Dünyada faşist partiler kadın düşmanlığında birleşiyor
Dünyanın pek çok ülkesinde de siyasi partiler, ‘Aileyi korumalıyız’ söylemi altında doğrudan kadınların yaşamlarını etkileyecek kararlar alıyor, politikalar uyguluyor.

“Aileyi korumalıyız” söylemi altında dünyanın pek çok ülkesinde Brezilya’dan Asya’ya devletler doğrudan kadınların yaşamlarını etkileyecek kararlar alıyor, politikalar uyguluyor. Bu söylem Türkiye’de yaşayan kadınlar için de yabancı bir ifade değil. Hatta belki de geçtiğimiz yıllarda hiç duymadığımız kadar çok duymuş olabiliriz. Dünya genelinde sağ popülist hareketler güç kazanır, hatta iktidara gelirken “aileyi korumalıyız” söylemi pek çok cinsiyet eşitliği karşıtı politikanın önünü açmak için kullanılıyor.

Akademisyen Dr. Feyda Sayan Cengiz, aşırı sağ popülist partilerin söylem ve politikalarında, toplumsal cinsiyete dair konuların çok merkezi olduğuna dikkat çekiyor: “Özellikle Avrupa’da popülist partiler, bir yandan geleneksel aileyi, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini güçlendirecek politikaları savunuyorlar. Diğer yandan da göçmenlere, özellikle Müslüman göçmenlere karşı, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hakları söylemi üzerinden bir retorik geliştiriyorlar, ‘Batı kültürü kadın haklarını tanıyor, göçmenler tanımıyor’ diyorlar.”

Farklı ülkelerden çeşitli örneklere bakacak olursak…

MACARİSTAN: ‘EN AZ 4 ÇOCUK’

Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, her ne kadar göçmen karşıtlığı ile öne çıkmış olsa da 2017’den itibaren “aileyi koruma” adı altında çeşitli kadın düşmanı politikalarını uygulamaya koydu. Bu uygulamaların “milli değerler, din” örtüsü ile üzerini örttü. Aile Koruma Eylem Planı ile kadınların çok çocuk doğurarak “büyük Macar aileyi” oluşturması için “en az 4 çocuk” derken kürtaj hakkına saldırdı.

“Aileyi koruma” söylemi, Anayasa değişikliği ve güç kaybeden Orban iktidarını LGBTİ karşıtı bir referandum ile yeniden iktidar olarak seçilmesinin bir aracı oldu. Anayasaya, ‘Macaristan’ın anayasal kimliği ve Hristiyan kültürüne dayalı değerlere uygun eğitim sağlar’ ifadesi de eklendi. Böylece Anayasa’ya dini bir kapsam getirilmiş oldu.

2011 yılında onaylanmak için sunulan İstanbul Sözleşmesi, 2014 yılında Macaristan da dahil olmak üzere, Avrupa Birliği üyesi olan birçok ülke tarafından imzalanmıştı. Macaristan parlamentosu, İstanbul Sözleşmesi'nin, “yıkıcı cinsiyet ideolojilerini” ve “yasa dışı göçü” desteklediğini beyan ederek, kadına yönelik şiddetle mücadele antlaşmasını onaylamayı reddetti.

Orban, 2018 yılında üniversitelerde yapılan cinsiyet çalışmalarını yasaklayan bir kararname de çıkarmıştı.

KADIN LİDERLER…

Aşırı sağ partilerin şiddet eğilimli, kutuplaştırıcı, ırkçı, eşitlik karşıtı politikalarını kadın liderler aracılığıyla yaygınlaştırdığını bazı ülkelerde görüyoruz. İtalya’da Meloni, Fransa’da Le Pen bunlardan ikisi.

Akademisyen Dr. Feyda Sayan Cengiz, kadın liderlerin aşırı sağ popülizmi, kadın dostu yapan bir unsur olmadığını söyle açıklıyor: “Popülist aşırı sağ liderlerin siyasi üslup ve performanslarını cinsiyet boyutundan inceleyecek olursak, ‘koruyucu kollayıcı baba’ performansından, ‘kural yıkıcı cesur asi çocuk’ performansına varıncaya kadar çeşitli maskülinite kalıplarının, ‘halka yakın lider’ imajları kurgulamakta kullanıldığını görüyoruz. Öte yandan, popülist aşırı sağda Meloni ve Le Pen gibi kadın liderler de, bu partilerin söylemini yaygınlaştırmak için oldukça işlevsel olabiliyor. Aşırı sağın kadın liderlerinin en yaygın performansı, elbette “ulusun annesi” imajı üzerinden geliştiriliyor. Marine Le Pen, bunun açık bir örneği: 2011’de, şu anda adı Rassamblement National olan partiyi, babası Jean Marie Le Pen’den devraldığında, parti provokatif, anti-semitik, marjinal aşırı sağ söylemleriyle bilinen, ana akımdan nispeten uzak bir partiydi. Marine Le Pen, “ulusun koruyucu annesi” imajı ve yumuşatılmış bir söylem üzerinden partinin oylarını artırdı, ancak özünde yerlici söylem, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin savunulması, ırkçı ve göçmen karşıtı söylem değişmedi. İtalya örneğinde Meloni’nin ‘Kadınım, anneyim, İtalyanım, Hıristiyanım’ diye tanımlayarak hegemonik bir kimlik çerçevesi çizdiğini de unutmamak gerek. Bu çerçeve içinde kadınlara bir toplumsal kabul sunuluyor, ancak hegemonik cinsiyet normları içinde kaldıkları, ve elbette ‘yerli’ oldukları müddetçe. Dolayısıyla liderlerin kadın olması, aşırı sağ popülizmi değiştiren ya da daha ‘kadın dostu’ yapan bir unsur değil."

İTALYA: TEK ADAM REJİMİNE MUHALEFETTEN TEPKİ

İtalya’da tarihinin en düşük seçime katılım oranıyla seçilen “karizmatik kadın lideri” Giorgia Meloni, ülkesindeki genç kadınlara ve orta sınıfa seslenen, kürtaj karşıtı, geleneksel aileye yönelik politikaları ile yükselen kadın öfkesini kendisine yedeklemek üzere sermaye cephesinin lideri. Giorgia Meloni, Polonya iktidar partisi PiS’in de üyesi olduğu, Avrupa’daki sağ popülist partiler birliği olan “Avrupa Muhafazakârları ve Reformcuları”nın da başkanlığını yürütüyor. Meloni ve partisinin, Mussolini’den devraldığı “Tanrı, Aile, Anavatan” sloganı, politikalarının özünü oluşturuyor. Kadını bir kuluçka makinesi yerine koyan, kadınları “ailenin esenliği için tüm haklarından vazgeçmeye” sıkıştıran Meloni, Fırsat Eşitliği ve Aile Bakanlığını; Aile, Doğum ve Fırsat Eşitliği Bakanlığı olarak değiştirdi. Bu bakanlığa; kürtaj, eş cinsel birliktelikler karşıtı görüşleriyle bilinen aşırı muhafazakâr Eugenia Roccella getirildi. Şimdi de Meloni, Başkanlık Sistemine geçiş projesine geçmek üzere parlamentodaki diğer partilerle görüşmelere başladı ve muhalefetin sert itirazları ile karşılaştı.

FRANSA’DA ‘MODERN’ İDDİALI KATOLİK MUHAFAZAKÂRLIK

Katolik muhafazakâr bir zemin üzerinden söylemlerini üreten ancak geçtiğimiz seçimlerde “modern” bir imaj çizerek seçimlere giren Fransa’da Ulusal Birlik Partisinin (RN) Başkanı Marine Le Pen, “ülkeyi bir anne gibi” yöneteceğini söylüyordu. “Kürtaja karşı daha iyi mücadele etmek” için Le Penn’in teklif ettiği yasa tasarısı şubat 2022’de Fransız parlamentosu tarafından kabul edilmeden önce kürtaj süresinin 12 haftadan 14 haftaya uzatılmasına Le Pen karşı çıkmıştı.

BU POLİTİKALAR DİN ÜZERİNDEN NASIL SÜRDÜRÜLÜYOR?
Cinsiyet eşitliğine karşı politikaların uygulanmasında din de farklı şekillerde kullanılıyor. Dr. Feyda Sayan Cengiz farklı ülkelerde dini kullanma ve toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı politikalara bağlama şeklinin ülkeden ülkeye değiştiğini söylerken Macaristan, Hollanda ve Fransa üzerinden örnek veriyor:
“Avrupa ülkelerinde popülist sağ partilerin söylemlerinde dini kullanma ve bunu cinsiyet eşitliği karşıtı politikalarıyla bağlantılandırma şekli, ülkeden ülkeye değişiyor. Cinsiyet eşitliği karşıtı politikalar ve söylemler konusunda ilk akla gelen isim, Macaristan’ın aşırı sağcı popülist Başbakanı Viktor Orban. Orban’ın, ‘yerli Macar halkı’ ve ‘ötekiler’ ayrımı üzerine inşa ettiği popülist söyleminin temelinde, toplumsal cinsiyet eşitliğine ve LGBTİ+ haklarına karşıtlık önemli bir yer kaplıyor. Orban yerli ‘saf’ Macar halkını da, geleneksel aile değerlerine bağlı, çoğul cinsiyet kimlik ve yönelimlerini kabul etmeyen ‘iyi Hıristiyanlar’ olarak tanımlıyor.
Fakat Avrupa’daki popülist aşırı sağ partiler arasında toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farklı söylemler geliştirenler de var. Örneğin Fransa’da Rassamblement National (Eski Ulusal Cephe) Partisi’ne uzun süre liderlik eden Marine Le Pen, parti liderliğini babasından 2011’de devraldığından beri, partinin imajını yumuşatma ve modernleştirme çabası içindeydi. Bu nedenle Katolik seçmenlerden yoğunluklu olarak oy alsa da, Katoliklik vurgusunu söyleminde çok yoğun kullanmıyor, laikliğe ve Fransa’nın Cumhuriyetçi değerlerine sıklıkla vurgu yapıyor. Cinsiyet eşitliğine karşı politika desteklemekten ziyade, geleneksel Fransız ailesini ve kültürünü övüyor, kürtaj gibi, LGBTİ+ hakları gibi siyaseten kendisi için riskli gördüğü konularda da pozisyonunu açıkça belirtecek bir açıklama yapmaktan genelde kaçınıyor.
Orban’dan oldukça farklı bir başka örnek de, Hollanda’da, Geert Wilders liderliğindeki aşırı sağcı ve ırkçı Özgürlük Partisi. Bu parti ve provokatif lideri Wilders, Orban’ın AB şüpheciliği ve çokkültürlülük karşıtlığı konusundaki fikirlerini paylaşıyor, ancak onun aksine, toplumsal cinsiyet eşitliğine ve LGBTİ+ bireylere saygının, Hollanda kültürüne içkin bir özellik olduğunu ve özellikle Müslüman göçmenlere karşı korunması gereken bir kültürel unsur olduğunu savunuyor. Wilders bunu yaparken, göçmen karşıtı, ırkçı ve İslamofobik söylemini seküler ve liberal bir kılıf içine de yerleştirerek siyasetin ana akımına taşımış oluyor.
Bu partiler ve liderlerin ortaklaştığı noktalardan en belirgininin, İslamofobi ve göçmen karşıtlığı olduğunu da vurgulamak gerek, çünkü söylemlerinin ortak noktasını bu oluşturuyor.”

PEKİ YA TÜRKİYE’DE?
Türkiye’de LGBTİ hakları karşıtı politikaların din söylemi ile nasıl yürütüldüğüne dair ise Cengiz, “Türkiye’de ‘Büyük Aile Buluşması’ ile görünürlüğü artan LGBTİ+ hakları karşıtlığı, Batı karşıtı ve İslami muhafazakar bir retoriğin içinden konuşsa da, bir yandan da küresel muhafazakar ‘anti-gender’ (toplumsal cinsiyet karşıtı) söylem ile de birçok ortak noktası var. Örneğin hem Batı’da hem de Türkiye’deki LGBTİ+ hakları karşıtı söylemde, geleneksel aile yapısının bazı neoliberal küreselleşmeci güçler tarafından hedef alındığı iddiası, hatta bu iddia çevresinde kurulmuş komplo teorileri oldukça merkezi” ifadelerini kullanıyor.

Görsel: Pixabay

İlgili haberler
Gericiliğe karşı eşitlik mücadelemiz ortaklaşarak...

Yeni Mecliste yer alacak olan gerici güçler, söylemleriyle kadın haklarını hedef alırken, kadınlar b...

Selma Gürkan: Gerici ittifakın kadınlara vadedeceğ...

Emek Partisi’nin Yeşil Sol Parti’den Ankara 1. Bölge 2. Sıra Milletvekili Adayı Selma Gürkan, "Bu ge...

Gericileşen, saldırganlaşan dünyada 25 Kasım’da öz...

Büyük bir baskı rejimi kurarak, ses çıkaranı sansür yasasıyla susturarak, tüm örgütlenme, ifade etme...