
Ben Ankara’da özel gereksinimli bireylere hizmet veren özel bir kurumda öğretmenim. Öğrencilerin yaş aralıkları, engel oranları farklılık gösterebiliyor. Siz de sokak arasında bu tür kurumları görmüşsünüzdür; apartman dairelerinde açılan, tabelaları bile birbirine benzeyen kurumlar.
İsimleri değişiyor, adresleri değişiyor, öğrencilerin profilleri değişiyor. Ama bizim için değişmeyen tek bir şey var: güvencesizlik. Maaşlarımız asgari ücretin biraz üzerinde. Ama aldığımız maaş bile aslında bize ait değil. Gelir vergisini brüt ücretten kesmeleri gerekirken patron doğrudan bizim net ücretimizden düşüyor. Yani zaten düşük olan ücretimizden bir de haksız bir kesinti yapılıyor. Ay sonunda elimize geçen, emeğimizin karşılığı değil, patronun keyfine göre belirlenmiş bir para oluyor.
Öğrenciler gelmediğinde ayrı bir sorun başlıyor. Devletten ödenek almak için öğrenciyi “gelmiş gibi” gösteriyorlar. Ama öğrenci gelmediğinde, sanki bu bizim suçumuzmuş gibi hesabı öğretmene soruluyor. Birkaç gün üst üste devamsızlık olduğunda, hemen işten çıkarma tehdidi geliyor.
Her köşeye yerleştirilen kameralarla sürekli izleniyoruz. Sadece sınıfta değil, boş kaldığımız dakikalarda bile. Müdürün ağzından düşmeyen cümle: “Bedelini ödersiniz.” Bu cümlenin yarattığı baskıyla çalışıyoruz. İşimizi kaybetme korkusu, en az öğrencilerimizin sorumluluğu kadar sırtımıza yükleniyor.
Dinlenmek için verilen 20 dakikalık teneffüsümüz bile aslında dinlenme değil. O sürede bizden sürekli rapor yazmamız, dosya doldurmamız isteniyor. Yani oturup bir bardak çay içmek bile lüks sayılıyor.
Sonuçta biz, özel gereksinimli çocuklar için çalışmaya gelen öğretmenleriz. Ama patronların gözünde tek bir şeyiz: kolayca harcanabilecek, yerine yenisi bulunabilecek işçiler. Eğitim değil, kâr öncelikli. Öğretmenlerin emeği ise baskı, tehdit ve güvencesizlikle değersizleştiriliyor.
Fotoğraf: jcomp/Freepik
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.