Bizi yakan ateşi küle çevirelim!
Haklarımıza bugün de saldırıyorlar, yarın da saldıracaklar ve bizim beklemeye tahammülümüz yok! Bir hakkı kazanmak için olduğu kadar onu korumak için de bunca mücadele vermişken hele!

Her ağızlarını açtıklarında etrafa ateş saçan bir volkan gibi canımızı yakan sıcak bir yaza girdik. Hayatlarımız hakkında yukarıdan alınan bir sürü karar… Hepsi de bize zarar. Temmuz ayına ise tek adamın bir gece yarısı keyfi bir şekilde karar alıp İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırışının resmileşmesi ve buna karşı Türkiye’nin her yerinde sokakları dolduran, sesini çıkartan, haklarından, hayatlarından vazgeçmeyeceklerini bağıran kadınların gücüyle girdik.

Kadınların aylardır hatta yıllardır, İstanbul Sözleşmesi’nin ne anlama geldiğini, uygulanmasının gerekliliğini, uygulanmamasının sonuçlarını anlatmasına, ev ve işyerlerinden meydanlara “Sözleşmeden de hayatımızdan da vazgeçmeyeceğiz” diye avaz avaz bağırmasına rağmen tek adam iktidarı kadınların bu sesine kulağını tıkayıp diğer haklarına da göz diktiğini yaptığı her uygulamada, her açıklamasında belli ediyor.

Mecliste kurulan Kadına Karşı Şiddet Araştırma Komisyonu toplantılarıyla da kadınların haklarına yönelik yine bilinen ve beklenen saldırıların işaretleri verildi. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı sonrasında hem sözleşmeden çekilmeyi meşrulaştırmayı hem de “Bakın biz kadına şiddeti önlemek için çalışıyoruz, ne de iyi şeyler yapıyoruz” imajı çizmeyi hedefleyen komisyon, iktidarın kadın politikalarının yaldızlanıp zeminin yeniden yaratıldığı bir yer.

Kadın cinayetlerini “tolere edilebilir” olarak görenlerin yargıdaki uzantıları cezaların da indirilebilir olduğunu düşündüklerinden, şiddetle uzlaşma anlamına gelen ve sonu hep şiddete/cinayete çıkan arabuluculuk uygulamasını komisyona sundu. Yetmedi; şiddet ve kadın cinayeti davalarında faillerin indirim almak için bahane gösterdiği “sadakatsizlik”, TCK’ya dayandırılarak haksız tahrik indirimine gerekçe olarak savunuldu zatı yargıçlar tarafından. Kadın cinayeti davalarında faillerin değil kadınların hayatının yargılanması artık neredeyse her davada karşımıza çıkıyor. Kadınların “ahlaklarının” masaya yatırılması, o saatte orada ne işi olduğundan neden ses çıkartmadığına kadar… İktidarın “kutsal aile”sine karşı kadının her davranışı, ona şiddet uygulayan erkeğe haksız tahrik indirimi olarak geri dönerken diğer erkeklerin de şiddet uygulamalarının önünü açıyor.

Biz “Kolluk görevini yapmıyor, tedbir ve koruma kararları uygulanmıyor, 6284’ü, İstanbul Sözleşmesi’ni uygulayın” derken; o sırada bizim vergilerimizle maaşları ödenen kolluğun yıllarca çete liderlerini, kara para aklayanları, otellere çöken şirketleri koruduğunu, mafya bozuntularının bir an bile yanından ayrılmayarak yurt dışı gezilerine gittiğini bizzat bir çete liderinin ağzından öğrendik. Sanki koruma kararı altında yüzlerce kadın bu ülkede öldürülmemiş gibi tedbir kararlarının kadınlar tarafından “suistimal”(!) edildiği ileri sürülerek 6284 sayılı Yasa da hedefe konuldu.

Bir çocuğun yaşadığı istismarı taşa yazarak anlatışının yangısı daha üzerimizdeyken Elmalı istismar davasında yazdıkları, çizdikleriyle uğradıkları istismarı anlatan çocukların anlattıkları kanıt sayılmadı. Birçok çocuk istismarı davasında “somut delil” olmaması gerekçe gösterilerek istismarcılar salındı, bugün sokaktalar. Hükümetin Meclis’e sunduğu 4. Yargı Paketiyle de cinsel istismarı somut delil gerektiren bir suç haline getirerek bu zamana kadar hukuksuzca verdikleri adaletsiz kararları “hukuki” hale getirmek istiyorlar.


Fotoğraf: Freepik

BİR DEVLET- MAFYA VE FİLLER HİKAYESİ

Her gün bir yenisi faş olan kadın cinayetinden kara para aklamasına, uyuşturucu kaçakçılığına kirli ilişkiler ağıyla en küçük bürokratından bakanına, yargısından medyasına devleti devlet yapan her türlü unsurun bir çete organizasyonuna dönüştüğünü ortaya koyarken kamu kaynaklarına yani bizim emeğimizle var olan tüm değerlere tek tek çöküldüğünü de gözler önüne seriyor.

Ekonomik kriz, pandemi derken peşine eklenen mafya, devlet, sermaye, medya arasındaki bilinen ama içerden anlatımlarla iyice görünür hale gelen bu kirli ilişkilerin çıkmazında; (Ankara’da) kadına yönelik şiddetle mücadele eden kadınlar, ekonomi politikalarını eleştiren, mafya ilişkilerini sorgulayan yurttaşlar (Rize), suyu toprağı havası, yaşamı rant uğruna yandaş patronlara peşkeş çekilmesine karşı çıkan köylüler (Konya Çavuşlugöl), parasız bilimsel, demokratik, özerk eşit eğitim isteyen gençler, eşit ve ayrımsız yaşam isteyen LGBTİ’ler hakları için mücadele ederken hukuksuzca gözaltına alınıyor, terörist olarak yaftalanıyor. En küçük soruya dahi tahammül edemeyenler hesap vermek yerine yine o bildik yönteme sarılıyor. Böl, parçala, yönet… Emek, barış, demokrasi eşitlik, insanca yaşam için mücadele eden, muhalefet eden kim varsa topyekun terörist olarak ilan et. Onu onaylamayan herkes öteki oluyor: Sokak röportajlarında evine ekmek götüremeyip ekonomiden dem vuran vatandaş da, iş bulamadığı için gelecek kaygısı olan genç de ifadeye çağırılıyor. Yaşadığımız gerçeği bile dile getirmemiz baskılanıyor, sindirilmeye çalışılıyor.

Tek adam iktidarının, Kürt sorunu üzerinden özellikle TBMM’de 3’üncü büyük parti durumundaki HDP’ye yönelik kapatma davaları, tutuklamalar, gözaltılar da bu politikaların bir parçası… Bu nefret ikliminin bir sonucu olarak HDP İzmir il binasına yapılan saldırıda kız kardeşimiz Deniz Poyraz katledildi. 

Deniz Poyraz’ın öldürülmesinin ardından iktidarın küçük ortağı Bahçeli, Deniz’e “terörist” derken, katile “abicim” diye seslenildi! Bu söz bile katledilenin Deniz ama kastedilenin hepimizin eşit, özgür, sömürülmeden insanca yaşama arzumuz, örgütlü mücadelemiz olduğunu ortaya sermiyor mu?

İstanbul’un orta yerine bir ateş topu bırakacak olan Kanal İstanbul projesinin açılışında “Şirketlere Kanal İstanbul için ödeme yapmayacağız” diyen muhalefete cevap vereceğim diye “Söke söke alırlar o parayı sizden” diyerek, o çok parmak salladığı (!) “dış güçler” karşısındaki pozisyonunu da ortaya koyan bu iktidarın beslendiği yer, mafya liderinin de itiraf ettiği gibi nefret ve korku!

O yüzden her ağızlarını açtıklarında ateş saçıyorlar, yalanlara, yaftalamalara sarılıyorlar. Emekten, demokrasiden yana olanlara, en küçük bir soru sorana, hak talep edene, hakkını savunana en çok da biz kadınlara saldırmaları bu yüzden.

BEKLEMEYE TAHAMMÜLÜMÜZ YOK

Tek merkezden ve topyekûn gerçekleşen bu saldırılara karşı, ana muhalefetin sürekli sandığı işaret etmesi; böyle organize bir suç örgütüne dönüşmüş devlet mafya ilişkiler ağında artık beklenticilikten başka bir anlam ifade etmiyor. Hele ki biz kadınlar için; İstanbul Sözleşmesi deneyimi orta yerde dururken… Bir hakkı kazanmak için olduğu kadar onu korumak için de bunca mücadele vermişken hele! Haklarımıza bugün de saldırıyorlar, yarın da saldıracaklar ve bizim beklemeye tahammülümüz yok!

Bu nedenle tek çare örgütlü mücadele…İstanbul Sözleşmesi’nden tek bir an bile vazgeçmeyen, en karanlık anlarda bile sokağı terk etmeyen “eli ateşten korkmayan” kadınlarız biz; İstanbul Sözleşmesi’ni fesih edenleri feshedene, bu çürümüş düzeni alaşağı edene kadar bizi yakan ateşi küle çevirene kadar harlayalım öyleyse… Yüzümüzü daha çok mahallelere, işyerlerine, okullara, atölye tezgahlarına dönerek elbette…

Manşet fotoğrafı: DHA

İlgili haberler
Yokuşu birlikte çıkacak olan bizleriz

Dergimizde bu yokuş yukarı kürekleri çektiğimiz mücadelenin yollarını arıyor kadınlar, sesleniyor bi...

Maria Suphi: Bir Direniş Öyküsü

Sevil Aracı, Maria Suphi, Bir Direniş Öyküsü adlı romana dair yazdı.

Uluslarararası bir sömürü hikayesi: Denizaşırı Hiz...

Denizaşırı ülkelerde göçebe ev işçiliğine zorlanan Filipinli kadınların ‘hizmetçiliğe eğitildikleri’...