“Kişi, kaybın mahiyetinin bilincinde olmayabilir ve bu kayıp ölümün, ayrılığın, siyasi ya da dini bir idealin çöküşünün yarattığı türden bir hüsranı içerebilir.”
Leader, 2008
Kıymetli hazirun,
Sistematik olarak belli bir bölgemiz acıya maruz kaldığında bir süre sonra artık acıyı eskisi kadar yüksek hissetmemeye başlarız ya, öyle bir yere geldik ki acıyı hiç hissedemez olduk. Uzmanlığım yok ama üzerimizdeki ataletin kadim bir savunma mekanizması olduğunu düşünüyorum. Büyük salgınla başlayıp, ekonomik krizle katlanıp, geçen sene şubat ayında yaşadığımız depremle head shot (ölüm vuruşu) yapan bir depresyonun içinde yuvarlanıyoruz. Dolayısıyla ülkemizin yakınlarında çıkan savaşlara ve katliamlara da kendimizi, aklımızı koruyan bir sis perdesinin arkasından donuk bir şekilde bakıyoruz. “Ben ne yapabilirim ki?” çaresizliğinin bizi yere yapıştırmaması için olanlar olmuyormuş gibi davranıp günlük işlerimize dönüyoruz çoğunlukla. Bu yetersizlik duygusuyla onlar da ne kadar oluyorsa artık o kadar.
OYUN YENİDEN BAŞLATILIYOR
Şimdiye kadar yakın çevremdeki insanları, aslında bir yandan kendimi de “Dünya hep böyleydi, salgınlar, büyük savaşlar, göçler, kıtlık ve depremler hep oldu” diye avuttum. Tarih anlatıyorum ve sonuçta savaşlar bizim derslerimizde en büyük yeri kaplıyor. Savaşların ne büyük bir yıkım olduğunu gösteren bir sürü görsele öğrencilerle birlikte sürekli bakıyorum.
Yerlerde serili yetişkin bedenlerine merhametimiz uyanmazsa diye minik bebeklerin ve çocukların hırpalanmış bedenlerinin görüntüleriyle “Bu savaş suçudur!” diye bağırıyor insanlar. Ben artık “savaş suçu” diye bir kavramı kabul etmemiz gerektiğine, savaşın suç sayılması gerektiğine inanıyorum. İnsanlığın bilincinin bu denli yükseldiği bir yüzyılda iki devletin birbirine devletler hukukunda savaş açma hakkının tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Savaşmak isteyen büyükbaşların bilgisayarda oyuncu koltuklarına oturtulup savaş simülasyonlu, bol toprak fethetmeli, harita genişletmeli oyunlar oynatılması belki çözüm olabilir. Tuttuğu takımın, karşı takımın kalesine gol atmasıyla deşarj olabilen bu işgalci içgüdünün böyle zannetme evrenlerinde soğurulup yok edilmesiyle rahat bir nefes alabiliriz belki?
ELİNDE KILIÇ, OĞLAN ÇOCUKLARI
Oğlum dört beş yaşlarındayken annem ona plastik bir kılıç almıştı. O plastik kılıçla havada görünmez bir düşmanla mücadele eden oğlum, onu gerçek nesnelerde de denemek istemiş, örneğin benim bacağıma vurmanın nasıl hissettireceğini de merak etmişti. Sonra galiba annem bir kılıç daha getirdi. Yamulana kadar savaştığını hatırlıyorum. Nihayetinde hayatına bilgisayar ve bilgisayar oyunları girdi. Dünya tarihini ve haritasını oynadığı oyunlardan öğrendi. Hepsinde şiddet vardı. Ben bizzat doğurduğum bu çocuğun içindeki şiddete sanki kendi içimde hiç yokmuş da onda nasıl olabilirmiş gibi hayretle baktım bir süre. Sonra aslında belki benzer ve eşit derece bir şiddetin kendi içimde de olduğunu ama bunu kendime yakıştıramadığımı fark ettim. İşte mesele bu aslında. Vardığımız noktada insanlık olarak bu yaşanan şiddeti kendimize de kimseye de yakıştıramamamız gerekirdi. Görüyorum ki dünya beş yaşında elindeki kılıcı bir yerlerde denemek isteyen oğlan çocuklarıyla dolu…
AH DEPRESSUS…
Depresyon, Latince bir kelime olan “depressus”tan geliyor. “Alçakta olmak, bastırmak” demek. Çökme. Bireysel olarak da toplumsal olarak da bu “çökme”yi iyi okumamız gerekiyor. Hem kendimizle hem de olaylara yaklaşımımızla yüzleşmemiz, kendimizin en iyi versiyonuna dönüşmek için bu çökmeyi deri değiştirdiğimiz küçük bir ölüm tecrübesi gibi yaşamamız, kalan ömrümüzü anlamla doldurmamız gerekiyor sanıyorum. Öncelikle öteki dediğimiz insanlardan haksız beklentilerimizi fark etmeli ve yetişkin kendimiz olarak elimizdeki plastik kılıcı çocuk kendimizden almalıyız.
İÇ DÜNYAYA SEFER
Bizi korku ve suçlulukla titreştiren spekülasyonlardan uzak durup, korkunun ve şikâyetin diline katkıda bulunmamız da çok önemli. En yakın olarak bayram coşkusunu az bulan insanların kendi coşkularına bakmaması mesela. Sönük geçiyor diyorsan, yalnızca sönmeye katkı sunmuş olursun. Minicik bir günüme baktığımda kendimi en iyi hissettiğim günlerin aileme, öğrencilerime ya da hadi abartayım dolaylı olarak dünyaya gerçek bir fayda sağladığım, en azından sağladığımı zannettiğim günler olduğunu görüyorum. Elbette ki teoride böyle meli malıyız konuşurken pratikte bataklıkta yaşadığım günler oluyor. Yine de galiba son tahlilde kendimden memnun ve razıyım. Bütün sise, görüş ve hissediş bulanıklığına rağmen başımı bulanıklığın üstüne çıkarıp özümden taşan tatlı bir notayı esintiye bırakabiliyorum. Melankoliyi gerektiği kadar, depresyona dönüşmeyen ama beni dönüştüren bir süreç olarak, neşeyi en doğal hakkım gibi yaşamayı öğrendiğim bir yerlerdeyim. Yayma ve yaşatma derneği kuramadığım için buraya karalama hakkımı kullanıyorum. Ekmek ve Gül var olsun.
NOTALARA ALEMİNDE ‘DO’
Yazımı tatlı bir bilgiyle bitireyim. Yukarıda korku ve suçlulukla titreşmeyelim demiştim ya, buna direnç geliştirmeyi sağlayan nota “do” notasıymış. Geçmişte de muktedirler, müziğin dilini dahi kendi otoritelerini arttırmak için kullanmışlar. Savaş dönemleri radyodan yayınlanan kasıtlı ses frekanslarından, kilisenin kitleleri korkutmak için geliştirdiği org tınılarına kadar geniş bir yelpaze bu. Orta Çağ karanlığı dediğimiz karanlığı Gotik dili ve edebiyatı olarak okuyabiliriz. Zebanilerle çevrili cehennem tasvirli yüksek perdeli müzik çalan katedrallerin içinden kul korkutmak kolaydır. Galiba saraylar günümüzde de o yüzden büyük yapılıyor. Ey, insan, sen kimsin ki iktidarın haşmetinin yanında. Oysa elbisesinden ve evinden sıyırınca aynı aciz beden. Hitler’in de tuvaleti geldi, onun da bedeni çürüdü.
Bugün bildiğimiz müzik notalarını 11. Yüzyılda Guido D’arezzo adlı bir keşiş Aziz John için yazılan bir şiirin ilk harflerini kullanarak oluşturmuş. İlk nota “ut” açık hece olmadığı için sonradan “do” olarak isimlendirilmiş.
Şiir şu:
ut queant laxis
resonare fibris
mira gestorum
famuli tuorum
solue politi
labii reatum
sante johannes.
“Gevşek tellerde yankı bulsun o halde mucizelerin, hizmetkârlarının kirli dudaklarındaki lekeyi temizle Aziz John” anlamına geliyor mısralar.
Her bir notanın kaç hz’de frekans yaydığı ve bizi nasıl etkilediği Joseph Puleo tarafından çalışılmış. Öze dönmeyi ve farkındalığı arttıran, gizli olanı açığa çıkaran, sakinleşmeyi sağlayan nota “la” notasıymış. Marşların militarizme katkısı olduğunu çocukluğumdan beri sezgisel olarak biliyorum, coşkuyu ve birlik duygusunu yaşatmak istediğimiz zamanlarda içerik olarak kimseye saldırmayan marşlar yazılabileceğini düşünüyorum. Yürüyoruz ar-ka-daş-lar, bizim öncelikle la notasına ihtiyacımız var…
*[email protected]
Fotoğraf: Europeana CC0- van de Velde
İlgili haberler
Duvara yazmak
İnsanlığın öfkesini, aşkını, müstehcenliğini ifade ettiği en eski yollardan biri duvar yazıları. Fil...
Tüm mesele bu: Bir avuç kıymayı kabullenmeli mi ka...
‘Avuç içi kadar aldığım kıymayı iki ayrı yemeğin içine katıyorum, tam olarak 186 gram, benim normali...
‘Zamane Namusnamesi’
“Zamanı tüm bedenimle bir başka türlü ölçtüm. İnsanın neler yapabileceğini, hem de her şeyi yapabile...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.