Onun adı hepimiz
Bardaklarımızda bekleyen yarım kalan çaylar, etraftaki her şey gibi sessiz, mahzun dinliyor Gülsüm’ü... O ise, odanın her köşesinde, yavrusundan bir iz bulma telaşıyla devam ediyor sözlerine.

Merhaba kadınlar... 

Bugünkü selamımız yalnızca benden değil; ayrıca kimden biliyor musunuz? Hepimizin, yüreğinde yer alan “anne” imgesinin, belki de en hassas yerinde sakladığı Gülsüm Anne’den.
Geceden kalma boz bulanık karanlığı dağıtarak gelen yeni günün ışıltısını, gülüşüne harmanlayıp, sıcacık ekmeğin gevrek tınısını sesine serpiştirerek gelmiş yanımıza Gülsüm. Kırık kolunun acısını, avucuna sımsıkı saklayarak anlatıyor şikayetlerini. Zaman ilerleyip de sohbetimize, taze demli çayın tadı karışınca, bir “kadın” olarak onu daha yakından tanımaya çalışmamı makul karşıladı tabi...

1972 Dersim doğumlu Gülsüm. Dokuz çocuklu ailenin beşinci çocuğu. Babası, yörenin ileri gelenlerinden, halkın güvenini kazanmış, akıllı, becerikli, örnek insan. Yaklaşık yirmi beş yıl, köyün muhtarlığını da yapmış, hocalığını da... “Babam bizi etrafına toplar, kitaplar, masallar okurdu; cenazelerde de Kur’an okurdu. Yeri gelir diş çekerdi, yeri gelir aileler arası anlaşmazlıkları çözer, onlara öncülük ederdi. Köy yerinde rahat yaşadık. Anlı şanlı maddi durumumuz da yoktu. İçimizde kalan yüksekokullar okuyamamak oldu. Babamın muhtar maaşı olduğu için yatılı okula kayıt edilemedik. Onlar, kız erkek ayırmadan hepimizi okutmak istedi. Yazık ki olmadı. Zaten sonra da köy boşaltmalar başladı... Ne anneden ne babadan bir fiske yemeden büyüdük.”

Burada, çayına iki şeker istiyor. Huzur yayan bir nefesle yüzüme eğiliyor; “Onlar birbirini hep dengelerdi.” Babasının hayata bakışını, onun kütüphanesini, çocukluk anılarını büyük bir keyifle anlatmaya devam ediyor. İnsan ayrımı bilmeden büyüdüğünden, hayatta en büyük nimetin “hoşgörü” olduğundan, bunun her daim bilinmesi gerektiğinden bahsediyor...
1992 senesi, İstanbul’a, evli ağabeyinin yanına gelmiş Gülsüm. Emekçi yoksul semtlerden biri. Tekstil atölyesinde çalışmak istemiş. Bu konuda hiçbir baskı veya zorlama yaşamadığını ısrarla yineliyor. Eşiyle de iş arkadaşları aracılığıyla tanışmış. O vakitler evliliğe karşıymış. Ne zaman evlilik konusu geçse, temkinli yaklaşıyor hatta karşı olduğunu belirtiyormuş. Babasından aldığı destek, onun övünç kaynağı olmuş. “Kızlarım istemediği sürece asla evlenmeyecekler” cümlesi hala kulağındaymış Güslüm’ün... Eşi de Gülsüm’ün yaşının küçük olduğunu zannederek, incinmesin diye, ona hiç açılmadan birkaç yıl beklemiş. Ta ki köyün tadı tuzu kalmayıp, ailece göç edilen bu semtte, Gülsüm düzenini kurup, ona “Evet” diyene kadar...

ESASLI BİR KIZ KARDEŞ
Evliliklerinin ilk yılları, ekonomik nedenlerle, eşinin ailesi ile birlikte yaşamışlar. “Asıl mücadelemiz beş yıl sonra evimizi ayırınca başladı” diye devam ediyor anlatmaya. “Eşimin kesim atölyesi vardı. Ekonomik krizde kapandı. Haliyle, geçici işler dönemi başladı. Simit sattık. Ekmeğimizi yemeğimizi halletmiş olduk. Son çocuğuma hamileyim. Haberim yok, çünkü adet oluyorum. Önceki gebeliklerde yaşadığım hiçbir şikayeti yaşamıyorum. Ne bulantı, ne başka bir şey. Aşırı kanama şikayetiyle gittiğim doktor, bana hamile olduğumu söyledi. Çaresiz aldıracağım. Muayene sonrası doktor bana bakıp, aynen şunları söyledi; burdan çıkıp eve git ve öteki çocuklarını öldür. Aynı şeyi yapmış olursun. Çünkü bebeğin kalp atışları var.”
Annesinin çektiklerini bildiğinden midir nedir, 8 aylık doğmuş bebeği. Eşi de işlerini epey düzeltmiş bu arada. Gülsüm, çocuklarının başında, ev okul arası mekik dokuyor. Çocuklar birer sene arayla başlamışlar okula. Nasıl olduğunu anlayamadan, eşinin işine son verilmiş bu arada. Geçici işler dönemi yine dayanmış kapıya. Bu kez “diyabet” denilen illeti de getirmiş yanında. Çocukları okula bırakıp, evde küçük el işçiliğine koyuluyor, bulabildiği her işe dört elle sarılıyor Gülsüm. Eşi hızla kilo kaybediyor, üşüyor... Gülsüm haziran ayında soba kurmak zorunda kalıyor. Hafta sonları ve gecelerde düğün salonlarında temizlikte çalışarak ekmeğini bir lokma daha artırmanın derdindedir artık. Tam bir buçuk sene kirasını veremediği ev sahibinden bahsediyor sonra. “Kardeşlerinin, akrabalarının tüm kışkırtmalarına rağmen beş kuruş para almadı benden. Esaslı bir kız kardeş olsa bu kadar yapardı.”

HALA BEKLENEN HEDİYE!
Gülsüm ve eşi, hem sağlıklarını hem de maddi durumlarını biraz toparlayınca yüzleri de gülmeye başlamış artık. Bir gün, Anneler Günü hediyesi almak için çocuklar ve babaları ellerinde ne var ne yok birleştirip tek taş yüzüğü getirir takarlar Gülsüm’ün emektar parmağına... Gülsüm, gözünden akıttığı tek damla gözyaşını siler o sırada. Mayısta aldığı hediyeyi, eylülde satmak zorunda kalmıştır. Oğlu, “Anne nereye?” diye sorduğunda; “Az yukarı gidip geleceğim” diye kısa kesse de, ısrarla annesinin peşinden gelir. Bu kez ağlayan oğludur kuyumcuda. “Şimdi beşinci sınıftayım. Ortaokul bitsin, liseye başlarken sana bu yüzüğü ben alacağım.” Gülsüm gururla sarılır oğluna: “Tabii ki alırsın biliyorum. Zaten bana en büyük hediye sizsiniz.” Olanları hüzünle izleyen kuyumcunun yarım yamalak tesellileri hala kulağında Gülsüm’ün. Dalından sarkan kuru bir yaprak gibi titreyerek, ikimizin de boğazını kazıyan o cümleyi sarf ediyor ardından. “Hala bekliyorum!”

EKMEK... KAHVALTI İÇİN
Çok geçmeden, geçirdiği bir ev kazasıyla ayağı kırılır Gülsüm’ün. Altı ay alçı sonrası fizik tedavi görmeye başlar. “O halimle ayakta kalarak çalıştım. Tuvalet temizledim, helal kazandım. Kapımdan içeri bir lokma haram sokmadım. Tekstile geçtim. Ayağım el verdiğince makine başından ortacılığa, yorulunca iş temizlemeye her kademede ter döktüm. Çocuklar büyüyor. Ev çok nemli ve küçük. Taşınma telaşına girdik. Ev arıyoruz. Haziran gelip çattı. Eşimle oturup hesap yapıyoruz. Gezi olayları başlamış. Ortalık karışık. Hani bir laf vardır; öleceğini bilsen mezarını kendin kazarsın. Ne bilelim başımıza gelecekleri...”

Gülsüm’ün oğlu, ortaokul mezuniyet töreni heyecanındadır. Alışverişler yapılmış, güç yettiğince ihtiyaçlar alınmıştır. Annesi oğluna harçlık bile vermiş. Tam 5 TL... Oğlan, iki buçuk lirasına döner ekmek alır. Bir lirasını sanal oyuna harcar. Kalan bir buçuk lirası ise törende patlatacakları “kız kaçıran” dedikleri oyuncak için harcanmış. İşte çocuk dünyasının eşsiz mutluluğu... Akşamın alacakaranlığı çökmüş. Dışarı kalabalık, gençlerin halayına gaz bombaları karışmakta. Herkes çocuklarının telaşında. Yorucu, karmakarışık gecenin ardından, sabahın ilk ışıkları semte yayılmaya başlamış. Kahvaltı için ekmek alınacak. Gülsüm tam kapıya çıkacakken, oğlu atılıyor öne. “Anne ben gideyim. Bak eşofman giymişim. Daha hızlı koşarım” demesi ile çıkması bir olmuş. Gülsüm’ün içinde ince bir sızı, tam arkasından çıkmaya hazırlanırken, kapının zili acı acı çalmış. Çocuklar balkona, anneleri kapıya fırlamış. Çığlıklar içinden duyulan tiz bir ses tüm kulakları doldurmuş aniden: “KAFASI KIRILMIŞ!..”

UMUT HEP VAR
Bardaklarımızda bekleyen yarım kalan çaylar, etraftaki her şey gibi sessiz, mahzun dinliyor Gülsüm’ü... O ise, odanın her köşesinde, yavrusundan bir iz bulma telaşıyla devam ediyor sözlerine. “Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Dışarı çıktım. Komşu kadın beni gördü. Bana sarıldı. Hem dinliyor, hem inkar ediyorum. Ameliyathaneye almışlar. Konduramıyorum. Çektiğim her şeyin dışında, bu süreç bambaşka oldu. Her gün, her sabah, her dakika, çalan her telefon içimde kor kor yanıp söndü. Toz kondurmuyorum. Umut hep var. Önümde eriyor. Ben de eriyorum. Yalvardım doktorlara. Ne gerekiyorsa benden alın, ona takın, beynimi vereyim. Olmuyormuş! Onun acısı bir yandan, haklı haksız yorumlar bir yandan. Ben kendimi unuttum. Kaldıracağım dedim. Kaldıramadım. Yarası o kadar ağırmış ki beyni yakılmış atılmış yavrumun. Sonra da kaybettim onu.”

Evet, annesine dahi belli etmeden, sessiz sedasız dünyaya gelen bu ana kuzusu, giderken bıraktığı depremle, hepimizin yüreğini sarsmaya devam etmekte...

SÖZÜN BİTMEDİĞİ YERDEYİZ ŞİMDİ!
Gülsüm, onlarca kez gözünde kuruttuğu yaşları bana gösteriyor. Kadınları selamlıyor tüm direnciyle. “Çocukların üzerinde, ‘kirli elleri’ kabul etmiyorum. Hele ki onlara art niyetle bakılmasını asla... Onlar masum. Küçük yaşta evlendirmeyin kızlarınızı. Onlar ne anlar sağdan, soldan, evlilikten. Dokunmayın onlara. Karartmayın geleceğimizi...”

İlgili haberler
Savaşa, sömürüye, şiddete karşı YAŞASIN 8 MART!

8 Mart içi boş laflarla ‘vitrin’ yapılacak bir ‘Kadınlar Günü’ değildir. 8 Mart hem evde hem işyerin...

Bu 8 Mart, başka 8 Martlara benzemiyor

Bu 8 Mart başka... Emekçi Kadınlar Günü değil de “Emekçi Kadınların Fedakarlık Günü”ne dönüştürülmek...

Çocuk istismarında büyüteçle nereye bakmalı?

Çocuğun üstün yararına sahip çıkmak, çocukların çocuk olarak kalması için mücadele etmek için, çocuk...