Kentler halkındır, halk yönetsin
Kentler halkın yaşam alanıdır, yani halkındır. Kâr ve rant esaslı belediyecilik değil halkçı belediyecilik esas alınsın.

Yerel seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte iktidarın siyasal hamlelerinin özellikle kadınları etkilediğine şahit olduk. Kadınları şiddet sarmalı içinde bırakan iktidar, kadınların yaşam hakkının elinden alınmasına göz yumdu. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporuna göre 2023 yılında 315 kadın öldürüldü, 248 kadın şüpheli şekilde ölü bulundu.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, “Kadınlarımız da dünyanın en geniş haklarına sahip olarak özgürlüğünün tadını çıkardı” derken 27 Şubat’ta 8 kadın, erkekler tarafından katledildi.

Tek adamın imzasıyla bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nden imzamızın çekilmesinin ardından en az 603 kadın öldürüldü, 464 kadın ise şüpheli şekilde hayatını kaybetti. Devletin Anayasa’da ve Medeni Kanun’da yapmak istediği değişiklikler ise kadınları şiddete daha açık hale getirdi.

İktidar kadınları türlü politikalarla şiddet gördükleri evlere mahkum ederken yerel yönetimler, kadınlar için eşit ve şiddetsiz kentler kurma yolunda adım atmıyor. Yerel yönetimleri de doğrudan bağlayan kadın sığınmaevlerinin koşulları ve sayısı, kadına yönelik şiddeti önleme noktasında önemli bir yerde duruyor. Ancak Türkiye’deki çoğu belediye, kadınlara karşı hukuki zorunluluklarını yerine getirmiyor. Belediye Kanunu’na göre Türkiye’de en az 248 sığınma evi olmalı ama toplam 148 sığınma evi var. Bunların sadece 36’sı belediyelere bağlı. Sığınma evlerinin toplam kapasitesi ise 3 bin 576 kişilik.

Bu yüzden her mahallede kadınların erişebileceği, kapasitesi yeterli nitelikli sığınma evleri inşa edilmeli.

ETNİK KÖKEN FARK ETMEKSİZİN KENT HAKKI!

Irkçılık ve baskıya rağmen yaşamlarını sürdüren mülteci ve göçmen kadınlar ise her alanda yalnızlaştırılıyor. Sığınmaevlerinin yetersizliği bir yana, yerel belediyelere ait olan birçok sığınmaevinde kalabilmek için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak gerekiyor. Karakollardan iş yerlerine, mahalleden evlere göçmen kadınlar, güvencesiz ve şiddete açık halde yaşamaya mecbur bırakılıyor.

Devletin ve milliyetçi kliğinin dikte ettiği “yardımlar mültecilere” söylemleri ise yalandan ibaret. AB ve Uluslararası fonlarla çeşitli projeler adı altında çalışma sürdüren belediyeler, göçmenler için değil kendi kârları için göstermelik projelere imza atıyor.

İktidarın Türkiye’yi bir parçası haline getirdiği emperyalist savaşların mağduru olan mülteci kadınların barınma, istihdam, sağlık, eğitim ve beslenme gibi sorunlarının çözümünde, belediyeler sorumluluk almalı, eşit yaşam hakkını sağlayacak uygulamaları hayata geçirmeli.

EĞİTİMDE VE SAĞLIKTA LÜTUF DEĞİL GERÇEK HİZMET

Eğitimde ÇEDES ve benzeri projelerle çocukların bilimsel eğitim olanaklarının elinden alınması, kız çocuklarının küçük yaşlarda evliliğe teşvikle istismara açık hale getirilmesi ise toplumu, iktidarın inşa ettiği yeni rejime uygun hale getirmesi, yeni nesilleri tek adam iktidarının kalıplarına uygun yetiştirmek üzere geliştirmesi anlamına geliyor.

Bu tablonun yanı sıra tüm yoksulluğun ve geçim derdinin her yeri sardığı bu süreçte günden güne birçok çocuk eğitim hakkından mahrum kalıyor. İki yıldır Ekmek ve Gül’ün çağrısıyla mahalle mahalle, şehir şehir kadınlar, dernekler, sendikalar çocuklara okullarda bir öğün ücretsiz sağlıklı yemek verilmesi için imza topluyor, mücadele ediyor. Çocuklara bu hakkın sağlanması her ne kadar iktidarın sorumluluğunda olsa da yerel yönetimler de çocukların eğitim, sağlık hakkına erişimini sağlamak konusunda sorumlu. Belediyelerin bölgelerinde yaşayan engelli, kronik hastalıkları olan, ailesinden uzak, tüm çocukların sayısını ve durumunu biliyor olması gerekiyor. Belediyeler çocukların esenliği için programlar geliştirme sorumluluğunu yerine getirilmeli.

Eğitimin yanı sıra sağlıkta da benzer bir süreci gözlemlemek mümkün. Sağlıkta özelleştirmelerin, özel hastanelerin ve şehir merkezlerinden çok uzakta rant ve kâr uğuruna şehir hastanelerinin açılması özellikle kadınların ve çocukların sağlık hizmetlerine erişimi engelliyor. Özellikle devletin elinde onca imkan varken kadınlara ücretsiz kanser taraması dahi sunmaması öte yandan rahim ağzı kanserini önleyecek HPV aşısını dahi “seçim vaadi” olarak veren iktidarın aşı takvimine bile almaması sosyal hizmetler, sağlık ve eğitim gibi erişememesi, halkın hakkı olan birçok hizmetten mahrum kaldığını gösteriyor.

Bu yüzden halkın, özellikle yoksul kesimin barınma, sağlık, beslenme ve temel ihtiyaçları konusundan “torpil”, “lütuf” olmadan eşit bir sosyal destek yöntemi uygulanmalıdır.

RANT İÇİN DEĞİL HALK İÇİN KENTLER

Her yurttaşın hakkı olan eşit ve güvenli yaşamın yerle bir olduğu bir süreçten geçiyoruz. Kentler, mahalleler, işyerleri, doğa ve halkın yaşam alanları ve yerel yönetimler sermayenin ve sermaye temsil eden siyasilerin sayesinde kâr ve rant alanlarına dönüştürülmüş durumda.

Doğanın kâr uğruna talan edilmesi, emekçiler için kuru toprak, hastalık, işsizlik ve yoksulluk getirirken bir avuç sermayedarın ceplerinin dolmasına neden oluyor.

“Ağaçlarıma dokunma” diye Akbelen’de mücadele eden İkizköylülerden tutalım da İliç maden faciasında göçüğün ardından siyanürün topraklara karşımasına kadar, halkın canı hiçe sayılıyor. Öte yandan imara ve madene açılan alanların sonu kadınlara yoksulluk ve işsizlik olarak geri geliyor.

Kentler halkın yaşam alanıdır, yani halkındır. Bu yüzden halkın iradesinin ötesinde kentler ve diğer yerel yaşam alanlarının yağmalanması, doğanın talan edilmesi, su kaynaklarının tüketilmesi son bulsun. Kâr ve rant esaslı belediyecilik değil halkçı belediyecilik esas alınsın.


SERVET REZERVİNDE RANTSAL DÖNÜŞÜM

Öte yandan halkı yaşamını hiçe sayan iktidar ve müttefikleri halkın çürük binalarda yaşamasına göz yumarken “rantsal dönüşüm” adı altında işçilerin emekçilerin kuruş kuruş biriktirip aldıkları evler, yıllardır kredisini ödedi binalar ilan edilen rezerv alanlarında gasbedilmeye hazır hale geliyor.

Bunun ötesinde evini kentsel dönüşüme veremeyen, güvenli evlerde yaşamak için kira parasını ödemeyen kadınlar, çürük binalarda yaşam sürdürmeye mahkum ediliyor.

İstanbul’da çürük binada mecbur olduğu için yaşayan Fatma, “Öleceğini bile bile bu binada yaşamak zorunda olmanın çaresizliğini yaşıyorum. Kendimden geçtim ama çocuğum için her an deprem olacak kaygısı yaşıyorum. Korkuyoruz ama bir şey yapamıyoruz. Devletin de umurunda değiliz. Devlet bir şey yapmıyor sadece yapıyormuş gibi davranıyor. Belediye binalar sağlam mı diye inceleme yapmıyor. Yapsa da ev çürük çıkarsa nereye gideceğiz? Dışarıda kalmaktan korkuyoruz” diye ifade etmişti yaşadıklarını.

Kentleri beton yığınına dönüştüren yerel yönetimler olsa depremlere karşı ise hiçbir tedbir almazken deprem için toplanma alanlarını bile daraltıyor. Rantsal dönüşümün, belediyelerin halkın ihtiyaçlarına değil ranta dönük hareket etmesi kadınları ya yüksek fiyatlı kiralara mecbur bırakıyor ya da çürük binalarda yaşamasına mahkum ediyor.

Bu yüzden tüm yurttaşların güvenceli binalarda yaşamaya hakkı var. Herkesin yaşayabileceği güvenli binalar inşa edilsin. Güvencesiz ve çürük binalarda yaşamak zorunda kalan yurttaşlar güvenli binalara intikal edilsin.

Öte yandan afetlere ve depremlere hazırlık yerine imkanlarını rant için kullanan yerel yönetimlerin eksikliğinin en büyük örneğini 6 Şubat 2023’te yaşanan depremlerde yaşadık. Binlerce kişi yeni yapılmış binaların çökmesi sonucu hayatını kaybetti, depremlerin yaşandığı ilk üç gün yerel yönetimler ve devlet hiçbir hazırlığı olmadığı için halkı kaderine terk etti. Deprem bölgesi için verilen sözlerin hiçbiri tutulmadı, depremin ardından binaların yıkılması sonucu açığa çıkan araziler sermayedarlar için kâr- rant alanına dönüştürüldü. Depremlerin üzerinden geçen bir yılın ardından kadınlar ise hâlâ temiz su, hijyen malzemeleri gibi temel ihtiyaçlara erişemiyor. 21 metrekarelik konteynırlarda yaşam sürdürmeye çalışan kadınlar her türlü şiddete maruz kalıyor.

Deprem bölgesindeki kadınların şiddete uğramasını önleyecek mekanizmalar işletilsin, deprem bölgesindeki halkın güvenli barınma, eğitime, sağlığa erişim hakları sağlansın.

KAYYUMLARIN İLK HEDEFİ KADINLAR

İktidarın yıllardır halkın milliyetçi duygularını sömürerek yaygınlaştırdığı ayrıştırıcı politikalar bir yana halkın iradesi de kayyumlar ile gasbediliyor. 2019 seçimlerinde HDP; 3 büyükşehir, 5 il, 45 ilçe ve 12 belde belediyesi olmak üzere toplam 65 belediyenin başkanlığını kazanmıştı. Bunlardan sadece 6’sına kayyum atanmadı. Kayyumlar ise hedeflerine ilk kadınları koydu. Örneğin, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından inşa edilen kız öğrenci yurdu polis misafirhanesine çevrildi. Belediyeye bağlı Kadın Politikaları Daire Başkanı görevinden alındı, daire başkan yardımcısı olarak bir erkek atandı ve birimin tüm çalışmaları durduruldu. Van’da Gürpınar Belediyesine atanan kayyum, Kadın Yaşam Merkezini hükümet destekli bir örgüt olan KADEM’e devretti. Kayyum, eşini de çocuk kreşine müdür olarak atadı. Mardin Büyükşehir Belediyesine bağlı Kadın Daire Başkanlığına erkek memur atandı. Van Büyükşehir Belediyesine atanan kayyum, Kadın Politikaları Daire Başkanlığını feshetti, bu birimin çalışmaları bir erkeğin yönetimine bağlandı.

Yerel yönetimler atanmışlar tarafından değil halkın seçtiği ve halktan gelen yöneticiler tarafından yönetilmeli.

KADINLARIN SÖZÜ VE İRADESİNİN OLDUĞU YÖNETİMLER

Dünya genelinde yerel yönetimlerde kadın temsil oranı yüzde 36, Türkiye’de ise bu oran yüzde 10 civarında. Türkiye bu oran ile 133 ülke arasında 118’inci sırada yer alıyor. Yani yerel yönetimlere seçilmiş her 10 kişiden yalnızca 1’i kadın. Bu durumun kendisi kadınların toplam yaşadıklarına dair söz söyleme, çözüm üretme ve kentin örgütlenmesinde sözünü görünmez kılıyor.

Özellikle işçi ve emekçi kadınlar her gün yeniden iş, ev, çocuk, hasta bakımı arasında koştururken yaşadıkları kentlerde söz sahibi olamıyor.

ÖRNEĞİ YOK DEĞİL!

Sovyetler örneğinde olduğu gibi, Sovyet iktidarı, daha devrimin ilk haftasında çıkardığı yasalarla kadın emeğinin korunması, anne ve çocuğunun korunması, çocuk bakımı ve ev içi faaliyetlerin toplumsallaştırılması ile ilgili yasalar çıkardı. Partinin kadın kolları bu görevi asli olarak üstlendi ve köy köy, fabrika fabrika, mahalle mahalle bu yasaların hayata geçmesi için faaliyet yürüttü. Devrimden sonraki ilk aylarda anne ve çocuk bakımının devletin yükümlülüğü altına girmesi sağlandı. Kadının çalışma hayatına katılması için özel düzenlemelere gidildi. Çalışan kadınların 3 saatte bir çocuklarını emzirme hakkı bulunuyordu. Kendileri ya da çocukları rahatsızlandığında sağlık ücretsiz olduğu için çok kolay bir şekilde sağlık hizmetine ulaşabiliyorlardı.

Tüm bu süreçte önemli olan nokta ise kadınların eşit fırsatla yönetimlere dahil olması, temsiliyetinin olmasıydı. 1937 yılına gelindiğinde yarım milyona yakın kadın devlet idaresinde görev alıyordu. Bu sayının daha da artırılması için cesaretlendirme çalışmaları ve parti faaliyetleri de düzenleniyordu. Diğer çalışma alanlarında da kadınların yönetici kadrolara gelebilmesi için çalışmalar yoğunlaştırılmıştı.

KENTLERİ HEP BİRLİKTE İNŞA ETMEYE…

Yerel yönetimlerin burjuva parti cenahlarının hesaplaşama, kâr ve rant için mücadele meydanına dönmemesi, merkez yönetimle kurulacak bağın en yerelden örgütlenerek sağlanması kadınların sorunları ve taleplerini de çözüme kavuşturacaktır. Tüm bunların gerçekleşmesi için de biliyoruz ki tek yol, bulunduğumuz her alanda, işyerinde, mahallede, okulda, apartmanda örgütlenmek ve İşçinin, emekçinin, kadının sözünün geçtiği demokratik yerel yönetimleri hep birlikte inşa etmek.

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Benim emeğim, benim kentim, benim sözüm!

Yaşadığımız, yaşamı her gün bizim inşa ettiğimiz ve sürdürdüğümüz kentlerden payımıza düşen ne? Sand...

Tarihin tozlu sayfalarında değil işçi kadınların m...

8 Mart geldi çattı. Tüm takvimlerden, yer kürenin her bir parçasından biriktirdiği eşitlik türküsünü...

Sendikal mücadeleye hegemonik gölge

Son yıllarda kadın meclisi, kadın bütçesi tartışmaları ise hâlâ sürüyor. Ancak bu politika ve kararl...