aktaran Simone de Beauvoir, Kadın, cilt 1, Payel yay, 1986, s. 123)
Burjuva ideologların, kadınlar hakkında pek de hayırhah şeyler düşünmemelerine rağmen kadınların durumunu şu veya bu şekilde konuşmaya başlamış olmaları bir gelişmeyi işaret etmekteydi ve bundan sonra, burjuva devrimleri döneminde politik katılım, oy hakkı ve eğitim istemi bütün orta ve üst sınıf kadınlarını da saracaktı.
Tristan, bu devrimci dalganın ortasında yaşadı, Olympe de Gouges'in öyküsünü biliyordu. 1789'un devrimci kadınlarının mirası maddi ve tinsel bir birikim olarak o ve onun gibi birçok kadının eylemine yön verdi, bir model oldu.
TRİSTAN’IN MÜCADELE YOLU: NE KÖLELİK NE PARYALIK!
Tristan, çağdaşı birçok kadın gibi çevresinde olan olaylara, devrimci harekete içten bir ilgi duydu ama fikirleri ve eylemiyle Fransa'daki devrimci ortamı etkilemek, kadın hareketine yeni ve daha ilerici bir içerik katmak gibi bir farkı da oldu. Perulu bir babadan ve Fransız bir anneden doğan Tristan, özel yaşamında karşılaştığı olumsuzlukların da etkisiyle kadınların kurtuluşu ve özgürlüğü sorununa erkenden ilgi duymaya başladı. 17 yaşında evlendirilmişti. Birbiri ardından iki çocuk doğurdu ve üçüncü çocuğuna hamileyken evini terk etti. Kocası onu, kumar borçları karşılığında fuhuşa zorluyordu. Üçüncü çocuğu Aline'i doğurduğunda -ressam Gaugen'in annesi olacaktır- ona "sana yemin ederim senin için daha iyi bir dünya yaratmak uğruna savaşacağım, sen ne köle olacaksın ne de parya" diye yemin etti.Tristan yeminini bozmadı. Ezilenlerin durumuna duyduğu ilgi, onu çok geçmeden Fransız ütopik sosyalistlerinin eşiğine getirdi. Kadınların ve işçilerin kurtuluşunun olanaklarını bir ve aynı yerde görüyordu, bu, sosyalizmdi. Ancak, Tristan'ın sosyalizm anlayışı Fourier'in ve Owen'in görüşlerinden etkilenmişti; özü itibariyle burjuva karakter taşıyordu. Ütopik sosyalistler, bütün kötülüklerin toplumsal düzenden kaynaklandığının farkındaydılar, ama toplumsal düzenin sınıfsal bir tahlilini yapamadıkları gibi, onların sosyalizmleri sınıf mücadelesinden tamamen farklı ilişkiler içinde gerçekleşecekti. Bugün ilkel görünen bu görüşler, Tristan'ın yaşadığı dönemlerde kendilerini ezilenlere ve yoksullara yakın, feodal ayrıcalıklara muhalif hisseden genç aydınları etkilemişti. İşçi sınıfı henüz burjuvazinin yörüngesinden çıkamamış ve bağımsız sınıf tavrını geliştirememiş ve ayrı örgütlerini kurmamıştı. Komünist Manifesto'nun yazılmasına daha çok yıllar vardı. Tristan, Marx'in işçi sınıfının durumunun kötülüğünü, yabancılaşma kavramıyla açıkladığı erken dönem yapıtlarına da yetişemeyecekti. Öldüğü yıl, 1844'te yazılan Kutsal Aile'de Marx ve Engels'in, onun adından, ütopik sosyalistler arasındaki konumunu olumlayarak söz ettiklerinden de haberi olmayacaktı.
Tristan, Babeufun, 1794'te gelişini sezdiği ve ama, onun da ütopik bir içerikle tanımladığı sosyalizme kendisini yakın hissediyordu. Babeuf, burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarının evrensel çıkarlar olduğu iddiasının içyüzünü görmüş ve bunun karşısına da özgür üreticilerin ürünlerinin kolektif çiftliklerde bölüştürüldüğü bir komünizm anlayışını koymuştu. Tristan, görüşlerini eleştirdiği Proudhon'a ve diğer ütopiklere göre daha fazla işçi sınıfının kurtuluşuna kafa yoruyordu. Bu soruna bağlı olarak da çalışanların örgütlenmesi gerektiğine şiddetle inanıyordu. Kuşkusuz onu bu düşünceye getiren etkenler arasında 1830 Devrimi'nde işçi sınıfının uğradığı hezimetin ve bir yıl sonra Lyon'daki dokumacıların ayaklanmasının etkisi büyük olmuştur, işçi sınıfının ilk bağımsız eylemi olan Lyon ayaklanması, sınıfın burjuvaziden politik ve örgütsel olarak kopacağı bir döneme girildiğinin işaretidir.
30'lu yılların sonunda, İngiltere’ye giderek işçi sınıfının yaşam koşullarını yerinde gözlemleyen Tristan, elde ettiği verileri "Londra'da Gezintiler" adını taşıyan kitabında yayınladı. Ölümünden bir yıl önce de Emekçilerin Birliği'nin örgütlenmesi girişimlerinde bulundu ve bir manifesto hazırladı. Bu manifestoda kadın ve erkek işçiler için daha yüksek ücretler, daha iyi çalışma koşulları, meclislerde temsil hakkı, çalışma hakkı talep etmekte; kendi ütopyasının gerçekleştirilmesine hizmet etmek üzere her bölgede işçi saraylarının kurulmasını önermektedir. İşçi sarayları, işçilerin yeteneklerini geliştirecekleri, örgütlenecekleri, çocuklarını eğitecekleri kurumlar olacaktır.
Böylece Tristan, Komünist Manifesto'nun yayınlanmasından önce işçi sınıfının farklı bir sınıf olduğunu gören ve bu yüzden de örgütlenmesi gerektiğini söylemiş olan ilk ütopik sosyalist olmuştu. İşçilere "Tek tek olduğunuz zaman güçsüzsünüz, sizi ancak birleşmek güçlü kılar." diyordu.
Tristan bu programını yayınlatma olanağı bulamadı ancak, L'Union Ouvriere'nin (Emekçiler Birliği) dört baskısını da bütün Paris'te, kenti bir uçtan diğerine dolaşarak, kendisine destek olan dostlarının da yardımıyla elden dağıtmaya çalıştı.
Tristan, kadının kurtuluşu sorununun emekçilerin kurtuluşu sorunuyla birlikte olacağını saptamıştır. Bu nedenle, kadın sorunu üzerine vurgu yapan ama son tahlilde kadının ikincil konumunu onaylamaktan daha ileriye gidemeyen diğer ütopik sosyalistlerden ve bu sorunu "çalışan sınıflar"ın kurtuluşu sorununa bağlamayan, oy hakkı talebini her şeyin üstünde tutan İngiliz ve kendisinden önceki Fransız burjuva feministlerinden ayrılır.
Ütopik sosyalistlerden Saint Simon'un yandaşları "Yeni Kadın" adını taşıyan bir dergi yayınlamaya başlamışlar ama derginin ömrü çok uzun olamamıştır. Daha sonraları da birkaç dergi yayınlanmış ama bu dergiler, kadının eğitim hakkının verilmesinden daha fazla bir şey istememişlerdir. Proudhon ise, bu sorun karşısında tamamen gericidir. "Yalnız erkektir toplumsal birey; karı koca arasında ortaklık değil -ki, bu eşitliği gerektirir- bir birlik vardır. Kadın, hem bedensel gücü erkeğinkinin üçte ikisi olduğu hem de zihinsel gücü aynı oranda düşük olduğu için erkekten geridir" diye konuşur ve erkeğin aynası ve kölesi olan "gerçek kadın"a övgüler düzer. (Aktaran Simone de Beauvoir, Kadın, Cilt 1, s. 133)
Tristan ise, kadının politik eylem içindeki ve toplumsal yaşam içindeki eşitlik talebini şiddetle savunur. Ne var ki, politik uğraşları için kendisi de birçok bedel ödemek ve zorluklara katlanmak zorunda kalacaktır, İngiltere seyahati sırasında parlamentoda bir oturuma katılmak istediğinde yasak duvarlarıyla karşılaşacaktır. Parlamentoya girmeyi nasıl başardığını anılarında şöyle anlatır: "Muhafazakâr Parti'nin çok gezip tozmuş, önyargısız, sağduyu sahibi bir üyesini tanıyordum. Saf saf, göründüğü gibi olduğunu sanarak, bana bir erkek giysisi uydurup beraberinde parlamentoya sokmasını rica ettim. Üstüne kızgın yağ dökülmüş gibi oldu, hiddetten kıpkırmızı kesildi... Sonunda bir Türk’le tanıştım. Önemli bir kişiydi. Fikrimi iyi karşılamakla kalmadı bana bir giysi bulup, bir giriş kartı, bir araba ve kendi refakatini sundu" (Norgard Kohlhagen, Dünyayı Değiştiren Kadınlar, Cep yay, 1993, s.231) Parlamentoya bu koşullar altında giren Tristan, kendisinin kadın olduğunu fark eden üyelerin hakaretlerine maruz kalacaktır.
KADINLARIN KURTULUŞU İÇİN ‘MESİH’ OLMAK
Kadınların sosyal koşullarının düzeltilmesi için birçok girişime önderlik eder. Boşanmanın kesinlikle yasak olduğu bir ülkede, boşanma hakkının verilmesi için meclise dilekçe verir ama bu dilekçe geri çevrilir. Kendi boşanma davası da, neredeyse politik bir gösteri haline gelir ve Tristan'ın yenilikçi düşünceleri, hukuk kurumunda ifade edilen yerleşik, geleneksel ve gerici önyargılarla kıyasıya çatışır.Yoksulların, ezilmişlerin ve ayrıcalıklı kesimler tarafından horlanan insanların yaşam koşullarına özel bir ilgi duyarak zamanının büyük çoğunluğunu onlarla geçirir ve kenar mahalleler, meyhaneler, işçi konutları onun için gözlem yapma olanakları sunar. Fuhuş yapmak zorunda kalan kadınların durumuyla ilgili incelemelerinin sonucunda fuhşun "Dünya nimetlerinin eşitsiz dağılımının bir sonucu olduğu"nu saptar. Ekonomik bağımsızlığı olmayan kadınların evlilik içinde de fuhuş yaptığı gibi radikal fikirleri de vardır. Ve bu görüşlerini, yapıtlarında dile getirmiştir.
Bütün uğraşlarının amacı; kadınların hareketiyle işçilerin hareketini birleştirmektir. Bir yazısında "Kadınlar ve işçiler yoksulluk ve bilgisizlikleri nedeniyle köle gibi kullanılıyor. Ancak birleşirlerse kötülükleri ortadan kaldırabilirler" ifadelerini kullanır (Encyclopaedia of Women Writers, Flora Celestine Therese Henriette Tristan, s. 1248)
Kadınların kölelik koşulları devam ettiği sürece de çalışanların özgürleşmesine olanak yoktur. Bunun için kadınların domestik bir köle olarak evlilik sorumluluklarına hapsedilmemesi, ikincil konumlarının reddedilmesi gerekmektedir.
Kadının statüsünün değişmesi için önerilerini şöyle sıralar: "Eğitim ve meslek öğreniminde tam eşitlik; babanın parasal kaygılarından bağımsız olarak eş seçebilme özgürlüğü; boşanma hakkı; evli olmayan anneler için yasa önünde eşitlik ve evlilik dışı çocuklara mirastan pay verilmesi." (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi Cilt 1; s. 91 "Proleterin Proleteri", Şirin Tekeli)
Kısa süren ömrünün sonlarına geldiğinde kitaplar, broşürler dağıtmak ve propaganda yapmak üzere Fransa'da bir "Mesih" gibi oradan oraya dolaşmaktadır. Onu coşkuyla karşılayanlar olduğu gibi, bir kadın sosyalizm Mesih’ine tahammül edemeyen gericilerin öfkeli taşkınlıklarına ve horlamalarına da maruz kalır. Daha önce de, oldukça genç yaşında, tek başına babasının memleketi olan Peru'ya yolculuk yapan ve orada başına gelenleri bir kitap halinde yayınlayan bu yürekli kadın, bütün bu tepkilere göğüs germeyi bilir. Ama artık yorulmuş ve hastalanmıştır. Ölmeden az önce Marsilyalı, Lyonlu ve Avignonlu işçilerin Birlik oluşturdukları haberini alır.
Günlüğüne yazdığı son not "Bütün bunlar, büyük bir görevin beni beklediğini kanıtlıyor." olur. Cenazesi aydınların ve işçilerin katıldığı bir törenle kaldırılır.
Flora Tristan, ütopik sosyalistlerin arasında, bir sınıf olarak işçi sınıfıyla ilgilenmiş ve onların örgütlenmeleri gerektiğini keşfederek bunun için çaba göstermiş tek kişiydi. Diğer yandan, ütopik sosyalistlerin kuralarını ve romantik sosyalizm tasarılarını eleştirerek aşıp, bilimsel sosyalizmin ilkelerini saptayan proletaryanın kuramcılarının gösterdiği düşünsel sıçrama becerisini gösteremediği için de modern sosyalizmin arifesinde bir solgun portre olmaktan kurtulamadı. Ama, işçi sınıfının içinde bulunduğu sosyal ve politik koşullar içinde her zaman bu sınıfın yanında yer alarak harcadığı çabalar, onu çağdaşlarının nitelediği gibi bir "Mesih" haline getirse de, daha çok, işçi sınıfının tarihinde yürekli bir militan kadın olarak yerini aldı. Kadın sorununa yaklaşımı da, devrimci özelliğini yavaş yavaş yitirmekte olan burjuvaziden tam bir kopuşu ifade etmiyordu; ancak bu sorunun işçi sınıfının kurtuluşu sorununa bağlı olduğunu sezmiş olması düşünsel bir sıçramayı göstermekteydi.
Flora Tristan, "proleterin proleteri" diye tanımladığı işçi kadının daha o zamanlar kararlı bir savunucusu oldu; bu bakımdan da proleter kadın hareketinin anımsanabilecek ilk çocukluk anıları arasında yerini aldı.
1848 Haziran'ında Paris'te ayaklanan işçi sınıfı, aristokrasiye karşı şimdiye dek birlikte savaştığı burjuvazinin ihanetine uğradı ve devrim yenildi. Yenilginin diyeti, işçi örgütlenmelerinin yasaklanması, hapis ve idam cezaları, muhalif yayınların susturulmasıyla ödendi. Diğer yandan, işçi sınıfı bu diyet ödeme sürecinde yenilgiden dersler çıkararak yaralarını sarmaya başladı.
Yüzyılın ikinci yarısı başlarken Avrupa'da işçi sınıfının genel olarak durumu böyleydi. Ama işçi sınıfı artık, kendiliğinden olarak kalkıştığı bu ilk devrimci eylemden sonra "kendisi için sınıf olma sürecine girmiş; '30'lu yılların sonlarından itibaren de Almanya, İngiltere, Belçika ve Fransa'da bazı işçi örgütleri kurulmaya ve komünistler örgütlenmeye başlamıştı.
Sınıfın genel durumuna uygun olarak henüz bu komünizm ve komünist örgütler, küçük burjuva karakterler taşıyordu ve 1864'te kurulan 1. Enternasyonal'in Fransa Şubesi, Proudhon ve Blanqui yanlısı küçük burjuva sosyalistlerin kontrolündeydi. Komünizm, bütün Avrupa'da hemen herkesin sempati duyduğu bir kavram olmuştu. Zanaatkârlar, liberal burjuvalar, küçük burjuvaların büyük bir çoğunluğu komünist olduklarını söylüyorlardı, ama herkesin bu kavramdan anladığı şey farklıydı ve çoğunlukla burjuva veya küçük burjuva bir içerikle dolduruluyordu.
Marx ve arkadaşlarının kurduğu Komünistler Ligası, kendisinden dönüştüğü Haklılar Birliği Örgütü'nün Tüzüğü'nde yer alan "bütün insanlar kardeştir" ibaresini "bütün işçiler birleşin" biçiminde değiştirmişler ve böylece, komünizmi küçük burjuva ve burjuva içerikle dolduran ütopik sosyalistler ve anarşistlerle aralarına sınır çizmişler; proletaryanın politikasını burjuvazininkinden ayırmışlardı. Marx, 1840’lı yıllarda yazdığı "Felsefenin Sefaleti" adını taşıyan yapıtıyla, bu ayrışmayı kuramsal düzeyde kesinleştirdi.
Kaynak: Özgürlük Dünyası sayı 65 / Zeynep Karadeniz
İlgili haberler
GÜNÜN PORTRESİ: Marjorie Lee Browne
20 yüzyılın başlarında Amerika’da siyah bir kadınsanız yaşam çok zordur... Hele de bilimle yakından...
GÜNÜN PORTRESİ: Vera Figner
Çarlık Rusya’sında Avrupa’ya üniversiteye giden kadınlardan biriydi Vera Figner... O eğitimini yarıd...
GÜNÜN PORTRESİ: Komün günlerinin yürekli savaşçısı...
Hiçbir siyasal erkin insanların mutluluğunu sağlayamayacağına inanan bu kadın, ilk proletarya diktat...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.