Toplumsal cinsiyet ilişkilerini kurgu içinde sorgulayan bir roman: Oğullara Mektuplar
Türkiye PEN kulübü ve Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi olan Rahime Sarıçelik ile nisan 2021’de Kaos Çocuk Parkı’ndan çıkan romanı ‘Oğullara Mektuplar’ı konuştuk.
Rahime Sarıçelik 2003’te üniversiteden mezun oldu. 2011’de Türkçe öğretmeni olarak Fransa’nın Strazburg kentine gitti. Strazburg Üniversitesinde “19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Türk Romanlarında Aşkın Evrimi” başlıklı yüksek lisansını tamamladı. 2020’de “Sabahattin Ali Kadının ve Erkeğin Kurtuluşunun Savunucusu mu? Türk Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet İlişkilerini Yeniden Düşünmek” konulu tezi savundu. “Oğullara Mektuplar” kitabından önce ise “Kimliksiz Öyküler” yapıtını yayımladı. Bu kitabı Azeri Türkçesine çevrildi.
Türkiye PEN kulübü ve Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi olan Rahime Sarıçelik ile nisan 2021’de Kaos Çocuk Parkı’ndan çıkan romanı “Oğullara Mektuplar”ı konuştuk.
Okur sizi 2018’de İmleç Kitap’tan çıkan Kimliksiz Öyküler’le tanıdı, üç yıl sonra da Oğullara Mektuplar geldi. Ortak kitaplarda yer aldınız. Hem Kimliksiz Öyküler’den hem de Oğullara Mektuplar’ın girişindeki “Bırakın Kendi Hikâyelerimizi Yazalım” tümcesinden hareketle kimlik arayışları üzerine yoğunlaşan bir yazar olduğunuzu düşünüyorum. Sizi daha yakından tanımak isteriz, kimdir Rahime Sarıçelik?
Çok zor bir soru sordunuz. Rahime Sarıçelik’ i sizin yukarıda alıntıladığınız cümle ile tanımlarsak kendi hikâyesini yazmaya çalışan biri diyebiliriz. Bunun için uzun bir yolculuğa çıkmış biri. Düşünülmemiş olanı reddetmek, keşfetmek ve değişim onun için önemli kelimeler. Bu nedenle sanıyorum önce ülkesini değişti. Şimdilik Fransa’ da. Burada olmayı çok seviyor ve ona bu ülke çok şey kattı. Başta yeni bir dil öğrendi. Bu en büyük kazanımı. Bu ülkede yüksek lisans yaptı ve doktor unvanı aldı. Bunlarla birlikte çok sevdiği Fransız edebiyatını orijinal dilde okumak ve Türkçeye çeviri yapmak onun bu ülkeye gelirkenki hayaliydi. Şimdi sanıyorum başka bir yolculuğu başlayacak...
Evet, haklısınız. Yazar daha çok kimlik-sizlik, aitsiz-lik ve dünyanın ikincilleri (çocuk, kadın, eş cinsel...) üzerine düşünüyor denebilir.
Oğullara Mektuplar pek çok edebi türe ait metinlerden oluşuyor. Mektup, günlük, öykü, senaryo, kitaplar arasından çıkan notlar… Bu yönüyle usta yazar Leyla Erbil’in Cüce adlı romanına göz kırpar, onu selamlar gibisiniz. Böyle bir tekniği seçme nedeniniz nedir?
Teşekkür ederim zira çok önemli bir tespit ve soru bu. Leyla Erbil’in Cüce adlı eseri her ne kadar bu roman için esinlendiğim bir kitap olmasa da çok değerli bir eser. Ve elbetteki yazardan uzun süreçte etkilenmemiş olmak benim için de mümkün değil. Belki de söylediklerimiz çok benziyor. Biliyorsunuz Leyla Erbil’in Cüce eserinde “...sen hiçbir yere ait değilsin, aitsiz kimliksin sen...” diyor. Bu eserin cümleleri ya da başka bir yazarın bir betimlemesi ile bunca benzeşmek- ya da yazarların kendi aralarında böylesi benzeşmeleri- bende hep şu düşünceyi yaratır. Yıllardır insanlar dünyanın her yerinde Leyla Erbil, Virginia Woolf, Doris Lessing, Bell Hooks, Annie Ernaux ya da Filozof Judith Butler gibi... benzer şeyleri söyleyip duruyor çünkü esasında değişen bir şey yok. Dert hep aynı kalıyor. Çözüm aranıyor.
Ben romanda şu tarz bir kaygı yaşadım. Akademik olarak bu konuda birçok yazı kaleme alabilirsiniz ancak bunlar belli bir kitlece okunuyor. Kurgu ile birçok okura ulaşıyorsunuz. Ben de akademik olarak söylediklerimi kurgu ile okura nasıl ulaştırabilirim diye düşünmüştüm. Elbette romanın tadını kaçırmadan. Böylece mektup türünün her edebi türü içine alabileceğini düşündüm. Ve belirttiğiniz türleri bir arada kullanma fikri bana ilginç geldi. Fakat bu romanı bir konuya adanmış, kaygı güden bir metine dönüştürdü.
TÜRKİYELİ KADINLAR ÇOK GÜÇLÜ, ÇETİN BİR MÜCADELE İÇİNDELER
Anne oğluna yazdığı mektupta “Her kadın kendi hikâyesini yazmalı. Ben riyakâr toplumun doğuş ile bize dayattığı kadınlık rollerini hiçbir zaman oynamak istemedim.” diyerek atanmış toplumsal cinsiyet kimliklerine itirazını belirtiyor. “Kimliksiz olmayı seçerek kendi belirleyeceğim hayata doğru yola çıktım,” derken de arayışını ifade ediyor. Çoğu kadın aldığı yaraları sağaltmak, kendisi olmak için böylesi arayışlara girişiyor. Bir yazar olarak onlara bu yolculuklarında neler önerirsiniz?
İçlerinden geçen her cümleyi dikkate almalarını, değişimin korkulacak bir şey olmadığını ve bunun için herkesin yeterli güce sahip olduğunu en başta söylemek isterim. Bir adım çok şey değiştirir. Kendine giden her yol mubahtır. Bize dayatılan rol ya da her ne ise kabul etmemeliyiz. Toplum en çok cesaret kırıcıdır. Toplumun çığlıkları içimizdeki çığlıkları çoğu zaman bastırır. Buna fırsat vermeden sağır kurbağa öyküsündeki sağır kurbağayı oynasınlar, derim. Ancak gözlemlediğim kadarı ile Fransa’daki FEMEN ve feminist gruplar ile yaptığım sohbetlerde de söyledikleri Türkiyeli kadınların çok güçlü ve güzel ancak çetin bir mücadele içinde olduklarıdır. Dışarıdan görünen bu. Bu cümleleri duymak bir taraftan mutlu da ediyor. Burada elbette kitabımda da ismi geçen Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Mor Dayanışma gibi birçok grubun etkisi var.
Can kendini arayan bir annenin kendi olamamış oğludur. Sevgilisi Reyhan’ı anne yerine koyarak ona karşı bağımlı bir kişilik geliştirir. Annenin yazdığı mektuplar ilaç olacak mı yaralarına?
Anne Türkiye’ den Fransa’ ya göçen biri. Can ise Fransa’ da doğup büyüyor. Böylece çok farklı bir algı ile büyüyor bu iki karakter. Bu çok şeyi değiştirir. Ancak Can potansiyel olarak bu anneden beslenmiş bir genç. Can’ın aile içi sorunları da var. Annesi onları da bazen açmaya çalışıyor. Ancak ben de tek bir sözün bazen hayatı değiştirdiğine çok tanık oldum. Neden olmasın ya da belki de...
Annenin ilk mektubunu okuduğumuzda kendisiyle bir hesaplaşma içinde olduğunu anlıyoruz. “Yan yana tek hücreye kapatılmış iki tanıdık kadının birbirleri ile konuşmak için verdikleri çaba gibiydi iç seslerim. İkisi de buraya nasıl tıkıldıklarını birbirine soruyordu,” diyor anne. Bu sözler biraz kitabın meselesini de ortaya koyuyor gibi. Düşünme, sorgulama ve o sesleri teke indirme. Hangi süreçlerden sonra biter bu karmaşa, bu gürültüyü tek sese indirmenin yolları nelerdir sizce?
Bu gürültüyü tek sese indirmenin yolları kulağını kapatıp tek sesi yani kendi sesini dinlemektir. Soru sormayı öğrenmeliyiz. Bu da bilgi gerektirir.
Anlatıcı “Can, Reyhan’ı uzun uzun dinlemeyi seviyordu ama bunu ona ne belli ediyordu ne de onu sevdiğini söylüyordu,” diyor. Oğuz Atay’dan yapılan alıntı ile Can’ın tutumu destekleniyor: “Korkuyoruz. Düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. İnsan olmaktan korkuyoruz.” Bu korkunun nedeni nedir sizce, nasıl aşılır bu durum?
Bana göre bu korkunun nedeni yetiştiğimiz ortam, ülke algısı. Bilinç ile aşılır bu hastalıklı durum. Fakat korkunun hastalıklı bir durum olduğunu kavramakla başlanmalı. İnsanlar baskıcı toplumlarda (burada birçok baskı biçiminden bahsedilebilir) kendi olmaktan ve özellikle de kendi olandan korkar. Böylece bireyselleşemez. Düşümek ve sevmek için de birey olunmalı. Ancak birey olursak kavramaya başlarız.
“Yazar mutsuz insandır. Bir o kadar da mutsuzluklarından yazarak çıkan güçlü insandır,” diyor, annenin oğula yazdığı mektuptaki küçük öykücükte anlatıcı. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Kimdir yazar? Mutsuz mudur gerçekten?
Yazar bir derdi olandır ve dolayısı ile mutsuzdur. Bir yazar iseniz dünyada olup biteni görmezden gelemezsiniz. Bu yeteri kadar mutsuz eden bir sebep zaten...
Can’ın rüyalarına mekân olan yüksek duvarlı, duvarlarında Dali tabloları asılı beyaz bir ev var. Can o evdeki rüyalarında hep Reyhan’ı görüyor ama ona ulaşamıyor. Ne dersiniz bu ev ve rüyalar Can’ın bilinçdışı mı? Nedir bu evin Can’ın kişiliğindeki yeri?
Bu rüya Can’ ın aşamadığı duvarları... Yani onun erkek olurken öğrendikleridir. Yani biriktidiği hastalıktır.
Türkiye’den Fransa’ya giden lezbiyen bir çift evlat edinme görüşmesi için çağrıldıkları mekânda sıra beklerken kadınlardan biri evlat edinecekleri çocuk için “Ona aşkı, sevgiyi öğreteceğiz,” diyor. Ne dersiniz, aşk ve sevgi öğrenilen, öğretilen bir duygu mu?
Bana kalırsa bir parça böyle... Çok duymuşuzdur çünkü bu da yaşadığımız toplum kalıpyargılarıdır. Örneğin töreye ya da geleneklere göre bazı aillerde aile büyüğü yanında çocuk sevilmez. Bu geleneksel kod ile büyüyen baba ya da anne sevgisiz büyür. Anne ya da babası ona bir kez olsun sarılmamıştır. O da aynı şeyi çocuğuna yapar. Bunun aksi de örneklenebilir. Bu bir tür sevgiyi önemsememeyi ya da sevgi anlamını yadsımayı öğrenmedir.
İTHAL GELİNLER, İTHAL DAMATLAR…
Anne oğluna Fransa’dan yazdığı mektuplardan birinde ithal gelinlerden- damatlardan, satılık özgürlüklerden, tutsak kadınlıktan, çocuk gelinlerden, damatsız düğünlerden söz ediyor. Bunları biraz açmanızı istesem sizden.
Ben ithal gelin- damat kavramı ile Fransa’ya geldikten sonra tanıştım. Fransa’da öğretmenlik ve Strasbourg Üniversitesindeki okutmanlık yıllarım bana burada yaşayan göçmen Türk aile ve yaşamlarını tanıma şansı verdi. Maalesef çok acı hikâyeler var. İthal gelin-damat olmak, Türkiye’den evlenerek farklı umutlarla gelen genç kadının ya da erkeğin burada genelde aradığını bulamaması, uyum problemleridir. Bu evliliklerin göçmen Türklerce tercih edilmesi ise yabancı ülke toplumuna karışmama ve kültür, dil, din gibi kavramları koruma isteğidir. Ancak çoğunlukla bu evilikler çiftler arası uyumsuzluk nedeni ile boşanma ya da trajik olaylar ile son bulmaktadır.
İNSANIN BİR HAYATI VARSA O DA ONUN KARARI OLMALI
Aileler genellikle çocuklarının farklı cinsel yönelimlerini kabullenemiyorlar. Onlar üzerinde baskılı bir kontrol mekanizması oluşturuyorlar, kontrolü ellerinden kaçıracaklarını anlayınca da onları çoğunlukla (Çoğunlukla diyorum, çünkü kimisi çok daha korkunç yöntemler uyguluyor) o çevreden uzaklaştırıyor, kimi yurt dışına kimi de büyük şehirlere gönderiyorlar. Kendisi kaçıp kurtulanlar da az değil. Mektuplar içine yerleştirilen öykülerden birindeki Ahmet de bu gençlerden biri. Bu konuda ailelere ne söylemek istersiniz?
Bu sorunuz çok kıymetli. Gene bu tutum benim yazmak amacım ile birleşiyor. Çünkü ben dünyanın ikincil olarak dışladıklarını yazmayı dert edindim. Erkeklik hastalığı olan bir toplum kadın, çocuk ve eş cinseller için uygun bir ortam değil. Aileler şunu bilmeli ki cinsel yönelim ne hastalık ne sapıklıktır. Bu nedenle aileler onları yargılayan toplumu aşamıyorlar. Çocuklarını anlamaya çalışıp sevgilerini -onlara içinde yaşadıkları erkek çarklarına rağmen- sunsunlar. Hiç kimsenin diğerinin yaşamında söz hakkı yoktur. Hiç kimse, çocuğumuz bile bize ait değildir. İnsanın bir hayatı varsa o da onun kararı olmalı.
BU ROMAN TOPLUMSAL CİNSİYET İLİŞKİLERİNİ KURGU İÇİNDE SORGULUYOR
Kitabı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde toplumsal cinsiyet eşitsizliği, göçmenlik, aile baskısı, taciz, tecavüz, çocuk gelinler, açlıktan ölümler gibi pek çok ciddi meseleyi dert edindiğinizi görüyoruz. Mesaj kaygısı ağır basan bir kitap gibi geldi bana. Oğullara Mektuplar’ın temel meselesi nedir, amacına ulaştı mı? Nasıl geri dönüşler alıyorsunuz okurdan?
Evet. Çok haklısınız. İşte burada gene tekrar edeyim. Bugün dünyayı saran Kovid-19 hastalığı gibi bir hastalık var. “Erkeklik hastalığı...” Temel meselesi romanın “erkeklik hastalığı” kavramıdır. Kadın problemlerini bu bilinçle aşarız kanısındayım. Yani başlık özellikle erkek okurları yanıltabilir. Bu mektuplar onlara karşı değil onlar için de yazılmıştır. Bu roman toplumsal cinsiyet ilişkilerini kurgu içinde sorguluyor.
Beni bazen bu başlık erkek okurlar açısından kaygılandırdı doğrusu. Ancak erkek okuyuculardan olumsuz bir eleştiri beklerken şu ana kadar olumlu dönüşler aldım. “...çok yararlı oldu ya da böyle bir yazı beklemiyordum, genelleme yapılmamış, bizim için bu kitap, bizi ataerkillik hasta etti...” gibi dönüşler aldım. Buna da sevindim doğrusu. Bunun dışında yazım biçiminiz farklı puzzle kurgulu bir roman olduğu, örneklerinin çok henüz olmadığını söyleyenler de oldu roman noktasında eleştirenler de oldu.
Değerli yazar Cüneyt Ayral’ın kitap ile ilgili “Türkiye’de ‘insan’ kavramı, cinsiyet üzerinden tartışılmamaya başlandığı zaman gerek demokraside gerekse gündelik yaşamımızda çok farklı ve doğru bir boyuta taşınacağımızdan kuşku yok.
Kadınların ve eş cinsellerin neredeyse bir kâbusu yaşamakta olduğu ülkemizde Oğullara Mektuplar kitabının bir “kayıp roman” olmamasını dilemek için bu kitap hakkında yazmak istedim.” cümlelerini sizinle burada paylaşmak isterim.
Hepsi benim için önemli.
‘DİLİ BİLE ERKEKLER BELİRLİYOR’
Kadınlar erkeklerin oluşturduğu dil ile konuştuğu sürece kendilerine ait benliklerinin olamayacağı hatırlatılıp, feminist Luce İrigaray’ın “Kadın gibi konuşmak, özellikle bir erkeğe ihtiyaç duymayan bir konuşmadır,” sözü de metin içinde alıntılanıyor. Nedir ya da nasıldır kadın gibi konuşmak?
Bu görüşü Sadece Luce Irigaray dile getirmez. Diğer Fransız kuramcılar Helene Cixous ve Julia Kristeva’ya göre de erkeğin merkezde olma iddiası dilde de vardır. Kadın farkında bile olmadan erkeklerin belirlediği dil çerçevesinde kendini ifade eder ve kendine yabancılaşmaktadır. Irigaray’a göre bunun için kadınlar konuşmalı, kendilerine ait olanı söylemelidir. Ve “dişil dilin” geliştirilmesini savunur ve ona göre asıl sorun ataerkil yapıdır.
Hepimiz bu dille büyüdük. Çevremizde duyarız. “Kız gibi zırlama, Kadın gibi kıvırma, Erkek erkekliğini kadın kadınlığını bilsin...” gibi birçok cümle erkek algının oluşturduğu kalıplaşmış cümlelerdir. Bunun için uzağa bakmaya gerek yok. Deyimler ve atasözleri sözlüğünü alıp bakarsak Luce Irigaray’ı anlarız.
ANNE ANNE ROLÜNDEN UZAK, BİR REHBER!
Annenin 16.10.2019 tarihli son mektubunda son sözler ve öğütler de art arda sıralanır. “Kadın olmadan kadını, homosexuel olmadan homosexueli, dindar olup dinsizi, Polonyalı olmadan Polonyalıyı, siyahi olmadan siyahiyi savunabilmeli insan. Her anne kendi çocuğunu eğitecek ve sonra dünya değişecek,” bunlardan birkaçı. Greta Tuhunberg’in dünyayı kurtarmak için verdiği mücadele de ekleniyor mektuba. Oğulda şimdiye kadar bilince çıkmamış, davranışlara yansımamış bu düşüncelerin, hayallerin annesinden aldığı mektupları okuyarak gerçekleşmesi mümkün mü? Sevgilisi Reyhan’ın terk etmesiyle karanlığa gömülen oğul, annenin mektupları ile o karanlığından kurtulur mu? Anne fazla mı hayalci?
Anne hayalci de olabilir ancak bir gerçekliğin farkında erkek egemen bir dünyada yaşam mücadelesi veriyoruz ve bu sadece kadını değil, erkek ve eş cinsel herkesin büyük bir sorunu. Eril dönen çarkın içine az ya da çok herkes giriyor. Belki de bu çarkı fark etmek en az sıyrıkla kurtarıyor bizleri. Can’ın da bunun dışında olması mümkün olamazdı. Anne bunu biliyor. Yazdıklarının etkisini annenin sorguladığını da pek sanmıyorum. Anne rolünden de uzak. Bir rehber... Ve ayrıca ben yazının gücüne hep inanlardanım.
Görsel: Kitap kapağı
İlgili haberler
Öykücü Berna Durmaz ile bir söyleşi: Koza işçiliği...
Münire Çalışkan Tuğ'dan öykücü Berna Durmaz ile öyküleri, karakterleri ve yaşam üzerine kısa bir söy...
Pavyon Öyküleri: Bastırılmış merak ve dürtülerimiz...
23 kadın yazar yazdı bu kitabı. ‘Burası hayatın arka kapısı…’ denilen pavyondan çıkan öyküler, 23 ka...
‘Çocukluk unutulamayan anılar hazinesidir’
Poli ve Çizgili Arılar Köyü kitabının yazarı, sınıf öğretmeni Meral Şahin’le çocuklar, kitaplar ve y...
Önceki haber
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.