Margarethe von Trotta, tarihin gölgesinde kalmış hatta neredeyse unutulmuş kadınların ya da tanınmış kadınların bilinmeyen öykülerini perdeye taşımasıyla tanınıyor.
1981 yapımı Marianne ve Julianne ile 70’li yılların ortalarında Kızıl Ordu Fraksiyonu’na bir kadın perspektifi sunan von Trotta, 1986 tarihli Sevgili Rosa’da Rosa Luxemburg’un mektuplarında keşfettiği kadını beyaz perdeye taşıdı.
2001 tarihli Kehanet filminde, 11. yüzyılda yaşamış bir azize ve kadın besteci Hildegard von Bingen’i odağına aldı.
2003 tarihli Güller Sokağı’nda ise, 1943 yılında toplama kamplarına sevk edilmek üzere bir binaya hapsedilen Yahudi kocaları için nöbet tutan kadınların direnişini anlattı, pek bilinmeyen bir tarihsel olaya ışık tuttu.
2012 yılında büyük başarı toplayan Hannah Arendt’te ise “Heidegger’in gözde öğrencisi”nden ziyade yaratım sürecinde bocalayan, kimi zaman aklı karışık kimi zaman ürkek bir kadın çıkardı karşımıza.
Von Trotta’nın o dönem eşi olan usta yönetmen Volker Schlöndorff ile birlikte yönettiği, ilk filmi Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru’ndan bu yana her filminde kadınların yazılmayan tarihini perdeye taşıma arzusu gözlemlenir.
“Tarih anlayışımın zamanla nasıl evrildiğini, aslında geriye dönüp baktığımda üç filmimde net olarak görebiliyorum. Örneğin, Rosa Luxemburg filmini ele alalım. Rosa, Yahudi’ydi ama onun için bir sosyalist olmak, Yahudi olmaktan çok daha önemliydi her zaman. 1919 yılında öldürüldü ve Rosa’yı öldürenler gidip Hitler’in saflarına katıldılar. 2003 yılında Güller Sokağı’’nda 1943 yılında yaşanmış bir olayı anlattım. Bu sefer kadınlar Yahudi değillerdi; ‘Aryan ırkından’ Alman kadınlardı ve Yahudi kocaları için mücadele ediyorlardı. Kocalarının toplama kamplarına götürülmek üzere alıkonulduğu bina önünde nöbet tutan kadınların sayıları öyle arttı ki, sonunda zafer kazandılar, kocaları serbest bırakıldı. 2012’de Hannah Arendt’in 1960-64 yılları arasındaki dönemini anlatan bir film yaptım. Arendt, Eichmann davasını takip etmek üzere Kudüs’e gidiyor ve ardından bir değerlendirme yazıyor. Bu üç filme baktığınızda tarih anlayışımın nasıl evrildiğini, hayatımın belli dönemlerinde hangi kadın karakterlere yakınlaşarak ve onların öykülerini sindirerek ne gibi dönüşümler geçirdiğimi aslında görebilirsiniz.”
‘‘Rosa Luxemburg her şeye rağmen pozitif bakıyor, devrime inanıyor ve devrimle birlikte kurtuluşun geleceğini düşünüyordu. Ona göre tarih bir özne, harekete getirici bir güç olarak her şeyi bizden daha iyi biliyordu. Olması gereken elbet gerçekleşecekti. Rosenstrasse’de nöbet tutan kadınlar ise tarihe asla güvenmiyordu; tarihin acılar ve felaketlerle dolu olduğunu görüyor ve biliyorlardı. Tek istekleri, güçleri yettiğince, yeni bir felaketin kendilerini de tüketmesini engellemekti. Arendt ise filmde, “karanlık zamanlar” dediği bir döneme bakıyor ve bu dönemi analiz etmeye çalışıyordu. Tarihin kurtuluşa giden yola çıktığına inanan bir kadın, tarihin sadece felaketlerden örülü olduğunu düşünen kadınlar ve son olarak tarihi anlamaya çalışan bir kadın. Bu kadar net bir yay çizeceğim aklımdan geçmezdi.”
Margarethe von Trotta sinemaların da birer direniş mekanı olduğunun (ve hatta belki de olması gerektiğinin) altını çiziyor.
Kaynak: Bianet
İlgili haberler
GÜNÜN KADINI: Mildred Harnack-Fish
Almanya’da Nazilere karşı direndiği için idam edilen tek ABD vatandaşı olan Mildred Harnack-Fish, fa...
GÜNÜN KADINI: Florence Kelley
Florence Kelley, çocuk hakları, sekiz saatlik iş günü, ücret köleliği gibi konularda, toplumu yakınd...
21 Temmuz 1933| Yazar Brigitte Reimann doğdu
Doğu Almanya Cumhuriyeti yazarlarından Brigitte Reimann: Bazen erkek sanatçıların onlara hayran olan...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.