Edouard Louis’in romanları
'Yazarımızın kitaplarında anlattıkları kuru bir dille anlatılamayacak kadar etkileyici, derin ve çarpıcı.'

Cinsel yönelim en geniş tanımıyla, bir kişinin hangi cinsiyete romantik/cinsel çekim duyduğudur. Cinsel yönelim bir tercih değil, bir gerçekliktir. Genel kanı; eşcinselliğin genetik, hormonal, nörolojik ve çevresel etkilerin etkileşiminden kaynaklandığı ve bir hastalık olmadığıdır. Bilim adamlarının tespitleri bu yöndedir.

Aile kavramının baş tacı edildiği, eşcinselliğin de yerden yere vurulup “baş düşman” ilan edildiği günümüzde, oldukça netameli bir konuda böyle bir girizgah, gerekli ve zorunluydu. Eşcinselliğin bir suç olmadığı, çokça körüklenen homofobik nefretin neleri örtme çabasına hizmet ettiğini unutmadan kitap tanıtımımıza geçelim.

Elimde Edouard Louis’in dört romanı var. Ben ülkemizde yayınlanış sırasına göre ele alacağım. Ayberk Erkay’ın muhteşem çevirisiyle can bulan satırların dili son derece dinamik, anlaşılır ve akıcı.

Fransa’nın kuzeyinde bir işçi kasabasında doğup büyüyen Eddy’nin 30 yıllık hayatıdır anlatılan. Eddy bir eşcinsel. “Babamı Kim Öldürdü” ile başlıyor hikayemiz. Dört ayrı kitaptan oluşan bu dizge, ayrı ayrı da okunabilir, birbirini tamamladığı için dörtleme de sayılabilir. Dördü de farklı zamanlarda basılmış. Farklı zaman ve mekanları kapsasa da geri dönüşlerle tekrar tekrar hatırlanan bir çocukluk trajedisinde olaylar birbirini bütünlüyor, ilginç biçimde yeni ve katmer katmer açılan ilişkiler ağında derinleşiyor roman. Tamamen otobiyografik olduğunu düşündüğümüz roman 52 sayfasıyla sanki bir “mini roman.”

Dramatize edilmeyen acılar

Eddy’nin babası, adı verilmeyen o yerde pek çok kasaba sakini erkek gibi eğitim alamamış bir işçi. Her Allah’ın günü sızana kadar içen, hır çıkarıp kavga eden, eşini döven, hayata ilişkin hıncını evdekilerden alan, ömrünü bu döngüde sürdüren homofobik, ırkçı bir adam. Tıpkı bizim “taş fırın erkekleri” gibi. Kahramanımızın çocukluğundan itibaren duyguları, tavırları, cinsel yönelimi başına bela olurken; hangi süreçlerden geçerek babasının yarattığı travmalarını yatıştırıp bastırdığını bilince çıkarması yılar alacaktır. Baba oğul ilişkisindeki sevgi bağı adeta utanç kaynağı olup bir türlü açığa vurulamaz. Aralarında giderek açılan mesafeyle oluşan yaralar artar, kangrenleşir. Geçirdiği korkunç iş kazası neticesi baba çalışamaz, yardıma muhtaç ve yatalak hale gelir. Eddy, yaşadıklarını politik bir çerçeveye oturtup olaylara gerçekçi ve sınıfsal gözle bakmaya başlayınca değişecektir babası ve sisteme ilişkin düşünceleri. Hiç dramatize etmeden, arabeskleştirmeden anlatacaktır yaşadığı acıları.

Fransa’nın 2000’li yıllarında sağlık sistemindeki kısıtlamalar, sosyal güvenlik düzeninin iflası, yardımların kuşa çevrilmesi, hepsi babanın cehennem hayatını daha da güçlendiren adımlardır.

Şöyle der Eddy: “Siyaset, egemenler için genellikle ‘estetik bir meseledir.’ Bir tür kendini keşfetme yöntemi, bir tür dünyayı algılama, kişiliğini inşa etme biçimidir. Bizler için ise ölmek ya da yaşamak anlamına gelir.” “Holland, Valls, El Khormi, Hirsch, Sarkozy, Macron, Bertrand, Chirac. Acının tarihinde isimler yazılı. Senin yaşamının tarihi, seni yok etmek için birbirinin yerine geçen bu insanların tarihidir. Bedeninin tarihi, siyasi tarihi suçluyor.” Sorumluluk silsilesinin aktörlerini sıralar birer birer. Sanki babasıyla ve düzenle bu kısacık ve sert öyküyle yüzleşmekte, sisteme restini çekmektedir.

Roman bizde yankısını Moda Sahnesinde bulur. Onur Ünsal’ın mükemmel oyunculuğu, Kemal Aydoğdu’nun yaratıcı yönetmenliğinde sahneye konur, defalarca sergilenir ve devleşir.

Labirentte sıkışmak

Eddy’nin Sonu adlı roman ise daha kapsamlı ve detaylı bir otobiyografidir. Çocukluktan başlayarak yıl yıl geçirilen evreler, aile bireyleri aralarındaki ilişkiler ve sosyal çevre duygu durumu da dikkate alınarak tanıtılır. Sık sık yoksulluğun öfke, hınç ve giderek şiddete dönüşen yüzüne tanıklık ederiz. Erkekliğin zorbalığına ve sertliğine dayanamayan Eddy’nin çıkmazlarını, küçücük yaşta horlanıp yok sayılmalarını, maruz kaldığı fiziki ve ruhsal işkenceleri...

Vücut dili, nereye koyacağını bilemediği elleriyle kendini ve cinsel kimliğini arar durur Eddy. Gizlice giydiği ablasının kıyafetleriyle kendini seyrederken mest olur. Futbol yerine dansı seçer. Eril dil ve erkekçe sayılan bütün davranışlar öylesine yabancıdır ki ona; gerçekle yüz yüze gelince nefrete dönüşen bir duygu gelgitidir yaşadığı. Okulda sokakta alay konusudur. Bu durum daha ilkokul yıllarında tahrip edici şiddete dönüşür, aşağılanır, dövülür. Toplumsal şiddetin daniskasını yaşar. Ses çıkaramaz, karşı koyamaz, susar, siner.

Sıkışıp kaldığı bu labirentten çıkmak için kızlarla birlikte olmak için çok zorlar kendini ama duyduğu şey tiksintidir.

Aslında sözün özü şu ki; Fransa’nın kuzeyindeki bu yabancı yeri, varsayalım bir Anadolu kasabasında yaşayan işçi ailesinin yerine koysak, yaşananlar üç aşağı beş yukarı aynı olacaktır. Çünkü sistem emekçiler için yaşanması zor, “ötekiler” için ise kabus dolu günler demektir. Şaşkınlıkla fark ediyoruz ki sınıfsal ayrım her şeyi biçimliyor. Eril dünyanın her gün yeniden ve yeniden ürettiği değerler son derece tanıdık. Hiç fark etmiyor; sefillik sadece fiziki değil, kültürel olarak da hüküm sürüyor, cehaletle birleşip boy veriyor, çoğalıyor.

Eddy, ilk cinsel deneyim ile maruz kaldığı yıkım ve kodlanmayla, çaresizliğin getirdiği suskunluk ve ardından boş vermişlikle, her yengiden sonra tekrar kaçışı dener. Ne kadar savaşırsa savaşsın, inkar edilemez biçimde cinsel kimlik savaşından ona kalan türlü adlarla yeni bir yol çizmek zorunluluğudur. Nefes alabileceği, yaşayabileceği bir kente gitmek ve tiyatro eğitimi bunu sağlayabilecek midir?

Şiddetin Tarihi yazarın üçüncü romanı. Artık yetişkin olan Eddy, bir yılbaşı gecesi sokakta Reda adındaki bir “yetişkin Arap erkek” peşine düşer, bir şeyler içmek üzere evine gelirler ve birlikte olurlar. Reda, Eddy’nin telefonunu çalmaya kalkışınca olanlar olur ve ona cinsel saldırıda bulunur, boğmaya kalkışır. Diğer iki romandan farklı olarak olaylar Eddy’nin ablasının gözünden anlatılırken arada bir Eddy’nin sesini duyarız. Bu bize olaylara yaklaşımdaki iki farkı ve kahramanımızın o ağır saatleri ve yaşadıklarını ifade etmekte zorlandığı hissi yaratır. Ortaya çıkan ise; şikayet sonrası bürokratik yavaşlık, tıpkı bizdeki gibi adam sendecilik, iliklere işlemiş etiketlenme, damgalanma, tecavüz ve cinayete teşebbüsün cezasının ne olacağıdır. (Hiçbir şey olmayacağı...)

Özgürlüğe adım

Edouard Louis’in son romanı Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nde bu kez kahramanımız annedir. 17 yaşında hamile kalan iki çocuktan sonra ne işi, ne eğitimi ne de gidecek bir yeri olmayan anne, tükenen sabrı ve nefretiyle terk eder kocasını. İkinci evliliğinde de mutsuzdur. Aşağılanma, bitmeyen şiddet kaderidir sanki. Baba iş kazası sonucu işsiz kalınca evin tüm yükünü sırtlanır, kolları sıvar, yaşlıların temizliğini ve bakımını sağladığı bir işe girer. El değiştiren otorite ile baba daha da saldırganlaşır. Ve bir gün Eddy’i arar kocasını kapıya koyduğunu, pes etmeyeceğini, teslim olmayacağını müjdeler. Özgürlüğe adım atışıyla yaşamında bir dizi şey hızla değişecek ve kendini bulmasına vesile olacaktır.

Yazarımızın kitaplarında anlattıkları kuru bir dille anlatılamayacak kadar etkileyici, derin ve çarpıcı. Az sayfalı, kısacık gibi görünseler de dolu dolu, yaşamın, onun binlerce nüvesine her satırında zeka pırıltılarını duyumsatan sade bir dil ve duygu yüklü anlatımı var. Hiç yabancılık hissettirmeyen ve sanki bizim dilimizde yazılmış bir metin sanılabilecek bu eserleri kazandıran çevirmenin rolü büyük. Kıvrak dil ustalığı çarçabuk okunur kılıyor romanları.

İyi okumalar…

Görsel: Canva pro kolaj

İlgili haberler
Dalgaların ritminde yaşamak

'Dalgalar’ın, yazarın müthiş zekasının bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Roman bir değil, altı çift gö...

Kadınlar için 'Son Damla' olsun

'Adalet kavramı üzerine düşünmeye sevk eden film görünmez kılınan, sesi duyulmayan kadınların karşıl...

Bir kitap: Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş

José Saramago bu eserinde kapitalist sistemi, dini kullanarak toplumları sömüren politikacıları hici...