Hastalık ve doktor temaları tarih boyunca edebiyatın değişmez öğelerinden olmuştur. Ama yazarların bu konuyu kullanış biçimleri çoğunlukla hekimleri kızdıracak kadar özensizdir. Hastalıkların bulgularının ya da seyrinin betimlenmesi ya kısaca yapılır ya da kulaktan dolma bilgilerle yetinilir. Bazen bunlar bile es geçilir ve hastalığın sadece adı kullanılır. Çünkü yazarın esas meselesi, bir hastalık ya da hekim aracılığıyla başka sorunlara değinmek, onları daha anlaşılır, daha etkileyici kılmaktır. Tıbbi konuların böyle esas amaçları dışında kullanımı metaforik ve alegorik kullanım olarak adlandırılabilir. Bu açıdan veba, verem, kanser, AIDS gibi öldürücü hastalıklar, hastane, sanatoryum, doktor ve hemşireler, tedavi usulleri ve psikanaliz gibi konular uygun bir malzeme oluşturur.
Tıp konularına ilgi duyan kadın yazarlardan örnekler verelim şimdi de...
JANE AUSTEN VE HASTALIK HASTASI MR.WOODHOUSE
İngiliz edebiyatının görkemli ismi JaneAusten (1775-1817) romanlarındaki karakterler gibi taşrada, Hampshire’ın bir köyünde doğmuştur. Babası bir din adamıdır ancak kızına dini bir eğitim vermemiştir. JaneAusten’ın dokuz yaşına kadar okula gittiği, daha sonraki eğitimini özel derslerle tamamladığı bilinir. Yaşamı boyunca kalabalık ailesinden hiç kopmayan Austen, bozulan sağlığının dışında yalnızca romanları ile uğraşır. Kadın olduğu için, o dönemin yazılı olmayan ama zorunlu ahlaki yargıları gereği, takma isimle yayınladığı kitaplarına siyasal ve toplumsal olaylar hiç yansımamış, ne yazık ki romanları o dönemde fazla bir ilgi de görmemiştir.Yazar, iddialara göre kendisine hayran olan Kral IV. George’a ithaf etmek zorunda kaldığı Emma adlı romanında, kahramanı EmmaWoodhouse’ın babasını tipik bir hastalık hastası (hipokondriyak) olarak tanımlar. Austen’in bu kitaptaki bir diğer kahramanı Lady Churchill de psikosomatik rahatsızlıklar içinde biridir. Austen uzun uzun bazı hastalıkların semptomlarını tanımlar. Üstelik bu tanımlar gerçeğe çok yakın görünür. Yazarın son romanı olan Sanditon’da da sanatoryumlar ve yatalak hastaların öyküsüyle karşılaşırız. Ne var ki Austen sağlığı iyice kötülediği için bu eserini tamamlayamayacaktır. O sıralarda rahatsızlığının melankoliden kaynaklandığı düşünülmektedir ancak bugünkü klinik yaklaşımla ele alındığında Addison hastalığına tutulduğu anlaşılmıştır.
Austen’in yaklaşımları 19. yüzyıl tıbbı ve hastalıkların algılanışı konusunda bize önemli bilgiler verir. Bu eserlerden anlaşıldığı kadarıyla dönemde hasta olmak ciddi bir sosyal problemdir.
BRONTË KARDEŞLER VE FRENOLOJİ
İngiliz edebiyatının yetenekli kardeşleri Anne, Charlotte ve Emily Brontë kardeşler tıp konularına kitaplarında sık sık yer vermeleriyle ünlüdür. Kardeşlerin en büyüğü Charlotte Brontë’nin (1816-1855) doğal istekleri ile toplumsal konumu arasında bocalayan bir kadını anlattığı ünlü yapıtı Jane Eyre adlı romanda frenolojiye dair pek çok anlatıya rastlanır. Kafatasını inceleyerek zihinsel yetilerin ve kişilik özelliklerinin saptanması diye özetlenebilecek sözde bilim dalı frenolojinin o yıllarda çok moda olduğu bilinir. Yazar romanın baş kişisi Jane’in gözüyle romanın diğer kişilerinin frenolojik tasvirlerini yapar sık sık.Romanın bir başka meselesi de deliliktir. Hikâyeye göre Jane Eyre çok küçük yaşta öksüz ve yetim kalmış ve amcasının yanına yerleşmek zorunda kalmıştır. Aile tarafından yatılı olarak gönderildiği Lowood School’da yaşanan bir tifus salgını yazarın pek çok arkadaşının ölümüne sebep olur. Okulu güç bela tamamlayan Jane Eyre, Thornfield Malikanesinin sahibi Edward Rochester’un gayrimeşru kızı Adele Varens’in öğretmenliğine atanır. Bay Rochester nadiren evdedir ve Jane bütün zamanını Adele ile geçirir. Bir gece Jane garip bir koku ve dumanla uyanır. Evde yangın çıkmıştır ve Bay Rochester yatağında kendinden geçmiş vaziyette yatmaktadır. Jane aynı anda garip çığlıklar ve kahkahalar da duymuştur. Daha sonra bu seslerin Rochester’in karısı Creole yerlisi Bertha Macon’a ait olduğu anlaşılır. Jane’nin hizmetçilerden öğrendiğine göre Bertha düğün töreninden hemen sonra aklını kaçırmıştır ve 15 yıldır gözlerden uzak bir odada kapalı tutulmaktadır. Bu gerçeği öğrenen Jayne beş parasız bir şekilde malikaneden kaçacaktır.
Bu hikâye Jane Austen’ın anlattıkları ile uyumlu bir tablo sunar bize. 19. yüzyılda verem, felç gibi hastalıkların bile dışlanma nedeni sayıldığı anımsanınca, Bertha Macon gibi bir akıl hastasının hiç şansı olmadığı hemen anlaşılır. O dönemde akıl hastası gözlerden uzak bir yere kapatılması gereken bir utanç kaynağıdır.
Yazarın diğer eserleri Villette, Öğretmen ve Shirley’de ile en kısa ömürlü kardeş Anne Brontë’nin (1820-1849) Wildfell Hall’un Kiracısı adlı kitabında da benzer tasvirler yer alır. Ancak Brontë Kardeşler’den sonra artık İngiliz romanında hasta tiplemelerine bu kadar sık rastlanmaz. Çünkü bu tarihten itibaren tedavi yöntemlerinde yaşanan önemli değişiklikler hastaları roman sayfalarından kliniklere taşımıştır.
MARY SHELLEY VE FRANKENSTEİN
Bir başka tıp meraklısı kadın yazar, Frankenstein adlı korku romanı ile tanıdığımız Mary Shelley (1797-1851). Dönemin etkili bir kadın hakları savunucusu olan annesi onu doğururken öldüğü için babası tarafından büyütülmüştür. Bütün zamanını babası ve onun entelektüel arkadaşları arasında geçirince, başlıca ilgi alanlarının edebiyat ve felsefe olması kaçınılmaz olur. Üstelik İngiltere’nin en gözde romantik şairlerinden Percy Shelley’le aralarında bir aşk başlamış, Shelley’in evli olması yüzünden iki sevgili İsviçre’ye kaçmak zorunda kalmışlardır. Mary o sıralar henüz 17 yaşındadır. Shelley’in karısının ölümü üzerine kısa süre sonra evlenip İtalya’ya yerleşirler. Ancak evlilikleri pek mutlu geçmez. Doğan dört çocuklarından sadece birisi yaşar, 1822’de ise Shelley bir tekne kazası sonucu ölür. Kocasının ölümünden sonra Londra’ya dönen Mary Shelley ise ölümüne dek profesyonel yazarlık yapar ve kocasının eserlerinin derlenmesiyle uğraşır.Yaşarken adı pek duyulmayan ilginç kadın, nerdeyse 200 yıldır hiç eskimeyen bir korku temasına can verdiğinde sadece 19 yaşındadır. 1816 yılında, ünlü yazar ve seyyah Lord Byron’un Cenevre Gölü kıyısındaki evinde gelen ilhamla yazıldığı ileri sürülen bu trajik öyküde doğrudan korkuya yapılan bir gönderme yoktur. Mary Shelley’in romanında üç kahraman yer alır; ilki Doktor Frankenstein, ikincisi onun yeryüzüne getirdiği yaratık ve üçüncüsü doktorun yaratma tutkusu.
Shelley, doktorun özelinde, doğaya üstünlük sağlamaya çalışan bütün bilim adamlarının ya da insanoğlunun dramını anlatmaya çalışmış ve korkunç olanı, onların pratik faaliyetlerinde görmüştür. Gerçekten de Doktor Frankenstein kendi yarattığı “şey”i görünce dehşete kapılır. Oysa bir adı bile olmayan bu yaratık, bu dünyada yalnızdır, yabancıdır; toplum dışına itilmesi nedeniyle acılı ve öfkelidir. Kötülükten değil, kıstırılmışlığından dolayı öldürür. Sona gelindiğinde bir hesaplaşma kaçınılmazdır ve Mary Shelley, bütünün parçalarını doğanın en el değmedik bir mekânında, Kuzey Kutbu’nda bir araya getirir.
PORPHYRİA VE BELLEĞİN GÜCÜ ÜZERİNE
1973 yılında bir darbe ile devrilen Şili Devlet Başkanı Salvador Allende’nin yeğeni olan Isabel Allende, Paula adlı romanında ilginç bir deri hastalığı olan ‘porphyria’dan muzdarip olan kızı Paula’yı ve kendini anlatır bize. Porphyria (Yunanca ‘mor renk’) aslında yüzlerce yıldır semptomları bilinen ancak adı çok geç konulmuş hastalıklardan biridir. Hikâye Paula’nın ağır bir atak sonucu kocasıyla birlikte yaşadığı İspanya’daki bir hastaneye kaldırılmasıyla başlar.İlk sayfalarda Paula bilincini yitirdiğinde Isabel Allende ona önce hastalığının evreleri hakkında bilgiler verir, ardından da kendi öz yaşamından sahneler aktarır. Kızına “Dinle Paula sana bir hikâye anlatacağım, böylece uyandığında kendini kaybolmuş sanmayacaksın” der. Allende çocukluğundan başlar, politik ve feminist uyanışının tarihçesine geçer, ardından yazar oluşunu öyküler ancak Paula giderek daha derin bir komaya girer. Kendini çaresiz hisseden İsabelle, sempatik bir doktorun yardımı ile kızını solunum cihazından çıkarır ve Kaliforniya’ya, aile evine götürür, daha doğrusu kaçırır. Gerçi kaçınılmaz son yine gelecektir fakat bu sefer Paula onu seven akrabaları ve dostlarının arasında olacaktır.
Isabel Allende’nin öyküsünde medikal prosedürler, hastaneler, doktorlar ve hemşireler, alternatif tedavi yöntemleri, ailenin rolü gibi konularda ilginç görüşlerle karşılaşırız. Aynı zamanda belleğin nasıl oluştuğu ve nasıl taşındığına, belleğin diri tutulmasının yaşamı nasıl uzattığına dair görüşlerini de öğreniriz. Allende, hastaların ölümü hastanelerin soğuk koğuşlarında değil, dostlarının arasında beklemelerinin daha insancıl olduğunu düşünenlerdendir.
SİMONE DE BEAUVOİR VE SUSAN SONTAG’DA KANSER VE AIDS
Günümüze doğru geldikçe veba, kolera, tifus, verem gibi hastalıklar sahneden çekilecek ve yerlerini kanser, AIDS, ruhsal bozukluklar, tıp etiği gibi “modern” konulara bırakacaktır.Feminist yazarların en ünlüsü Simone de Beauvoir (1908-1986) Çok Kolay Bir Ölüm adlı hikayesinde kanserden ölen annenin yaşamından kesitleri geriye dönüşlerle anlatır. Hastalığın safhaları betimlenirken hasta-doktor, hemşire-hasta ve çocuk-ebeveyn ilişkilerine ilişkin derin bir iç görü ediniriz. Hasta ile birlikte adım adım ölüme doğru yolculuk yapan anlatıcının üzüntülerini, kızgınlıklarını, pişmanlıklarını bütün açıklığıyla hissederiz. Yazar bu arada doktorun hastasına gerçeği söylemekle yükümlü olduğu yolundaki etik meseleye de değinir.
Daha çok çağdaş kültürü ele alan denemeleriyle tanınan Amerikalı yazar Susan Sontag ise hastalıkların, özellikle de kanserin çağdaş toplumlardaki anlamını çözümleyen üç kitap yazmıştır. Bunlar Bir Metafor Olarak Hastalık, Satürn Burcunda, AIDS ve Metaforları adlı eserlerdir.
Sontag 1978’de yayınlanan ilk kitabında 19. yüzyılda veremin nasıl ele alındığı anlatılır ve onu 20. yüzyılın hastalığı kanserle karşılaştırır. Yazara göre 19. yüzyılda verem ihtirastan kaynaklanan bir hastalık olarak görülür ve içten içe yanma ve yaşam gücünün tüketilmesi olarak ele alınırdı. Ancak verem hastalarına karşı toplumun bir türlü bağışlayıcı bakışı da söz konusuydu. Veremliler duygusal açıdan diğerlerinden üstün görülür, hastalığın onları bir çeşit arınmaya götürdüğü düşünülürdü. Sontag’a göre veremin bu romantik ele alınışına en iyi örnek Alexandre Dumas Fils’in Kamelyalı Kadın adlı romanıdır. Susan Sontag’a göre hikâyenin aşamaları olan “aşkın keşfi, deneyimlenmesi ve romantik aşkın kaybedilişi” dizgesi aynı zamanda 19. yüzyılda hastalığın etiyolojisini (nedenselliğini) de anlatır. Veremin böyle romantik biçimde kutsanışına karşın “kanserle savaş”, “saldırgan tümör” gibi terimlerden hareketle kanserle ilgili terminolojinin ne kadar militarist olduğundan söz eder. Halbuki ona göre tüm bu metaforlar saçmadır ve verem de kanser de sadece tedavi edilmesi gereken basit hastalıklardır.
Susan Sontag 1988’de yayınlanan AIDS ve Metaforları adlı kitabında ise bir kanser hastası olarak kendi öz deneyimlerinden sözeder. Hastalık sırasında yazar kanser hastalarının nasıl bir yalnızlığa mahkûm edildiklerini keşfetmiştir. Ona göre bundan on yıl sonra artık kanser hastalarına karşı toplum daha kucaklayıcı davranıyor olacak buna karşılık dışlananlar AIDS hastaları olacaktır. AIDS beraberinde iki yeni metafor getirir. Metaforların ilki AIDS’in bir hastalık olarak muzaffer konumudur. Hastalık sizi eline geçirir ve yıkıma uğratır. Böylece ilaçların neredeyse militaristçe kullanımına davetiye çıkarır. Öte yandan hastalığın cinsel yollarla bulaşması onun yeni türden bir veba gibi lanetlenmesine yol açar. Sontag’ın burada karşı çıktığı iki şey vardır. Birincisi hastalığın insanı ele geçirmesi, ikincisi sosyal problemlerin toplumu işgal etmesi. Anlaşılan Sontag AIDS konusunda yanılmamıştır.
İlgili haberler
GÜNÜN LAFI: Simone de Beauvoir'den
Kadının varlığını her daim savunan ve kadını görünür kılmaya çalışan Simone de Beauvoir'un günümüze...
GÜNÜN BELLEĞİ: Aykırı bir kadın Mary Wollstonecraf...
Doğum gününde 18. yüzyılın aykırı kadını Mary Wollstonecraft ile tanışalım. Fransız devriminin tanık...
GÜNÜN FİLMİ: Mary Shelley
Korku edebiyatına damga vuran Frankenstein’ı biliyoruz ama bu karakterin ortaya nasıl ve kim tarafın...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.