Rosetta: Bir genç kadının gözünden işsizlik…
Rosetta özelinde anlatılan bu yaşam mücadelesi, bugün pandemi ve krizin kıskacında geleceğinden kaygı duyan milyonlarca Türkiyeli genç kadına oldukça tanıdık gelecektir…

-Senin ismin Rosetta 

-Benim ismim Rosetta

-İş buldun

-İş buldum

-Arkadaş edindin

-Arkadaş edindim

-Normal bir yaşamın var

-Normal bir yaşamım var

Bu ilginç monolog, Dardenne kardeşlerin (Jean-Pierre, Luc) Altın Palmiye ödüllü Rosetta (1999) filminin en çarpıcı sahnelerinden birinde gerçekleşiyor. Rosetta isimli 17 yaşındaki genç kadın, Belçika’nın varoşlarında, yoksulluğun içerisinde doğduğu dünyada, işsizlik ve geçici işler arasında, alkol bağımlısı annesine bakarak sürdürdüğü karavan hayatının en ‘iyi’ anlarından birinde, iş sahibi olarak geçirdiği bir akşamda kendisiyle huzurla kurduğu bir diyalogdan… Daha önce deneyimlemediği bir akşamın final sahnesidir bu monolog. Çünkü filmin girişindeki sahneden anladığımız üzere, Rosetta’nın, piyasa-istihdam mekanizmalarının arasında sıkışmış bir genç kadın olarak, yoksunluk içerisindeki mücadelesinin en yaşamsal kaygısı ‘normal bir iş’tir. Ama normal bir işe sahip olmanın pek ‘normal’ olmadığı acımasız sosyal koşullarda Rosetta’yı kesintisiz bir mücadele süreci bekler.

Filmin giriş sahnesi de bu alt metin açısından bir fikir verir. Rosetta işten çıkarılınca kıyameti koparır, patronuyla kavgaya tutuşur, kendisini odaya kilitler. İlk bakışta bu ‘irrasyonel’ görünen davranışlar bütünü, Rosetta’nın yaşamını, koşullarını, kaygılarını izledikçe rasyonelleşir, kabul edilebilir hale gelir. Film boyunca, Rosetta’nın, bir ‘iş’e sahip olduğu ve olmadığı koşullardaki davranışları arasında göze çarpan uçurum da bu anlamda kışkırtıcıdır. Yukarıdaki monolog da Rosetta’nın yeni bir iş bulduktan sonra, normal insanların yaptığı gibi iş arkadaşıyla evde yemek yedikten, ilk kez dans ettikten, alkolik bir ebeveynle uğraşmak zorunda olmadığı ilk akşamının sonunda, uykuya dalmadan önce gerçekleşir. Ancak Rosetta’nın yaşamı, bu huzurun 3 gün sürecek olması kadar güvencesiz, süreksiz, kaygılı ve mücadele doludur. İşten kovulur ve yine ‘mantıksız’ davranışlar sahnededir. İşsiz kaldığı ikinci sahnenin sonunda Rosetta, çalıştığı depoda elinde bir çuval unla yerde yatmaktadır, onu sımsıkı tutar, daha yeni sahip olduğu ‘normal bir iş’, o bir çuval unda timsalini bulur, kaybetmek istemez… Bütün sosyal ilişkileri de bu en yaşamsal kaygısına göre şekillenir Rosetta’nın. Annesiyle kuracağı ve belirli düzeyde seyredecek bir ilişki, arkadaş sahibi olabilmesi, normal bir insan gibi işine gidip gelebilmesi, faturalarını ödeyebilmesi; hayatının bütün kolonları, iş kaygısının etrafına dikilir.


NORMAL BİR İŞ, NORMAL BİR YAŞAM…

Film aynı zamanda Batı kapitalizminin beşiklerinden Belçika’nın sosyal güvenlik, işsizlik, sosyal yardım vb. politikalarını teşhir etmesi açısından da başarılıdır. Rosetta işsiz kaldıktan sonra işsizlik ve sosyal yardım talebinde bulunur, elbette olumsuz yanıt alır. Oysa Rosetta’nın istediği tek bir şey vardır; normal bir iş, normal bir yaşam… Neoliberalizmin çalışma yaşamını kayıt dışı, esnek, güvencesiz biçimleriyle dönüşüme uğratması, dünyanın her yerinde Rosetta gibi birçok gencin, ertesi gün bir iş sahibi olmasının garanti olmadığı güvencesiz-belirsiz bir yaşamı, gelecek kaygısını da beraberinde getirir. Deneme süreleri, sözleşmeli/kısa süreli çalışma, performans kriterleri vb. gibi onlarca kılıf uydurulur bu kısa süreli-geçimlik çalışma biçimlerine. Ancak hepsinin anlattığı tek bir gerçek vardır; mevcut sosyal-ekonomik düzen, milyonlarca emekçiye, hayatta kalmaya (‘yaşamaya’ değil) yetecek bir çalışma düzenini süreklilik halinde bile vaat edebilecek durumda değildir.

Fransız sosyolog Bourdieu’nun “habitus” kavramı, tek tek bireylerin, öznel ve biricik kuruluşunu değil toplumsal kuruluşunu-varoluşunu işaret eder. Her türlü bireysel özerklik anlayışının aksine kişilerin eğilim ve tercihleri, içinde bulundukları sosyal kümelerin koşul ve olanaklarına göre, yani habitusuna göre şekillenir. Rosetta’nın da içinde bulunduğu sosyal ilişki ağı, onun seçenekleri ve tercihleri açısından belirleyicidir. Filmin akışında garip, acınası, bencilce ve kabul edilemez karşılayabileceğimiz tercih ve seçenekler de aslında bir toplumsal kuruluşun hikayesidir. Bu davranışlar toplamının faili de tek başına Rosetta değil, onun varoluş mücadelesini sürdürdüğü sosyal kümenin kendisidir. Rosetta’nın kendisine sürekli yardım etmek isteyen iş arkadaşı Riquet ile yaşadığı iki olay da bu açıdan çarpıcıdır. Riquet, ona kendi işini bölüşmeyi teklif eder ama Rosetta kabul etmez, onun istediği yarım yamalak değil ‘normal’ bir iştir. Daha sonra Rosetta balık tutarken kaçırdığı ipi kurtarmaya çalışan Riquet göle düşer ve çamura batar. Rosetta hüzünlü ve kararsız bir yüz ifadesiyle bir süre hareketsiz kalır, aklından geçen Riquet’ye yardım etmemek ve onun ölmesi; ondan boşalan işe de kendisinin alınmasıdır, neyse ki vicdanı el vermez ve yardım eder. İkinci sahnede ise işsizlikten kurtulmaya çalışan Rosetta, Riquet’nin patronuna (aynı zamanda kendisini işten çıkaran patron) Riquet’nin onu kandırdığını, fazladan waffle satarak pozisyonunu daha fazla para kazanmak için kullandığını söyler. Riquet işinden olur, yerine Rosetta geçer. Çok uzun sürmeyecek bir iç mücadelenin sonucu vicdanı yine Rosetta’yı doğru kararı vermeye zorlar, patronunu arar ve işi bıraktığını söyler. Rosetta’nın bu iki hareketi, bir iş sahibi olabilmek için, kendisine yardım etmeye çalışan arkadaşının ölümüne sebep olmayı bir an için aklından geçirmesi ve onu patronuna şikayet ederek ayağını kaydırması bile ‘anlaşılmaz’ gelmez bize. Çünkü Rosetta, içinde bulunduğu bu rezil yaşamı, kendisinin sebep olmadığı bu “yanlış hayatı”, “doğru yaşamaya” muktedir biri değildir. 17 yaşında, toplumsal yaşamın bütün kaygılarını en acı deneyimlerle yaşamış bir genç kadındır o çünkü… Bu deneyimler; onu güvencesiz, süreksiz bir yaşama, bitmeyen mide ağrılarına, alkol bağımlısı bir anneye ebeveynlik etmeye, anormal bir insan yapmaya zorlayan koşullar, Rosetta’nın değil onu kuşatan neoliberal kapitalizmin gerçekleridir. Bu gerçeklere göre yaşamak, bu gerçeklere rağmen hayatta kalmak ise yine bu gerçeklerin koyduğu-işlettiği belirli ahlaki-etik ihlalleri içerir. Bu etik olmayan iki hareketin de doğru manevralarla düzeltilmesi de yine Rosetta’a özgü ve özel değildir. Rosetta, işsizlik-yoksulluk cenderesinde sıkışanlardan yalnızca biridir. Bütün bu rezil yaşamın, felaketler dünyasının yanlışlarına rağmen doğru olanda ısrar etmek, varoluş mücadelesini sürdürmek de bu ‘binlerden biri’ olmanın özelliklerinden biridir.

ROSETTA’NIN YAŞAMINA TANIDIĞIZ

Dardenne kardeşlerin yönetmenliklerinin, başarılı teknik bileşimi de (kamera açıları vb.) bizi neredeyse her sahnede Rosetta’nın dünyasına, fikirlerine, kaygılarına, onunla birlikte hareket etmeye götürüyor. Rosetta’yı anlamaya, zor seçimleri birlikte yapmaya, onunla birlikte pişman olmaya bu kadar yakın olmak, oldukça önemli bir sinema başarısına işaret ediyor. Son söz; Rosetta özelinde anlatılan bu yaşam mücadelesi, bugün pandemi ve krizin kıskacında geleceğinden kaygı duyan milyonlarca Türkiyeli genç kadına oldukça tanıdık gelecektir, çünkü onun kaygıları, tepkileri, hataları, mücadelesi de bir o kadar tanıdıktır.

İlgili haberler
Avcılar’da yaşayan kadınlar: İşsizlik, yoksulluk,...

Avcılar Ekmek ve Gül Grubu 25 Kasım’a giderken kadınlara mikrofon uzattı. Kadınlar şiddete ve cinaye...

Cart: Gerçek bir direniş hikayesi…

Cart, fazla mesaiye zorlanan, hakları gasbedilen, patronun kârı için kapı önüne konan işçi kadınları...

Gündelik ırkçılığa bir de böyle bakın

Siyahlar beyazlarla aynı hastaneye, kuaföre bile gidemiyor, aynı tuvaletleri kullanmaları yasak,beya...