‘Organize işler’e karşı ‘organize direniş’: Olanaklar hayatın içinde!
Bir yanda artan ve vahşileşen şiddet, kadınları yok etme üzerine kurulu organize işler, diğer yanda toplumun ve kadınların şiddeti ve şiddetle ‘itaatkarlaştırmayı’ kabul etmediğini gösteren veriler.

Sınır ötesine savaş, uluslararası alanda beş kuruşluk itibarının kalmaması, seçilmişler yerine kayyum, işsizliğin ve yoksulluğun derinleşmesine neden olan ekonomik kriz, ne yaparsa yapsınlar istedikleri biçimde raya sokamadıkları, sürekli paketlerle yama yapılan başkanlık sistemi, tüm gizleme çabalarına rağmen yandaş anket şirketlerinin rakamlarına bile yansıyan oy kayıpları...

Tüm bu ağır ve büyük gündemler içinde, ne yapılsa gündemden düşmeyen en önemli konuların başında geliyor kadına yönelik şiddet...

Sokak ortasında yakılan, boğazına bıçak dayanan, çocukların gözleri önünde bedenleri parçalanan, doğum yaptığı hastane odasında kurşunlanan, kopya çekilmesine izin vermediği için okul koridorunda onlarca kez bıçaklanan, plazaların tepesinden atılan... Akla ve vicdana sığmayan türlü şekillerde canından edilen, edilmek istenen kadınların hikayeleri hiçbir “büyük meselenin” arkasında kaybolmadan her gün her saat karşımıza çıkıyor. Bu vahşi cinayetlerin, cinayet girişimlerinin devamında yaşanan “adalet katli” de bu vahşetin gündemden hiç düşmemesinde, katlanarak artmasında pay sahibi elbette. Tecavüz sonuçlanmadı indirimi, bir anlık öfke indirimi, erkekliğine laf söyledi indirimi, kravat indirimi, “ama kadın da hak etmiş” indirimi... Kuşa çevrilen cezaların bir bakıma sonradan gerçekleşecek cinayetlere yol verdiğini bilmeyenin kalmadığı ülkede topyekûn öfke halinde yaşam sürdürmeye çalışıyoruz. Saldırıların bu vahşi biçimleri kadınların bedenleri ve ruhları üzerine gündelik saldırıların marjinalize edilmesi, “görünmezleşmesi” sonucunu da doğuruyor bir yandan. Kadınların benlik algısını parçalamaya ve onlar üzerinde kontrol kurmaya yönelik ritüelleşmiş fiziksel ve duygusal saldırılar önemsizleşebiliyor, büyük bir vahşetin nesnesi haline gelmeyen kadınların yaşadığı gündelik şiddet “şok olaylar” silsilesi arasında duyarsızlaşma handikapında boğuluyor.

İşin aslı şu ki, ne kadın cinayetlerinin ne de çocuk istismarının gerçek boyutunu bilmiyoruz. Çünkü bu kayıtları tutmakla yükümlü kurumlar, gerçek bir veri kaynağı oluşturmaya bile ayak sürüyor, bu türden toplumsal sorunların araştırılması bile engellenmeye çalışılıyor. İşte daha geçen gün Adalet Bakanlığı, 2018 yılına ait suç verilerinin istatistiklerini yayımlamayıp, üstüne bir de 2002 ve 2017 yılları arasındaki ayrıntılı verileri de erişime kapattı. Devletin birincil görevlerinden olan veri tutma ve bu veriler ışığında politikalar hayata geçirme işini yapmadığını ise biliyoruz; Aile Bakanlığı’nın daha önce kadına yönelik şiddetle ilgili yaptırdığı bilimsel araştırmayı “sonuçlarını beğenmediği için” kamuoyundan sakladığını da...

YA ŞİDDETLE YA RIZAYLA!
Bir yandan da koruma mekanizmalarının ortadan kaldırılması, polis-adliye-mahkeme aşamalarında tecavüz suçlularını ve katilleri elbirliğiyle aklamak için soyunulan “görev adamlığı”, medyada ilahiyatçı bilirkişi olarak konuşan kafaların din adına “cinsel rejim” düzenleyici fetvaları, devletin en üst yöneticilerinin kadınları ve bedenlerini aşağılayıcı kelamları, nafaka hakkının ortadan kaldırılması ve kız çocuklarının kendilerine tecavüz edenle evlendirilmesinin yolunu açan yasa taslağının Meclise ısrarla getirilmesi... Bütün bunlar aslında iktidarın hamlelerinin organize bir karakter taşıdığını gösteriyor.

Bu “organize işler”, kadınları “itaatsizlikten” şiddetle vazgeçirmeye çalışmanın bir yöntemi. Kimi zaman bizzat şiddetin hedefi haline getirerek, kimi zaman ise bu organize işlerle yıldırarak, umutsuzlaştırarak, çıkacak kapı bırakmayarak kadınları “yurttaşlık haklarından”, bireysel varlıklarını gerçekleştirme olanaklarından “rızayla” vazgeçirmeye çalışıyorlar. Çalışma hayatının ve toplumsal alanın neoliberal bir vahşet alanı olarak dizayn edilişiyle birlikte düşünüldüğünde; bu organize işlerin sonucunda emekçi sınıfların kadınlarından beklenen, “evi ev yapan sosyal hakların ortadan kalkmasına rağmen evden geriye kalan dört duvarın sorgusuz sualsiz bekçiliğini yapmak, talep beyan ederek bölüşüm sistemine çomak sokmamak ve nihayet bütün bireysel ve yurttaşlık haklarından vazgeçerek bir lokma bir hırkayla idare edebilmeyi öğrenmek” oluyor.

Bu hayatta kalma savaşında hoşnutsuzluk ve tepkiler birikiyor. Bu tepkilerin kapitalist köleliğin temellerine yönelme ihtimalini ötelemek için şiddetle hedef alınan kadın bedeni, erkeklere sunulmuş bir “ganimete” dönüştürülüyor. Kadını bir kurban haline dönüştüren bu süreçte, erkek de kadına yönelik organize şiddetin kullanışlı ve izinli tetikçisi haline geliyor*.

EN TEMEL SORUNLAR: ŞİDDET, KRİZ, EŞİTSİZLİK
Kadın düşmanlığına dayanan otoriter rejimlerin hedefi şiddetle kadınları ve bittabi tüm toplumu susturmak olduğu halde, tam tersinden bambaşka direniş örnekleri yarattığını biliyoruz. Durduk yere de olmuyor, arkasında hem bugünün dünyevi gerçekleri hem de tarihin birikimi var. Kamuoyu araştırmalarından verilerle açayım ne demek istediğimi.

Kadir Has Üniversitesinin düzenli olarak yaptığı Toplumsal Cinsiyet Algısı Araştırması, son 3 yılın değişimlerini çarpıcı rakamlarla ortaya koyuyor: “Kadınların en temel sorunu nedir?” sorusuna kadınıyla erkeğiyle bu ülkenin insanlarının verdiği ilk cevap “şiddet.” 2016’da yüzde 53, 2017’de yüzde 55, 2018’de yüzde 62, 2019’da yüzde 60 oranında kadınların toplumda yaşadığı en büyük sorunun şiddet olduğu ifade ediliyor. (2019’daki 2 puanlık azalış, kriz nedeniyle yaşanan işsizlik ve yoksulluğun artmasıyla birlikte bu sorunları ilk sırada görenlerin artışından kaynaklanıyor.)

Bu yıl katılımcılara ilk kez sorulan “aile ve ülke ekonomisinin değerlendirilmesi” sorularına verilen cevaplarda kadınlar hem aile hem de ülke ekonomisine dair erkeklere kıyasla daha endişeli görünüyor. “Şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna kadınların yüzde 47’si, erkeklerin yüzde 44’ü “çok kötü” yanıtını veriyor.

Yıllar içinde şiddetin boşanma için yeterli bir sebep olduğu, aile bütünlüğü ve düzeni için göz ardı edilecek bir durum olmadığı düşüncesine destek oranı artmış durumda. Araştırmaya katılanların yüzde 72’si aile içi şiddetin, boşanmak için yeterli bir sebep olduğu konusunda fikir birliğinde. “Bir erkek, ailesinin dirlik ve düzeni için zaman zaman şiddete başvurabilir” diyenlerin oranı 2016’da yüzde 14’ken 2019’da yüzde 5’e kadar düşmüş. “Ailenin devamı için gerekirse aile içi şiddet görmezden gelinmelidir” diyenlerin oranı 2016’da yüzde 18’ken, 2019’da yüzde 8’e kadar düşmüş durumda.

“Kadın- erkek eşitliği” ise gündelik hayattaki temel görünümlerine yönelik bir “talep” olarak ortaya konuyor: “Kadın ve erkek aynı imkânlara sahip olmalıdır” diyenler 2016’da yüzde 74 iken, 2019’da oran yüzde 87’ye çıkıyor. “Aynı işte çalışan kadın ve erkekler eşit ücret almalıdır” diyenlerin oranı 3 yılda yüzde 61’den yüzde 81’e çıkıyor. “Kadın-erkek hak eşitliğini sağlamak devletin temel görevlerinden biridir” diyenlerin 2016’daki oranı yüzde 66 iken, 2019’da yüzde 84’e yükseliyor.



DERİNLEŞEN ÇELİŞKİLER
Son bir aydır “Krize, Şiddete, Eşitsizliğe Karşı Gücümüz Birliğimiz” diyerek yürüttüğümüz çalışmada yan yana geldiğimiz kadınlarla şiddeti önlemenin yolunun kadınları ezen, ikincilleştiren eşitsizliğe karşı mücadeleden geçtiğini, kadınların ekonomik, sosyal, hukuksal haklarının garanti altına alınmadığı bir düzende şiddetin önlenemeyeceğini, kadınların şiddet karşısında güçlü olabilmesi için yalnızca kâğıt üstündeki haklarımıza sahip çıkmakla kalmayıp bu hakları kullanabilmenin koşullarına ilişkin somut taleplerde bulunmak olduğunu tartışıyor, konuşuyoruz. Bu tartışmalarda gündelik yaşamın giderek daha zorlaşmasıyla iktidar politikaları arasındaki bağ açık bir biçimde kuruluyor.
Daha önce ülke siyasetinin çeşitli dönemeçlerinde açığa çıkan, bugün yürüttüğümüz bu çalışmayla bir kez daha gördüğümüz somut bir durum var: Tüm kadınlar şikayetçi ve öfkeli, ama durumu değiştirmek için birlikte hareket etmeye açık bir tutum sergileyenlerin profili bize bir şey anlatıyor.
Hatırlarsınız, referandum sonrası çıkan tabloda en çok büyük kentlerde -bir bakıma çalışma yaşamına daha çok dahil olabildikleri- yerlerde kadınların “hayır” oyu kullandığını görmüştük. Benzer bir biçimde yerel seçimlerde de durum böyleydi. Özellikle işçi havzalarında kadınların kocalarına, babalarına, ağabeylerine, patronlarına rağmen farklı oy kullanacaklarını ifade ettiklerini görmüştük.
Kadınların bu “hayır”ında içine itildikleri çalışma ve yaşam koşulları, süreklileşen baskılar, geleceğe ilişkin kaygıların da büyüttüğü değişim özlemi, kendilerine vadedilenlerle gerçekte yaşadıkları arasındaki derin çelişki de çok etkili. Krize, şiddete, eşitsizliğe karşı bu yılın başında başladığımız, 8 Mart sürecinde yüzlerce işçi kadınla buluşmalar gerçekleştirdiğimiz, şimdi ise 25 Kasım vesilesiyle devam ettirdiğimiz çalışmaların gösterdikleri de bu çelişkilere işaret ediyor. Şiddetin, bugün yaşamın tümden güvencesizleştirilmesiyle, ağırlaşan yaşam koşullarıyla, ücret eşitsizliğiyle, hiçbir sosyal haktan yararlanamamakla, hatta bu haklara erişmenin haklardan feragat etmeyi gerektirdiği koşullarda yaşamakla, iktidarın sınıf karakteri ve muhafazakarlıkla daha önce hiç olmadığı kadar bağlantılı bir görünüme kavuştuğunu daha somut konuşabildiğimiz bir tablo da var karşımızda.

SORUMLULUĞUN BAŞLADIĞI YER
Bir yanda artan ve vahşileşen şiddet, kadınları yok etme üzerine kurulu organize işler, diğer yanda ise toplumun, özellikle de kadınların şiddeti ve şiddetle “itaatkarlaştırmayı” kabul etmediğini gösteren veriler. Bir çelişki gibi görünen bu verili gerçeklerin arkasında aslında maddi olguların iç içe geçmişliği var...

Toplumsal gerçekliği her gün yansıyan vahşi cinayet haberlerinin yarattığı umutsuzlukla değil, toplum mühendisliğine dayanan “organize işlere” rağmen tersinden bir yaşamı arzu ettiğini alenen beyan edenlerin, talep edenlerin çokluğuyla, direnç noktalarıyla değerlendirmemiz gerekiyor. Türkiyeli kadınların haklarını somut olarak kullanabilmek için mücadele verdiğini, bunun maddi temelleri olan tarihsel bir süreç olduğunu ve geri çevrilemeyeceğini bilmek ama bu maddi temeller üzerinden yaşadığı memnuniyetsizliği henüz politik bir örgütlülüğe, bilince dönüştürememiş toplumsal gerçekliği de görmek gerekiyor. Bizim sorumluluğumuzun başladığı yer tam da burası. Çelişkileri iyi okumak, sonuçlar çıkarmak, doğru müdahaleleri yapmak ve kadınların canları pahasına gösterdikleri direnci örgütlü bir bilince, organize bir direnişe çevirmek bizim işimiz...

Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olan 25 Kasım’a kadar yapacağımız her iş, atacağımız her adım, kadınlarla yaptığımız her buluşma, konuşacağımız her konu bu uzun soluklu işimizin gereklerini yerine getirme noktasında “tarihi” bir çentik olacak. Tam da bu nedenle birbirine bağlı meseleleri birbirimize bağlanarak, bir araya gelerek tartışmak, anlamak ve çözmek için kurduk sözümüzü: Krize, şiddete, eşitsizliğe, savaşa karşı #GücümüzBirliğimiz!

* Nuray Sancar, Kadınlığın Yazılı Tehciri

İlgili haberler
Vahşileşen şiddetin arkasında ne var, önüne nasıl...

Ülkede kadınlar için ölümün “olağan” biçimi neredeyse lüks. Giderek vahşileşirken bir yandan da sıra...

Şiddetin yalnızca suretine değil esasına karşı da...

Saldırıları püskürtürken, yalnızca kâğıt üstündeki haklarımıza sahip çıkmakla kalmayıp, bu hakları k...

Çocuk istismarına evlilik affında bitmeyen ısrar

Bu yargı paketi kadınların hayatına ipotek koyma paketidir. Kızlar çocuk yaşta evlendirilecek, istis...