25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele günü geliyor. Ay boyunca kadınlar hayatlarını cehenneme çeviren ne varsa tartışacak, hayatı gül bahçesine çeviren dayanışmaya sarılacak, yaralarını böyle saracak. Her gün yaşadığımız, duyduğumuz, tanık olduğumuz, okuduğumuz tüm o sarsıcı şiddet olayları karşısında biriken öfkeyi birleştirecek.
Bunu yapmak zorundayız. Bunu yapan kadın sayısını artırmak zorundayız. Bunun bir parçası olan kadınların çeperini genişletmek zorundayız. Yarın değil, şimdi. Yalnız değil, hep beraber!
Peki nasıl? Öncelikle, hepimize öyle ya da böyle değen şiddetin bu denli artmasının nedenlerini tartışırken bizi bölen, bizi ayrıştıranların ne olduğunu da konuşarak…
Kimi şiddeti eğitimsizliğe bağlayacak belki, kimi sadece erkeklerin canavar ruhluluğuna. İtirazlar yükselecek örneğin; “Eğitim önemli evet, kadınlarla erkeklerin eşit olduğu 7’den 70’e herkese her an öğretilmeli ama yetmez. Esas olan kadınları tümüyle bağımlılığa hapseden koşullara savaş açmak.” Kimi sorunu sadece iktidarın zihniyetine bağlayacak, “Bunlar gitsin biter” diyecek, diğeri “hayır” diyecek, “Elbette bu iktidarın kadınları aşağı gören zihniyeti şiddetin artmasında etkili ama sadece bu değil mesele”… Kimi, “Cezalar artırılsın” diyecek, “Sallandıracaksın bir ikisini meydanda, bak o zaman cesaret edebiliyorlar mı?” demeye varacak sözleri hatta, diğeri düşünmeye çağıracak bu sözleri sarf edeni “Sadece ceza korkusu işe yaramaz, aslolan nedenleri ortadan kaldırmak, kadınları erkekler karşısında güçsüz kılan, eşitsiz kılan koşulları yenmek…” Kimi diyecek ki “Merhamet, vicdan yoksunluğundan hep bunlar”, kimi sorgulayacak “Merhamet ve vicdan kendinden zayıf olana, senden küçük gördüğüne duyulan hislerdir, şiddet de işte tam da buradan beslenir…” Kimi diyecek ki “Aman canım bu erkekleri de yetiştiren kadınlar değil mi?”, kızacak beriki, ama anlatacak usul usul; “Peki ya kadınların bu hayatta söz sahibi olmasını mümkün kılan tek şey erkek egemenliğinin yedeği, stepnesi olmakken, kadınlar da bu erkek egemen toplumun bir parçası iken, erkeklerin işlediği suçlardan ötürü yine kadınların suçlanması da erkek egemenliğini aklamak olmuyor mu?” Önünde sonunda şiddetin temelinde eşitsizlik olduğunu, şiddetin ortadan kalkmasının ancak şiddeti kadınları kontrol etmek için aparat olarak kullanan düzenin değişmesiyle mümkün olduğunu anlatacağız. Şiddetin maddi temelleri olduğunu, emeğimizi bedenimizi sonuna kadar sömürüp zenginlik elde etmek isteyen sermayenin kâr hırsıyla ev içindeki, sokaktaki, dildeki şiddet arasındaki bağlarını tartışacağız. Altını çize çize vurgulayacağız; şiddetle mücadelenin bütünlüklü bir mücadele olduğunu; kağıt üstündeki haklarımızı korumakla emeğimizi savunmak arasındaki bağları, artan hayat pahalılığıyla ev içinde artan şiddetin ilişkisini, üretim bandı hızlanır, daha az işçiyle daha çok iş yapılırken kadınların işsizliğini, yardıma, cemaat tarikatlarına muhtaç hale getirilişinin ortak hikayesini…
Birbirimizi ikna ede ede büyüteceğiz birliğimizi; birlik denilince korkanı, ürkeni de anlayarak, birlik olmadan korkuların büyüyeceğini anlatarak.
BIÇAK TENİ GEÇİNCE, KEMİĞE DEYİNCE AŞILANLAR…
Peki kolay mı bugün mesai saatleri arşa varmış, bir buluşma lüks olmuşken, ses çıkarmak devlet katında suç ilan edilmişken kurmak bu birlikleri? Değil.
Hiçbir zaman kolay olmadı zaten. Kadınların önüne hep evin işleri, çocukların dertleri, mesai saatleri, koca, baba, ağabey, devlet çıktı. Bu engeller, kadınların bir araya gelme ihtiyacı bir bıçak gibi teni geçince aşılır, hep aşıldı. Asıl zor olan, birlik olmaya, örgütlenmeye, birlikte değiştirmeye, ancak örgütlü güç olunca değiştirebileceğine duyulan inanç bunca azalmışken bir araya gelmek. Ama bu da bıçak kemiğe dayanınca aşılıyor işte. Bakın memleketin dört bir yanında büyüyen irili ufaklı direnişlere, grevlere… Sorun bu grev ve direnişlerin en önündeki kadınlara, “Bu direniş size ne öğretti?” diye… Hepsi çok benzer cümleler kurmakta: “Birlik olmayı”, “Aynı bantta çalışırken selam vermediğim arkadaşımla canciğer olmayı”, “Değişmez denileni değiştirebileceğimizi…” Demek ki “Hadi birlik olalım” diye diye birlik olunmuyor. Birlik, hareket içinde olgunlaşan bir meyve. O meyvenin ağacının kökleri bizi ortak kılan dertlerde. Dalları evde, okulda, yurtta, işyerinde, kent meydanında, mahalle derneğinde, üniversite kulübünde.
Bugünlerde en zoru bu işte: hareket. Çünkü sağımızdan solumuzdan çok çekiştiriliyoruz, insanların birbirine güveni, ekmek ve iş aslanın ağzından boğazına doğru indikçe daha da azalıyor. Sömürü düzeni böyle bir şey; birbirine benzeyeni kendisine benzemezler uğruna harcatıyor, en iyisinden “Sen dur, ben seni kurtaracağım” dedirtiyor birilerine, olduğun yere mıhlayıp bekletiyor, hareket ettirmiyor.
İşte 25 Kasım gibi günler harekete ivme kazandırmak için tarihin kadın mücadelecilerinin ağacımızın köklerine verdiği can suyu gibi. Düşünsenize, taa 1960’ta diktatörlüğe karşı mücadele ederken katledilen Dominikli devrimci 3 kadının hürmetine ilan edilen bir günde, onların adını belki de hiç duymamış kadınların kendi acılarını ve öfkelerini başka kadınlarla birleştirmesi niye?
Ekmek ve Gül olarak çağrımız açık, bugünden tezi yok dallarımızın uzandığı her yerde, tekilden çoğula, zerreden kitleye varmak için çabamızı, öfkemizi, derdimizi birlik meyvesine can suyu yapalım… Ev buluşmaları, yurt sohbetleri, dernek etkinlikleri, okuma grubu tartışmaları, mahalle eylemleri, fabrikada soyunma odası atışmaları, söyleşiler, paneller, yürüyüşler, konserler, tiyatro gösterimleri… Yaratıcılığımızla, sorularımızla, cevaplarımızla, ihtiyaçlarımızla, dayanışmamızla birliklerimizi örelim.
Fotoğraf: ekmek ve gül
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.