Her nefes alışımızı şiddete çeviren boyunduruk
İnsanların canına, bedenine, haklarına, umutlarına, beklentilerine, haysiyetlerine kasteden bu sistemin içinde alınan her nefesin ‘şiddete’ dönüştüğünü anlatıyor bize son günlerde yaşadığımız örnekler

Antep’te hayatına son veren 25 yaşındaki sözleşmeli öğretmen Saadet Harmancı, “Pamuk ipliğine bağlısınız’ sözünü her gün duymaktan bıktım… ben yapamadım mobbinge uğramaktan” notuyla, katili parmağıyla gösteriyor.

İstedikleri kadar gizlemeye çalışsınlar; göçmen işçi Nadira’nın belgelerle sır olmaktan çıkmış ölümünün üstüne örtülmeye çalışılan örtünün, Rabia Naz’ın ölümünün üstüne serilen sır perdesinin terzisinin elinden çıktığı açığa çıkıyor her gün.

Esenyurt’ta hakaretlere uğrayarak tazminatsız şekilde atılan, haklarını istemek için gittiği işyerinde patron tarafından darp edilen Meya Kara’nın alnına yapışmış kan lekeleriyle çekilen fotoğrafındaki dimdik bakışları, hayatımıza kast edenlerin “rahatlığını” faş eden şu cümleyle tamamlanıyor: “İşverenler kendilerinde bu gücü nereden buluyorlar? Haklarımızın kısıtlı olduğunu biliyorlar. Gerek fiziksel, gerek psikolojik biz toplumun her alanında maalesef bu şiddete maruz kalıyoruz. Bu yüzden kadın ve emekçi örgütlenmesi şart.”

İnsanların canına, bedenine, haklarına, yaşam umutlarına, beklentilerine, sevinçlerine, haysiyetlerine kast eden bu sistemin içinde alınan her nefesin bir “şiddete” dönüştüğünü anlatıyor bize bu örnekler. Kapitalizm budur; emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan geniş halk kesimleri yalnızca çalışırken değil, her nefeslerinde boyunduruk altında yaşar. Patronun gözünde insan değil, bir araç ve bir maliyet unsuruyuzdur. Yalnızca metalar değil, yalnızca artı değer değildir üretilen, aynı zamanda sömürü ilişkisinin kendisidir; bir tarafta her nefes alışımızı şiddete çevirenler, diğer yanda her nefes alışını şiddet olarak yaşayan biz varızdır… Bu boyunduruk ilişkisinde haysiyetimiz, özsaygımız sürekli olarak kırılır, varoluşumuzun hem fiziki enerjisi hem de duygusal kapasitesi sonuna kadar sömürülür. Yaşamak için çalışmak, aynı zamanda horlanmak, yaralanmak, aşağılanmak anlamına da gelir. Devlet de tüm kurumlarıyla bu boyunduruğu garanti altına alan bir sopa, Meya’nın özlü sözüyle ezme gücü olana bu gücü veren araçtır. Hayatlarımızın bir iş aleti kadar değerinin olmadığı, haysiyetimizin aşağılandığı bu koşullar altında yaşamak zorunda kalmanın bizatihi kendisi şiddettir.

Birbirinden bağımsız gibi görünen olaylar, örnekler bu ilişkinin birbirine bağlı farklı veçheleri olarak çıkar karşımıza. Misal, varoluşumuzu “pamuk ipliğine” bağlayan, güçlü kılınanı güçsüz bırakılanlar üzerinde “hak” sahibi yapan bu boyunduruk ilişkisinin bir örneğidir Diyanet İşleri Başkanlığının kamu spotu da.

Kadını erkeğe köle kılan video için yapılan eleştirilere Diyanet başkanı “Kadın, kocasına bir çay getirmiş, bir kek getirmiş buna tahammül edemiyorlar… Bizim medeniyetimizde kadın görevini yapacak, erkek görevini yapacak. Aile bağları işte bu şekilde yok edilmeye çalışılıyor” buyurmuş. Kurmak istediği “kamu”nun, inşa etmeye çalıştığı “medeniyet”in veciz bir göstergesi olan bu cümlelerin devamında, kadınların “görevinin” aileye kul, sermayeye köle olarak çizildiği, buna itiraz edenlerin de “halk ve aile düşmanı” ilan edildiğini görüyoruz. Çalışma Bakanlığı ile Aile Bakanlığını birleştirip, karşımıza Fıtrat Bakanlığı çıkaranlar, 16 bakanlığın 8’inden daha büyük bütçe ayrılan Diyanet İşleri’ni olanca olanakla topyekûn bir zor aygıtı haline getirenlerin en temel görevi inşa edilmiş rızayla, olmadı şiddetle “görevlerimizin” gerekliliklerini yerine getirmemizi sağlamak…

Meya’nın alnını yarmaya cüret eden patronla, “Sesini yükseltti” diyerek eşini döven erkek arasında, Saadet öğretmeni bunaltan okul yöneticisiyle, “Kriz ortamında iş bulmak zor, bana yakın olursan bir şansın olur” diyerek fabrikada kadın işçiyi taciz eden ustabaşı arasında, “Karılık görevlerini yerine getirmiyordu” diyen katil kocaya “erkeklik indirimi” veren mahkemeyle Diyanet sözcüsünün görev tarifi arasında, işsizliği “çalışanların beceriksizliği veya şımarıklığı” olarak tarif eden patron örgütüyle iş cinayetinde ölen işçiye “dikkatsiz” yaftası yapıştıran arasında, nafaka hakkının kaldırılmasını isteyen lobicilerle, iş arayan kadına “Senin evde işin yok mu?” diye soran devlet aklı arasındaki ilişki bugün dünden daha açık.

Beden ile ruhu, varolma çabası ile haysiyeti bir arada yürütememenin, boyunduruğun, sömürünün yarattığı, katmerlendirdiği, ölümcül hale getirdiği, her nefeste yaşadığımız bu topyekûn şiddeti kapitalizmin politik ve sınıfsal dolayımlarının dışında düşünemeyiz. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Dayanışma Gününe yaklaşırken sözümüzün “Krize, Şiddete, Eşitsizliğe, Savaşa Karşı Gücümüz Birliğimiz” olmasının sebeplerinden biri de bu.