Doksanların sonuydu... Çok uzun süren ve hareketsizlikten oldukça da “kütükleştiren” bir yolculuktu. Hiç unutmuyorum. Yaz aylarının kavurucu sıcağında saatler süren “oturma mecburiyetinden nasıl kurtulunur”, diye düşündüğüm çok olmuştur. O zamanlar, şimdi olduğu gibi uçak yolculukları henüz sık ve ucuz değildi. Yurt dışından gelip, İstanbul`dan Dersim’e gitmek, bu nedenle düşündürücü ve eziyetli oluyordu. Paradoksal olan, bütün bu sıkıntılara rağmen, Dersim`in yolunu tutmamak, mümkün değildi. Orada yaşayan ve uzun zamandır görüşmediğim bir ailem vardı...
Otobüs terminaline beklenen otobüs gelmişti artık. İstanbul`un trafiği, keşmekeşliği sabahın ilk sessizliğini çoktan unutturmuştu bana. Korna sesleri acımasızcaydı kulaklarıma çarparken. Düşmanca yoğunlaşmış taşıtların kaosunda, egsoz dumanlarından oluşan ağır koku genzimi yakıyordu. Gökyüzünü kaplayan grimsi sis tabakası insanın nerede olduğunu anlaşılmaz bir hale getiriyordu. Taşıtların arasından aniden beliren, yolun bir yanından öbür yanına koşuşturan insanlar; ellerindeki naylon torbaları ve parmak aralarındaki sigaraları umarsızca tutuyorlardı. Bu insanlar geçiş anında kafalarını kaldırıp, gelip geçen arabalara bakmıyorlardı bile. Aceleyle yolun öbür tarafına yetişmeye çalışan insanları, genellikle erkekleri görünce hep ürperir, korkudan nefesimi tuttuğumu sonradan fark ederdim. Utanmasam çığlık atasım gelirdi, sanki çok faydası olacakmış gibi. Ama bir Anadolu kadını olarak aldığım terbiye, beni bu davranıştan alıkoyardı. Ama, koluna sıkı sıkı sarıldığımı fark eden kardeşim, sessizce fısıldayarak “Nere korkma korkma re. Bu ne ki, teoooo!” diye beni yatıştırıyordu.
Terminalde, biz iki kız kardeş valizlerimizi itişe kakışa, insan kalabalığının arasından sıyrılarak, gerideki tenha bir yere götürdük. Valiz sürükleyenler, sırtlarında eşya taşıyanlar; simit, su, mendil, oyuncak ve çerez satan, yüzleri güneşten bronzlaşmış erkek çocukları ve yaşlı amcalar bağırarak, bize eşlik ediyorlardı. Çaycı gençler havada salladıkları tepsilerle insan kalabalığının arasına dalarken “çay, taze çay” diye bağırıyorlar, sonra yaklaşıp “Çay var çay! Abla çay!” diyerek ince belli minik cam bardakları, istemesek de bizlere uzatıyorlardı.
Çaycılardan biri kardeşimin önünde durdu ve uzattı bir bardak çayı. “Çay sıcak mı?” diye sordu kardeşim. “Evet abla, yeni demlendi!” Kardeşim ne yaptığını bilen, kendinden emin bir tavırla çıkardı bozuk paraları ve çaycıya uzattı. Aldığı iki çay bardağından birini de bana verdi. Her şey çok çabuk oluyordu. Bana bile sormadan “al abla, iç iyi gelir” dedi. Çayın görünümünü çok koyu bulmuştum, ama bir şey demeye cesaretim yoktu. Ortamın keşmekeşliği ve temposu benim şaşkınlığımı gözle görülür bir şekilde etkilemişti. Kardeşim farkındaydı benim hoşnutsuzluğumun, ama oralı olmadı. İnsanlar çok gergin ve agresif bir tavır takınıyorlardı. Yüksek sesle konuşmaları, bağrışmaları beni tedirgin etmişti. Kardeşim de, orada gergin ve kızgın görünenlerden biri olmuştu benim gözümde. Çekildiğimiz köşede ayakta duruyorduk. Sabahın çok erken saati olmasına rağmen, hava çok sıcaktı. Çay bana bayat ve acı gelmişti. Evet evet, bayat olduğu belliydi. İçemedim. Kardeşim hiç oralı olmadan sigarasının da yardımıyla yudumladı çayını. Bardaklar o kadar minikti ki, kardeşim birkaç saniyede yudumlayıp bitirivermişti bile.
Beyaz renkli “Can Tunceliler” yazılı otobüsün bagajına yaklaştık sonuçta. Bavulları sürükleyerek, kuyruktaki yerimizi aldık. Kuyruk dediğim kümelenmiş, önü ve sonu olmayan insan kalabalığıydı... Her kafadan bir ses çıkıyordu. Muavine seslenenler, birbirlerine fırsat vermeden valizlerinin bir an önce alınıp yerleştirmelerini rica edenleri izliyordum. Pala bıyıklı yaşlı amcanın biri, tipik Dersim aksanıyla, yalvarırcasına “Abe, qadan alam, a bunun içinde qırılacaq eşya var a! A bunu a u arqaya sıqıştır, ölem sana!” derken nerdeyse bagajın içine giriyordu. Benim şaşkınlığımı fark eden kardeşim beni eliyle hafif iterek “abla sen hele yaklaşma, ben hallederim” deyip o da muavine valizlerimi arka taraflardan bir yere yerleştirmesini söyledi. Muavin “merak etme abla, yerimiz bol” diyerek yatıştırdı kardeşimi.
Muavin işinin uzmanıydı elbette. Bu işi küçük yaştan beri yaptığı nasılda anlaşılıyordu. Yolcuya nasıl davranıp ikna edeceğini türkü söyler gibi biliyordu. Yolcuların itişe kakışa, bağıra çağıra feregatçılarıyla otobüsün giriş kapısına doğru gitmeleri beni heyecanlandırmıştı. “Acele etmemiz lazım herhalde”, dedim kardeşime. Bir yandan çantasının içini karıştıran kardeşim “hayır abla korkma! Önce anons edecekler. Daha zamanımız var cicim” dedi. İki eliyle daldığı çantasından çıkardığı yine sigara paketiydi. Bir sigara daha yaktı. Kardeşim her eylemden, her “kol kaldırma”dan sonra bir sigara yakardı. Kendini ödüllendirmek istercesine. Aslında, o da heyecanlıydı, ama hiç belli etmiyor muydu? Zırt pırt sigaraya dadanması heyecanın ta kendisi değil miydi? Biz iki kardeş dikildiğimiz alanda insanlara bakıyor, yorumlar yapıyor ve gülümsüyorduk. O beni, ben de onu sakinleştirmeye, kendini güvenli hissettirmeye çalışıyorduk.
Yavaş yavaş otobüse binen yolcuların sayısı çoğaldı. Kimileri çok memnunca otobüsün kapısına yönelip yerlerine almaya çalışıyorlardı. Kimileri de kendilerini yolculamaya gelen yakınlarıyla hala ayakta konuşuyorlar; yanlarındaki çanta ve torbaları karıştırıp yanlarına gerekli olan her şeyi alıp almadıklarını kontrol ediyorlardı. Bizim bulunduğumuz yer otobüsün biraz ilerisiydi. Olup bitenleri rahatlıkla gözlemleyebiliyorduk. Elindeki sigarasıyla oldukça rahat ve sakin bir duruşu vardı kardeşimin. Onun bu denli rahat olmasına ve kendine olan özgüvenine hayran olmuştum. Duygularım zikzak çizip duruyordu. Endişe, hüzün, sevinç ve şaşkınlığım beni allak bullak ediyordu bu iyi tanımadığım ortamda. Bu uzun otobüs yolculuğunun beni nasıl etkileyeceğini düşünmeden edemiyordum. Sonunda dayanamayıp “Peki hayatım, emin misin bu otobüsü ta Dersim’e kadar bir tek şoförün sürmeyeceğine?” dedim. Kardeşim böyle bir soruyla her an karşılaşacağını hesaplamış gibi, hiç düşünme gereği duymadan “Ya, evet abla! Olur mu öyle şey? Tabi ki iki kişiler her zaman” deyip beni yine yatıştırma girişiminde bulundu. Ben onun yüz ifadelerini inceliyordum. Güven verici bulmuştum Ceke`mi.
İstanbul`daki hayatı, insanların alışkanlık ve davranışlarını; yolları, gidiş gelişleri, semtleri, ulaşım yollarını ve insan karakterlerini çok uzmanca tanımlar ve tarif ederdi güzel kardeşim. Gülmesi de hiç eksik olmazdı anlatıp tarif ederken. Evet, hatta şuracıkta, şu koca taşıtların saldığı kara ekzos dumanlarında boğulmak üzereyken ben, o kahkaha atıyor; tanıdıkların taklitlerini yapıyor ve beni yaklaşık yirmi saatlik otobüs yolculuğuma hazırlıyordu.
Kardeşim, “Bak abla, molada otobüsten in, git tuvaletine, elini yüzünü yıka. Otur yemeğini ye. Hiiic çekinme. Ama sakın etli yemek yeme. En iyisi yoğurt ye sen! Evet evet, ne olur ne olmaz. Biliyorum! Ben ye, desem de yemezsin gerçi ya! Yanında da biraz yiyecek var zaten. Ama hiç değilse in ve yürü biraz. Bacakların açılır. Sonrada at kafayı uyu. Keyfine bak”, diyerek bilgilendirip tavsiyelerde bulunuyordu. Her zamanki gibi, ben de, “Tamam bitanem. Sen merak etme. Ben çok severim otobüs yolculuklarını. Okurum, uyurum ve zaman çabuk geçer”, diyerek kardeşimin benim için endişelenmemesine çalışıyordum.
Evet, anons yapıldı. “Hadi abla! Gel seni yerine götüreyim”, dedi kardeşim. Birlikte otobüse yürüdük. O önde ben arkada. Binmemiş tek yolcu ben olmalıydım. Otobüse bindik. Yerimden pek memnun değildim ama, “idare edeceğim artık”, diye düşündüm. Otobüste kadınlı erkekli ve çocuklu yolcular vardı. Çoğu zaman kadınlar birlikte oturuyorlardı. Bu yazılı olmayan bir kuraldı otobüslerde. Elbette ki bu kural, kadınların cinsel tacize uğramalarını önlemek içindi. Sanırım! Yazılı bir kanun ve kural olmasa da, bu herkes tarafından benimsenmiş, hatta sorgulanması bile düşünülmeyen bir gerçekti.
Benim yerim arka koltuklardan birinde bir yaşlı kadının yanıydı. Ben koridor tarafında oturmayı tercih ettiğim için, yanımdaki orta yaşlı teyzeyle yer değişmem güç olmadı. Kardeşimle çabucak sarılıp kucaklaştık. Yanaklarımızdan seslice öptükten sonra “iyi yolculuklar ablacığım. Ben senin varacağın saati biliyorum. Ararım seni, oldu mu?” dedi kardeşim. Ve çarçabuk indi otobüsten. Son inen yolcu refakatçisi kardeşim oldu. Muavin “tamam kaptan” dedikten sonra kapılar kapandı. Ben gözlerimle inen kardeşimi ararken onu otobüsün yanında, benim pencereme yaklaşmış olarak buldum. Ben elimle bir öpücük gönderdim. O da bana kolunu kaldırarak el salladı ve eliyle bir öpücük gönderdi. El salladı defalarca. Üzgün muydu? Artık göremiyordum onu.
Artık otobüs hareket etmişti. Heyecan, serüven ve endişe başlamıştı!
Muavin programlanmış gibi koridorda bir aşağı bir yukarı gidip geliyor, yolcularla kısa cümlelerle konuşuyor ve aynı zamanda kolonya ellerine sıkıyordu. Bana geldiğinde “Hayır, teşekkür ederim” diyerek kolonya almayı reddettim. Yanımdaki teyze daha benim sözümü bitirmeme fırsat vermeden uzattı iki avucunu muavine ve o da şeffaf cam kolonya şişesini sallayarak bolca serpiştirdi teyzenin avucuna. Parfümlü limon kokusu burun deliklerimi okşadı. Bir ferahlık duydum. Bu değişmeyen yolculuk geleneğine hem hayranlık duyuyor hem de enteresan buluyordum. Bu arada yolcularla muavini arasındaki diyalogdan onların neler düşünüp hissettiklerini anlamaya çalışıyordum. Hemen yan taraftaki çift koltuklarda arkalı önlü oturan, Almanya ya da Avusturya’dan gelmiş olabileceklerini sandığım, dört genç erkekten oluşan bir akraba topluluğu vardı. Bunlar belki de arkadaştılar. Bu yolcular aralarında konuşurlarken, arada bir bozuk Türkçelerine yardım olsun diye, Almanca konuşuyor ve gülüşüyorlardı. İyi beslendikleri belliydi bu Alamancıların. Hem bakımlı hem de boylu posluydular. Kim bilir, belki de uzun zamandır hiç “memlekete” gelmediklerinden grup olarak bir “Munzur serüveni” yaşamayı istiyorlardı. Ben onların yakınına düştüğüm için kendimi memnun hissediyordum. “Hem biz Avrupalılar birlikte Mamiki`ye yolculuk yapıyoruz. Nasılsa aynı kaderi paylaşıyoruz”, diye, ironi ile gülümsemiştim içimden. Onların hislerini daha iyi anladığımı düşünüyor ve sempati duyuyordum bu ortak yanımıza.
Bir süre sonra, kardeşimin sözünü ettiği “ikinci kaptan nerede”, diye geçirdim içimden. Acaba yolcuların içinden biri mi? Zayıf bir olasılıktı bu elbette. Prestij sahibi bir otobüs şoförü, yedek de olsa neden yolcuların arasında otursun ki? “Yok yok, o kesin ya en önde oturanlardan biridir ya da arka kabinde uyumaya çalışmaktadır”, diye geçirdim kafamdan.
İstanbul`dan çıkmak oldukça uzun sürdü. Otobüs ikide bir yavaşlıyor, duruyor, şoför penceresinden dışarıya laf atıyor, muavinle konuşuyordu. Bu arada muavin zırt pırt merdivenden inip kapıyı açıyor, arada bir “Tamam abiii!” diye sesleniyordu. Trafik oldukça yoğundu. Korna sesleri, koşuşan insanlar, hızlıca geçen arabalar, geçitler, virajlar ve arada bir uyulması gereken trafik lambaları tüm dikkatimi almıştı. Ben bir yandan “Yedi tepeli” çok özlediğim İstanbul’umu inceleyip tanımaya çalışırken, bir yandan da şaşkınlıkla söyle düşünüyordum:
İyi ki burada yaşamıyorum. Bu ne keşmekeşlik, düzensizlik ve kaos. Hiç de değişmemiş. Sadece gökdelenleri çoğalmış. Hem de ne gökdelenler!
Hele 35 derecenin üzerinde ki bu temmuz sıcağında, kafaları çıplak, perişan yoksul çocuklar yoğun araba trafiğinde o arabadan öbür arabaya koşarak, mendil satmaya ya da araba yıkamaya çalışarak ekmek parası kazanmaya çalışmalarına tanık olmak, içimi çok burkmuştu. Kahrolasıca düzen. Bu yürek bu manzaraya nasıl dayansın ki! Gördüklerim canımı acıtıyordu adeta. Korku ve dehşet vericiydi. Arabaların altında çiğnenecekler endişesi bir yandan bir de şoför ve yolcuların umarsızlığı bile beni korkunç derecede etkiliyor ve öfkelendiriyordu. “Bu ne ya, bu insanlar nasıl bu kadar acımasız olabiliyorlar. Ne olur yani birkaç kuruş verseniz. Ah, dursa ya! Sıcaktan tenleri kayış gibi kurumuş yavrum. Nasıl da yalvarıyor...” diye düşünüyordum camdan dışarıya bakarken. Neredeyse bağırasım geliyordu. “Rica etsem şoföre de dursa ve biraz para versem bu çocuklara”, diye geçiriyordum içimden.
Yanımdaki teyze “bir değil, on değil, anam. Ma, hangi birine versinler, a hangi birine vermesinler? Ma, üç beş kuruş ne yapsın onlara ha, ne yapsın?” diyerek sessizliği bozdu. İrkildim. Derin bir uykudan uyandırılmış gibiydim. O benim şaşkınlığımı görmüş olmalıydı. Belki de benim öfkeden dayanamayıp kendi kendime konuştuğumu fark etmişti. Başımı çevirip önüme baktım. “Evet, haklısınız teyze” dedim ve devam ettim. “Ama içler acısı bir durum. Bunlar daha çocuk. Teyze yorum yapmadı. “Wuşş wuşş ! Dışarısı yanıyor, a bu içeride buzdolabı ha!” deyip konuyu kapattı. Sustum. Teyzenin konuşmaya devam etmesini umuyordum, ama o, başındaki beyaz ve kenarları özenle islenmiş rengarenk tülbenti düzelttikten sonra, bir parçasıyla yüzünü kapattı ve geriye yaslandı. Uyumak istediği belliydi.
Otobüs hızlanmıştı. İstanbul’un dışına çıkmıştık artık. Yolculardan çıkan sesler yerini bir sessizliğe bırakmıştı. Kimi koltuklarının arkalarına yaslanmış uyukluyordu. Koridorda bir ileri bir geri gidip gelen muavin de şoförün yanı başında ki merdiven basamağına oturmuştu. Demek ki her şey yolundaydı.
Yanımdaki teyzeye şöyle bir dönüp baktım. “Nasıl da kararlı”, diye geçirdim içimden. Ben de mi uyumaya çalışsam sessizlik çökmüşken yolcular arasında? Şöyle bir bakındım başımı koridorun ön tarafında gererek. Sol tarafta, ön koltuklardan birinde iki erkek sakince sohbet ediyorlardı. Otobüsteki müzik daha iyi duyuluyordu simdi. Ahmet Kaya’nın kasetiydi çalınan. “Uçurtmam tellere takıldı / hani benim gençliğim anne...” Ahmet Kaya`nın efkârlı, isyancı, ve şiir gibi ezgileri beni efkârlandırıyor ve düşündürüyordu.
Yolculuğun ilerleyen saatlerinde ben de kapattım gözlerimi. Özlediğim bu müziği böyle bir yolculukta dinlemenin zevkini çıkarmaya çalıştım. Çok da nostaljik geliyordu. Yıllar önceydi en son böyle dinlediğimde. Dalmış olmalıyım. Gözlerimi açtığımda yanımdaki teyzenin bir şeyler yemekte olduğunu gördüm. Saat kaç ki, diye düşündüm, Kolumdaki saate baktım, sonra pencereden dışarıya. Artık İzmit’teydik. Yeni yolcular biniyordu otobüse. Yolculardan kimi, bu fırsattan yararlanarak inmiş ve bir sigara yakmıştı, kimisi de başka ihtiyaçlarını gidermek için... On beş dakikalık aradan sonra otobüs tekrar hareketlendi.
Yolcuların bir kısmı oldukça dinç görünüyordu. Yine ellere serpilen kolonyanın etkisi miydi? Ön taraftaki koltuklardan çocuk sesleri, sakinliği arada bir neşeli bir hale getiriyordu. Kafalar o çocuklara dönüyordu. Arada bir gülüşmeler, el sallamalar dikkatleri o tarafa çekiyordu. Kimileri de derin sohbetlere, felsefi konuşmalara ve ülkenin siyasi durumunu tartışmaya dalmıştı. Ben yine gözlerimi yumuyor ve eksik kalan uykumu almaya çalışıyordum. Önlerden arada bir sesler yükseliyor ve kahkaha atılıyordu. Erkek sesleriydi yükselen. Uzun otobüs yolculuğunda kadınlarda böyle kahkaha atar mı hiç, diye geçirdim içimden. “Şu hale bak, ne kadar somut görebiliyorum bu farklılığı” diye düşündüm, kızgın ve öfkeliydim.
“Erkeklerin çok normal karşılanan yüksek sesli konuşmalarını, kahkahalarını, kadınlar aynı rahatlıkla gerçekleştirse, şu otobüste kim bilir kaç çift kaş çatar, kaç çift göz yuvasından fırlar, kaç ağız olmadık belden aşağı küfürler yağdırırdı kadınlara... Belki sesli söylemezler, ama kafalarından geçen o olacaktır. Kadına olan bakış, birçok toplumda hala ilkel ve baskıcı. Bu, inkâr edilmez bir gerçek. Egemenliğini koruyan bu algı, devam edeceğe benziyor. Kadınlar hala öteki... Ben de dahilim buna, nasıl düşünürsem düşüneyim, bu otobüste sıradan bir kadınım. Feministliğim de kendime. Kimin umurunda benim ne düşündüğüm, neleri gördüğüm ve nasıl analiz ettiğim? İkinci sınıf insan olmaya mahkumuz, maalesef...” diye düşünüyordum.
Acaba yanımdaki bu teyze ile sohbet etmeye başlasam ve onun bu konudaki fikirlerini öğrensem mi, diyordum içimden. Paradoksal olan, yolculuk boyunca, ben düşündüklerimi tümüyle içine kapanmış ve rahat bir yolculuk yapmaya odaklanmış olan komsu teyzem ile hiç konuşamadan Dersim’e varacağımdan emindim artık. Ve yine çok iyi anlamıştım ki, hiç birimiz toplumumuzda var olan tabulardan kolay kolay kurtulamayacağız. Bu tur tabuları yok etme çabaları harcanmadıkça ve bilinç düzeyimiz yükselmedikçe, alçak sesle konuşmaya ve gülmeye devam edeceğiz, ne yazık...
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Mektup
Ben kalkmak zorundayım. Büyüğün saçını kurulayıp, küçüğü emzireceğim. Mektubuma burada son verirken...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Nasır
Hayat sonunda yolunu değiştirmiş, farklı bir tarafa akmaya başlamıştı. Tarihini de kaderini de kendi...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Sabun köpüğü
‘Koca ibrikle zorlaşan bu el yıkama dansının sonuna gelmek üzereyken bir sesle çıktı köpüklerin aras...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.