GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yalancı dut
“Bekâr olduğunu sanıyordum, çocuğun varmış” dedi. “Evli değilim” dedim, kadın kadına olmanın huzuruyla. Karşımda oturan karşı cinsten birisi olsa aynı cevabı vermeyeceğimi biliyordum...

Çay bahçesinde oturma önerisini reddedemedim. Teneffüslerde okulun arka bahçesinde sigara içmek dışında paylaştığımız bir şey yoktu. Arabam olmadığı için yeni tayin olduğum okula minibüsle gidip geliyordum. Geçen hafta durakta beklediğimi görüp beni eve bırakmayı önermişti. Yol boyu konuşacak bir şey bulamadık. Torpido gözünden kaset seçip teybe takmamı istemesi dışında sessiz kaldık. Kasetlere bakarken çoğunun üniversite yıllarımda dinlediklerim olduğunu fark etmiş ama söylememiştim. Benden birkaç yaş büyük olduğu belli oluyordu. Yaşı ve yaşadığımız şehrin ortamı için cesur sayılacak şeyler giyiyordu. Bunu bilerek yapıyor değil; umursamıyor gibiydi. Yeni bir çevreyle karşılaşmanın içimde doğurduğu kontrollü olma ihtiyacı olmasa onunla arkadaşlık edebileceğimi düşünüyordum. Okula başlarken herkesle selamlaşmayı, etraftakilere gülümsemeyi ama yakınlık sağlayacak muhabbetlerden uzak durmayı kafama koymuştum. Yeni sayfalar açmak yoktu artık. Eski defterlere benzemesinden korkuyordum. Çay bahçesinde, koca gövdeli bir dut ağacının gölgesine oturduk. Beni buraya davet etmesinde ve her gördüğünde eve bırakmaya gönüllü olmasında bana yönelmiş bir ilgi seziyordum. Bunu hissetmek iyi geliyordu. İleri götürmeyeceğimi bilsem de.
Konuşmadan çaylarımızın gelmesini bekledik. Susmanın fazla sorun olmadığı bir havadaydık. İlgili ama aceleci olmaması beni hareketlendirir gibi oldu. Çantamdan telefonumu çıkarıp kızımın fotoğrafını gösterdim. O da aynısını yaptı. Kızlarımızın benzerliklerine hayret edip, gülümsedik. Konuşmayı beceremedik; sustuk yeniden. Telefonumdaki diğer resimlere bakmaya daldım. Neden telefonumda hâlâ onun resimleri var, diye kendime hayıflanıyordum. “Bekâr olduğunu sanıyordum, üstelik çocuğun varmış” dedi. Cevap vermeden önce bazı fotoğrafları sildim. “Evli değilim” dedim, kadın kadına olmanın huzuruyla. Karşımda oturan karşı cinsten birisi olsa aynı cevabı vermeyeceğimi biliyordum. Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi seslice nefes aldı. O an sanki altına oturduğumuz ağaç sohbet etmeyi sürdürmemiz için cesaretlendirmek ister gibi dallarını havalandırdı. Olgun bir dut tanesi masaya düştü. Masaya düşecek öteki konunun benim hakkımda olmaması için sigaraya uzandım. Figen’e ikram etmedim. Okuldaki gibi herkes kendi sigarasını içsin. Sözcükleri kullanmadan kendimi anlatmayı eskisinden iyi beceriyor olmalıyım ki; evliliğimi ve neden bittiğini sormadı. Oturduğumuz bahçenin keyfini çıkarıyorum. Rüzgârın arada tenime değip serinlettiğini hissetmem, içimin gerçekten soğuduğunun işareti. O, ikinciyi de yaktı. Parmaklarının arasındaki sigarayı bırakmadan yeşil eteğinin altındaki mor çoraplarını çekiştirdi. O sırada bunca rengi bir arada taşımasının bir nedeni olabileceği geldi aklıma. Olmadığı kadar iyi görünmeye mi çalışıyordu? Karşımdaki insana sorular sorarak hayatını kurcalayacak enerjiyi kendimde bulamadım. Netleşemedim; hikâyesini merak mı etmiyordum yoksa öğrenmeyi göze mi alamıyordum. Sanırım konuşmasının zihnimde yaratabileceği çağrışımlardan çekiniyordum. O anlatırken zihnimin kendi ezberlediklerini tekrarlamasından. Son zamanlarda izlediklerim, dinlediklerim hep hafızamdakilerle iç içe geçiyor. Hem belki o da benim gibi konuşmak istemiyor.
Garson masamıza gelip çayları tazeledi. Çay istemeye gerek kalmadan bardaklar boşaldıkça getirip bırakıyordu. İkimiz her seferinde ayrı ayrı teşekkür ediyorduk. Bu kez teşekkür eden yalnız ben oldum. Yeni çayın geldiğinin farkına vardı mı varmadı mı, anlamadım. Kendimi durgun sanırdım, Figen’e bakınca demek ki değilmişim diye düşündüm. Bir saattir kıpırtısız deniz misali oturuyordu. Aklımdan, havadan sudan bir konu açsam mı, diye geçirdim. Bu kadar boş oturmak canımı sıkmıştı. Yapmadım, öylesine konuşmak beni daha çok sıkardı. Belki onu da. “Bu şehirden gitmem gerekiyor” dedi. Uzaktan bir horozun vakitsiz öttüğünü duyduk. Bana açılmak istediğini anladım. Kendisini dinleyecek bir çift kulağa, gözleri nemlenirse mendil uzatacak bir arkadaş eline ihtiyacı vardı. O an “Neden” diye sormam gerektiğini biliyordum. Soramadım. Ağzımı açabilmek için kendimle didiştim. Sesim içime gömülmüş gibiydi. Ağzımı oynatacak olsam bile sese dönüşecek titreşimler yayılmayacaktı. Ağlarsa elimi çantama uzatabileceğimden, kâğıt mendil paketini bulabileceğimden kuşkuluydum. Oysa okuldaki diğer öğretmenlerden birini seçmiş olsaydı, hevesle dinleyeceklerinden emindim. Hatta karşısında oturmayı bırakıp yanına geçecekler, sırtını sıvazlayacaklardı. Uzun uzun konuşup teselli vereceklerdi. Arada kendilerinden örnekler vererek, herkesin başına gelebilir, diyeceklerdi. Üşenmeden deştikçe deşeceklerdi. Çünkü yükleri var; konuşmak isteyen herkesin yükü vardır. Bir fırsatını buldukça yükün ağırlığından bahsetmek onlara iyi gelir. Sırtlarından atmaya cesaret edemezler. Bu yüzden dile vurur dertleri. Ben sırtımdan indirip geldim. Telefonda hâlâ birkaç fotoğrafı kalmış olabilir. Sorun değil, şimdi silerim. İyimser görünmek için gülümsemekle yetindim. “Şu horozu bulsam kafasını keserim” dedi. Ses tonunda sarsıcı bir karmaşa vardı; öfkeli, acılı ve nükteliydi. İnsan sadece ağzıyla konuşmaz ya, gözlerimle “Yapmasan daha iyi edersin” dedim. Figen, anlamış gibi “şaka şaka” dedi. Kıvırcık saçlarını yoldu biraz. Elinde kalanları yumak yaptı. Ona bakarken, haksızlık ettiğimi düşündüm. Gaz sıkışmış bir kavanozun önümde patlamasını istemiyordum ama küçük bir delik açıp biraz boşalmasına izin vermeliydim. Söze dönüşebilecek tüm sesleri boğazımda toplayıp yukarıya doğru ittim. Ne yazık ki sadece “Eee,” diyebildim. Şaşırdı. Büyük, çekik gözleri beklemediği bir şey olmuş gibi açıldı. Onu ilk gördüğüm gün gözlerinin büyüklüğü ve sarımtırak yeşil rengi dikkatimi çekmişti. Çıkık elmacık kemikleri kızarıktı. Nereli olduğunu sormamıştım ama Dersimli olduğunu elmacık kemiklerinin arasında renkli bilyeler gibi parlayan ışıklı gözlerinden anlamıştım. Sessizliğini bozmadı. Gözbebeklerinin yukarıya doğru kaydığını gördüm. Nereden başlayacağını düşünüyor olmalıydı. Anlatacaklarını kafasında evirip çevirdiği belli oluyordu. Dalgınlığı dakikalarca sürdü. Ardından bakışları uzaklaştı. Söylemek istediklerini sıralayamadığını düşünüyordum. Her şey birden diline yığıldığı için teker teker çıkamıyorlardı. Şimdi, ağzını açsa, henüz konuşmayı öğrenmemiş çocuklar gibi heyecanlı ama kalabalık ve anlaşılmaz şeyler söyleyeceğinden emindim. Durumdan rahatsız olmadığımı hissettirmek için telefonumdan bir parça açtım. Uzun zamandır dinlemediğim, Figen’in arabasında kasetini görüp özlediğimi hissettiğim türkülerden birini seçtim. “Pencereden kar geliyor/ aman annem gurbet bana zor geliyor.” Yeşil gözlerinden sağanak yağmur gibi boşaldı yaşlar. Kendimi yağmura şemsiyesiz yakalanmış gibi hazırlıksız hissettim. “Sevdiğimi eller almış/ aman annem o da bana ar geliyor.” Hemen şarkıyı durdursam mı yoksa rahatlaması için istediği kadar ağlamasını mı beklemesem, bilemiyordum. Kavanozdaki gaz, tahminimden çok sıkışmıştı. Bilmeden kapağı patlatmıştım. Densiz horozun sesi türküye karışıyordu. Nöbet geçirir gibi sarsıldı, uzanıp elini sıktım. Türkü bitti. Başladığı gibi aniden durdu ağlaması. “Kafasını değil kamışını kesmek lazım” dedi. Masaya düşen dutlar çoğaldı. İkimiz de birer tane yiyerek tadına baktık. Yalancı dutmuş. Figen yuttu. Ben tükürdüm.

* Bu öykü yazar Eylem Ata Güleç’in NotaBene yayınlarından çıkan Boşlukta Büyüyen adlı kitabında aynı öykü adıyla yer almıştır.

Öykünün yazarı Eylem Ata Güleç:
1981 yılında Diyarbakır’da doğdu. 2004’te Dicle Üniversitesi Kimya Öğretmenliği bölümünü tamamladı. İlk öykü kitabı Boşlukta Büyüyen 2016 yılında yayımlandı. 2011’den bu yana Sözcükler, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Kitap-lık, Evrensel Kültür, Sarnıç, Notos, Taraf Kitap ve Birgün kitap ekinde öykü ve kitap yazıları yayımlanıyor. İki çocuk annesi olan yazar, öğretmenlik mesleğini sürdürüyor.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: İncir çekirdeği

Bir kadının çığlığını gökyüzüyle, bulutlarla, baharla tasvirlemek... Bir kadın yitirdiği baharını ar...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kum gibi

“Annem kitap okumazdı. İşi, gücü temizlik. Bizi, iki kızını sevmeye vakti yoktu. Ev, onun komuta ala...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: 13

Kulağına söylenmişti, bir gün bunun başına geleceği. Büyüdüğüne hem seviniyor hem de korkuyordu; lek...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Mecalim Yetmedi

Şimdi benim kızım kapalı bir odada adamın tekiyle uzun süre yalnız kalsa huylanırım, aynı adamla ayn...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kendine ait bir oda ve daha başka şe...

Mutfak masasında yazı yazan, başka gezegenden gelen birine bir gazete sayfasından dünyayı anlatan ka...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kandırmaca

Aynur öfkeden kulaklarına kadar kızarmış, terden avuçları bile ıslak. Ellerinin titremesi yüzünden h...