İşsiz kaldığım süre neredeyse bir yıla ulaşmıştı. İş bulma ihtimalinin verdiği heyecan bile dünyalara değerdi. Telefonun diğer ucunda yüksek tondan konuşan Çınar’dı.
“Sana iş buldum. Ama çok kazandırmaz, harçlık gibi düşün. Olur diyorsan geçen buluştuğumuz, Balıklı Rum Hastanesinin yanındaki mekânda, saat 16.00’da görüşelim.”
“Tamam, olur” diyerek kapattım telefonu.
Saat 10.13’tü. Telefon geldiğinde kahve yapmak için mutfaktaydım, mutfak masasının bir köşesinde kalakaldım. Üzerimde annemin ördüğü üzüm desenli hırka vardı. Son geldiğinde getirmiş, hırkanın her iki yanına yaptığı gizli ceplerden birine de para iliştirmişti. Gittikten çok sonra fark etmiştim.
Meslekten atıldığımdan beri çok şey değişmişti hayatımda. Örgüt bağlantısı gerekçesiyle ifademi alan savcı birinin tanıdığı çıkmıştı da “Bundan sonra ne olur?” diye sorabilmiştim zar zor.
“Gözaltı işlemi uygulanıyor böyle durumlarda. Senin için de böyle bir süreç işleyebilir.”
Sorup iyi mi etmiştim, yoksa kendi kendime kötülük mü etmiştim bilmiyorum. Zaten haberlerde de öyle görüntüler izliyordum ki hepten derde koymaya yetmişti beni. “Zank, zank!” diye açılıyordu sabahın kör karanlığında basılan evin kapıları. Bir keresinde, kapımın sesini önceden tanıyayım diye güçlüce vurmuştum da omzum 20 gün feci ağrımıştı. Erken saatte evleri basıldığı için insanlar darmadağındı haberlerde. Bu yüzden olsa gerek ilk işim kalkar kalkmaz yıkanmak ve güzelce giyinmek oluyordu. Uzun kahvaltılarım olmuyordu eskisi gibi. Doktorum antidepresan için “Tok karnına” diye uyardığından beri, ilaçtan önce hazırda olanı bir iki lokma ağzıma koyup mutlaka bir fincan kahve içiyordum.
İş bulmak için epey uğraşmıştım. Kapısından girdiğim nice giyim mağazası, ben daha dükkândan çıkmadan ret cevabı verdi. Hatta biri başvuru kâğıdıma bakarak “KHK’liymişsiniz” demişti. Bana sanki bir memleket söylemiş gibiydi, “Bayburtluymuşsunuz” misali. Gerçi Bayburt’u da hiç bilmiyorum. “Doğrudur” demiştim.
Param suyunu çekmek üzereydi. Ne olduğuna bakmadan Çınar’ın bulduğu işi kabul edecektim. Çengelin ucundan sıyrılmalıydım.
Evden çıktım. Buluşmaya daha çok olduğundan Şişli’ye kadar yürüdüm. Ardından buluşma yeri olan Zeytinburnu’na giden bir vasıtaya bindim.
Buluştuğumuzda, “Bir uygulamaya fal yazacaksın” dedi Çınar. Oturduğumuz ahşap döşeli alçak tavanlı mekândan bir bardak su içerek ayrıldım. Eve dönünce dünden şişmesi için emaye kaba koyduğum nohutları süzüp haşlamak için tencereye aldım. Nohutlar da içim gibi şişmişti.
“Artık bir işim var. Fal bakacağım. İyi de nasıl? Bakıp ne yazacağım? Felsefe okumuş insanız bunu mu yapamayacağız… Off… İş mi ulan bu?” diyene kadar nohutlar haşlandı. Haşlanan nohudun bir kısmını küçük bir kaba alarak tekrar dolaba kaldırdım. Bir şişenin dibinde az kalıp, yağını kaybetmiş tahini kaşıkla bir tabağa sıyırıp humus hazırladım. Bir bardağa Adana’dan 3 ay önce ziyaretime gelen arkadaşımın getirdiği boğma rakıdan az, sudan bol koyup, masanın üzerinde duran radyonun tuşuna bastım. Stresliydim. Elim hızlıca frekans düğmesinde gezinirken titriyordu. “Kırmızı gül demet demet/ Sevda değil bir alamet/ Balam nenni, yavrum nenni” diyordu erkek solist. “Benim önden bir prova yapmam lazım” diyerek kalktım bol köpüklü kahve yaptım. Kahveyi yaparken radyoda çalan hareketli şarkı keyfimi yerine getirmişti. Sırıta sırıta içtim kahveyi. Fincanın bir yerinden aşağı akmakta olan köpüğü de dilimle sıyırıp kapattım fincanı. Az biraz zaman geçince fincanı açıp önüme koydum.
Daha önce fal bakmamış ama baktırmıştım. Önümde birbirine paralel olan üç yolum vardı. Sonra birbirinin içinden geçmiş, anlamsız, ağaç dalları gibi sarmal bir şekil. Tabakta ise neredeyse hiç telve yoktu. Telvesiz tabak mı olurdu? Böyle bir resim çekip gönderseler, neye yoracaktım? Önümde duran, üstelik bana ait olan fincana daha iki kelime edemezken şimdi onlarca fincana bakıp üstüne bir de sorulan sorulara cevap verecektim. Oysa ben, beni reddeden mağazalarda saatlerce kıyafet katlamaya tamamdım.
Kafamın içindeki sesten kurtulduğumda radyoda Livaneli söylüyordu: “Bir çift güvercin havalansa/ Yanık yanık koksa karanfil/ Değil bu anılacak şey değil/ Apansız geliyor aklıma/ Neredeyse gün doğacaktı/ Herkes gibi kalkacaktınız…”
“Bok herkes gibi kalkacağım” deyip söylenerek radyonun fişini çekip yatmaya gittim.
Bütün gece boğuştuğuma emin olduğum ama ne gördüğümü tam olarak hatırlamadığım rüyaların ardından sabah erkenden uyandım yine. Duşun ardından turkuaz bir gömlek altına da gri bir etek giydim. Güzel olmuştum. Zaten bu süreçte bir ilişkim de olmadığından iltifatı da kendi kendime ediyordum. İlaçtı, kahveydi derken saat on üçü iki geçiyordu ki ilk müşterimden fincan fotoğrafı geldi.
“Adı Aslı. 94 doğumlu. Bekâr. İlişkisi var. Çalışıyor.”
Fotoğrafın peşi sıra gönderenin bilgileri de geliyordu.
“Hay sıçayım! Hay sıçayım! Ah… Ah… Ah ah… Aptalsın kızım sen. Aptal! Ne yazacağım şimdi? Elif, ah Elif” diye kendi kendimi azarlarken aklıma en geç yarım saat içinde cevabı göndermem gerektiği geldi. Kendimi sakinleştireyim derken birbiri ardına yutkundum. Boğazımın acıdığını fark ettim. Birden aklıma öğretmenler odasında sık farenjit olup yutkunup duran Necla Hoca geldi. Onun gibi bir elimle boğazımı tutup yutkunurken; bir taraftan da yazmaya başladım.
Fal yazmanın şartları vardı; bazen bir harf, bazen de bir sayı vermek gerekiyordu müşteriye. 28 yaşındaki Aslı’ya şunları yazdım:
“Kış mevsimi yaklaşırken hem senin üzülmemen hem de seni seven insanların üzülmemesi için bu aralar dikkat etmelisin. Özellikle ağız ve boğaz çevrende hassasiyetlerin artabilir. 3 vakte kadar seni mutlu edecek bir haber alacaksın. Acele etme! Ne demiş yaşayıp tecrübe edenler; acele etme, işine şeytanı karıştırma. Şeytan demişken maviyi kıyafetlerinde kullanmaya özen göster. Turkuaz güzel bir renktir. Sana da çok yakışır. Bahtın gök gibi açılır.”
Ne yazdığımı dahi okumadan gönder tuşuna bastım. Yazı birkaç saniyede karşı tarafa uçup gitti. Elimle ağzımı kapadım. Rezilliğin bini bir paraydı. Bir insana şunları edeceğime keşke şu an şu saate kapıyı kıra kıra gelip beni gözaltına alsalardı... Bir bardak su içtim. Kimsenin kimseye zorla bir şey yaptığı, yaptırdığı yoktu belki ama bu iş değildi. Değildi! Rezillikti!
Tüm bunları düşünürken bir mesaj daha geldi.
“Adı Hakan, 79 doğumlu. Evli. Çalışıyor.”
43 yaşındaki fal baktıran bu adama şunları yazdım:
“Anlam veremediğiniz bir durumla karşı karşıyasınız. Uzun süredir yapmak isteyip de ertelediğiniz işleriniz sizi bekliyor. Beklemeyin! Sıkılmaya başladım diye düşündüğünüz şeylere biraz hareket biraz da renk katmanın zamanı gelmedi mi? 7 gün içinde gitmeniz gereken bir yolunuz var. Gidemiyorsanız bilin ki o gün bir şey sizin hayrınıza olacaktır. Kaybettiğiniz şeyler olmuş. Bir şey hariç, yeniden kazanmaya başlayacaksınız. Bunun için ayağa kalkın.”
Bu daha fenaydı. İki elimle yüzümü kapadım. Birkaç kez derinden nefes aldım verdim. Sonra içimden geçirdiklerimi sesli sesli söylemeye karar verdim:
“Hakan Bey. Yalan söylemedim ben size. Hep kazanmış olamazsınız. Evliliğiniz de hep iyiye gitmiyordur ya! Biraz renk yolunda gidene de sönene de parıltı olur. Fena mı? Değil elbet. Sonunda sevgili karınız bana duacı olur.”
Dün son sözü “Herkes gibi kalkacaktınız” olan radyonun fişini prize takmaya karar verdim ki bir fotoğraf daha geldi. Ve bir müşterimi anlatan bir mesaj: “Kadir, 81’de doğmuş. Bekâr ve iş arıyor.”
“Ah… Kadir” dedim içimden. Zor be! Zor işte. 41 yaşındasın. Bekârsın, üstelik işsizsin. Şanslıysan aşk vardır. Ah, kız da seni seviyorsa… Samanlık seyran, tarla bağ olur! Dudağımın seğirmesini elimle durdurtan sonra yazdım Kadir’e.
“2 veya 2’li günlerinde şans ayağına gelecek. Birinin vasıtasıyla gireceğin bir işin olacak. Bunun için biraz gözünü biraz da kulağını açman gerek! Gönlün zaten açık! Güzeli seçip görecek kadar körelmemiş daha yüreğinin gözü. 35 yaşın ömrün orta yeri olduğu yalanı eskilerde kaldı. Senin şansın da baharın da önündeki birkaç yılda açılacak. İstersen her gününe çiçekler açacak.”
İşe başlayalı iki saate yaklaşıyordu. Haletiruhiyem suyu sıkılmış bir sünger gibiydi. Birbiri ardına 5 fincanın daha resmi geldi. Biri vardı. 63 yaşında bir erkek. Evlenmemişti. Belli ki sıkılıyordu. Sıkılıyordu da fotoğraf gönderiyordu. Yalnız değilse, evi aile üyelerinden birileriyle paylaşıyorsa dahi yalnızdı. Yoksa fotoğrafı niye göndersindi? Göndermezdi. Buna yormuştum. Yalnızlığı bilirdim. Yalnızlık zordu. 160x200 cm yatak dipsiz, dar bir kuyu olurdu yalnızlıkta. 63 yaşındaki Memduh Bey’i düşünürken bir taraftan da acıkan karnımın sesine kulak verdim. Dünden kalan nohudun yanına yaptığım pilav pişerken şunu yazıp gönderdim Memduh Bey’e:
“Ağaçların en hayırlısı Çınar’dır. İnsanın en hayırlısı ise kendi yüzünü güldüren. Ne her yolun sonunu çıkmaz say ne de her yolu çıkılmaz! Bir de bakmışsın ki Şişli’den Zeytinburnu’ya bir yürünesi yolun vardır. Bir harf görüyorum fincanında, ‘E’ ile başlayan gençten bir kadının adı. Derde düştüğün vakit yap yine bir kahve, gönder resmini bana. Fal deyip de geçme! Ne sen ne de o ‘E’, yaptığı iyiliği bilemez. Falın ve sözün yüzü suyu hürmetine hayata tutunanlar var.”
İlgili haberler
Overlokçu
‘Valla çok hoşuma gitti. Sanki bir aileyi ifade eder gibi demedi mi ya… Bu rezil atölyeye bir çatı k...
Döneceğim Matta!
Evet Matta yok artık, sanırım en çok bunu söyledim kendime… Yok’u öğrendim, yok olmayı, yok olana al...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Dokuz Numaranın Yolcuları
Aylardır dokuz numaranın yolcularından biriydi kendi de. Ustaca kesilmiş bakımlı saçları, düzgün kıy...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.