Gericileşen, saldırganlaşan dünyada 25 Kasım’da özgürlük için kadınlar sokakta!
Büyük bir baskı rejimi kurarak, ses çıkaranı sansür yasasıyla susturarak, tüm örgütlenme, ifade etme haklarını kısıtlayarak çalmaya çalıştıkları maya, tutmuyor.

Ne zaman farklı ülkelerdeki yaşam koşullarına, devlet politikalarına dair karşılaştırmalar yapılsa “Coğrafya kaderdir” tespiti tekrar tekrar önümüze düşüyor. Bartın’da gerçekleşen maden patlamasının ardından da festival yasaklarının ardından da 20 dolara bir Avrupa ülkesinde marketten ne kadar da çok şey alınabildiğini gösteren Youtube videolarının altındaki yorumlarda da… Böyle bir tespit, içinde yaşadığımız ülkenin haline öfkelenip üzülürken, aslında “kaderimiz” haline getirilen koşulları coğrafyamızın “değiştirilemez kültürüne”, “alışkanlıklarına” atfediyor. “Ne yapalım biz de Orta Doğu’da doğmuşuz, burada da kültür bu, halk böyle, yönetimler böyle gerici ve otoriter…” Aynı zamanda başka bir “coğrafyada” yaşasak hayalini kurduğumuz demokratik, refah yaşama kavuşabileceğimiz alt metnini de taşıyor. Kadınları şiddete karşı koruyan mekanizmaların yağmaya açılması, kadınların “din, aile” denerek baskı altına alınmaya çalışılması, kadınların demokratik haklarına saldırılar sadece Orta Doğu’da yaşayan kadınların “kaderi” değil. Dünyanın gidişatı bugün aksini ispatlıyor.

İtalya’dan İsveç’e, Fransa’dan Macaristan’a faşist partilerin iktidara geldiği, kendi “tek adamlarını” oluşturmak üzere harekete geçtiklerini görüyoruz. Bugün dünyada faşist partiler iktidara geliyor, “demokratik” olduğunu iddia eden ülke yönetimleri söz konusu savaş olduğunda savaştan taraf tutuyor, faşist iktidarlar güçleniyor. Hele de söylemleri o kadar ortaklaşıyor ki… Adeta farklı farklı “tek adamlar” tek bir ağızdan konuşuyor. Hepsi de iktidarının sac ayaklarından birini “ailenin kutsallığı” üzerine kuruyor. Ve tabii ki kadın, ancak ailenin içinde bir “değer” kazanıyor. Ona da “değer” denirse! Zaten sorunun bir parçası da bu: “Kadın eşittir aile. Kadın ama sadece aile için. Kadının hakkı değil ailenin bütünlüğü.” Bunlar zaten kendi ülkemizde hiç yabancı olmadığımız söylemler. Dünya genelinde de yabancısı değiliz artık.

‘KADIN DOĞUM İÇİN’

İtalya’nın yeni seçilen “karizmatik kadın lideri” Giorgia Meloni, ülkesindeki genç kadınlara ve orta sınıfa seslenen, kürtaj karşıtı, geleneksel aileye yönelik politikaları ile yükselen kadın öfkesini kendisine yedeklemek üzere sermaye cephesinin lideri olarak öne çıkıyor. Meloni ve partisinin, Mussolini’den devraldığı “Tanrı, Aile, Anavatan” sloganı, politikalarının özünü oluşturuyor. Toplumda yükselen yoksulluğa, eşitsizliğe karşı öfkeyi mültecilere, LGBTİ’lere ve haklarını isteyen kadınlara yönelten bir söylemle, öfkeyi yanlış yerlere kanalize etmekte mahir bir siyasetçi kendisi. Kadını bir kuluçka makinesi yerine koyan, kadınları “ailenin esenliği için tüm haklarından vazgeçmeye” sıkıştıran Meloni, eşitliği sadece bir bakanlık tabelasında “laf olsun” diye bıraktı. Mesela, önceki hükümette adı Fırsat Eşitliği ve Aile Bakanlığı olan bakanlık, Meloni hükümetinde Aile, Doğum ve Fırsat Eşitliği Bakanlığı adını aldı. Bu bakanlığa; kürtaj, eşcinsel birliktelikler ve ötanazi karşıtı görüşleriyle bilinen aşırı muhafazakâr Eugenia Roccella getirildi.

ARADAKİ 7 FARKI BULUN!

İtalya’nın Erkek Kardeşleri seçim süreci boyunca “anne, baba, çocuktan oluşan normal aile”yi güçlendirmeyi amaçladıklarını deklare etmekten de hiç geri durmadı. Kadınlara birinci rol olarak kutsal anneliği yükleyen ve LGBTİ ayrımcılığı yapan bu söylemi nereden tanıyoruz? Türkiye? Bugün başımıza örülmüş anayasa tartışmalarının bir ayağı da “ailenin bir kadın ve bir erkekten oluştuğu” tanımı getirilmesi değil mi? Türkiye’de bu tartışmalar süredursun çok benzer bir süreç Macaristan’da yaşandı bile. Sonuçta tek adamlar tek ses ve birbirlerinin yolundan gidiyorlar. Macaristan’da on yıldır görevde olan Başbakan Victor Orban başkanlığındaki hükümet, iktidara geldikten sonra anayasada pek çok değişiklik yaptı. Bu değişikliklerden biri bizim bugünkü gündemimizin aynısı: 2020 aralık ayında Macaristan’da yapılan anayasa değişikliğinde aile tanımıyla ilgili, “Macaristan, bir erkek ve bir kadın arasında gönüllü karar temelinde oluşturulan evlilik kurumunu ve ulusun hayatta kalmasının temeli olan aileyi korur. Aile ilişkisinin temeli evlilik ve ebeveyn-çocuk ilişkisidir. Anne kadın, baba ise erkektir” ifadeleri de yer aldı. Ülkenin anayasal kimliğinin Hristiyan kültürüne dayalı olduğu ve çocuklara bu kapsamda eğitim sağlandığı belirtilirken, Anayasaya, “Macaristan’ın anayasal kimliği ve Hristiyan kültürüne dayalı değerlere uygun eğitim sağlar” ifadesi eklendi.

Benzer bir süreci Polonya’da, Brezilya’da yaşadı halklar. Dünyanın dört bir yanında “yerli ve milli” olmakla övünedurup, birbirinin aynısı gerici politikaları aynı cümlelerle kuranlar, biriken toplumsal sorunlar karşısında arayış içinde olan ama örgütlü olmayan geniş toplumsal kesimleri “kurtarıcı kahraman olmayı” vadederek neoliberal yıkım politikalarına yedeklemeye çalıştılar.

DÜNLERİ, BUGÜNLERİ, YARINLARI
Zaten Erdoğan ile Orban, Orban ile Meloni pek çok konuda pek çok benzerliğe sahip.
*Üçü de antikomünist sağcı hareketlerin içinden çıktılar.
*İktidarlarını korumak için nabza göre şerbet verdiler, yeri geldiğinde “Batıcı” yeri geldiğinde “Milli” oldular.
*Kendileriyle hareket eden patronları ihya ettiler ya da etmek üzere programlara sahipler. Örneğin Forbes’un en zengin 33 Macar listesindeki 7 kişinin hükümetle yakın ilişkileri var.
*Muhalif gazete ve gazetecileri sevmiyorlar. Mesela Orban’ı da uzun süredir muhalif bir gazetecinin karşısında gören olmadı. Röportaj vereceği zaman, kendini pohpohlayacağından emin olduğu devlet kanallarına ya da ‘dost’ medya organlarına çıkıyor. Tanıdık geldi mi?
*Erdoğan da Orban da yeterince güç elde edince bunu demokrasiyi iyice daraltacak bir anayasa değişikliğiyle taçlandırdılar ve tüm kritik kurumları ele geçiriyorlar. 2013’teki Anayasa değişikliğiyle Orban durdurulamaz hale geldi. Anayasa Mahkemesi, Merkez Bankası, Yüksek Seçim Kurulu gibi kritik kurumlarla birlikte çok sayıda özerk görünümlü kurum, Orban’ın yandaşlarıyla dolmuş durumda. Giorgia Meloni’nin henüz harekete geçirecek vakti olmamış olsa da başkanlık sistemine geçiş hükümet programında yer alıyor. Meloni’nin başkanlık sistemini gerekçelendirmesi yönetimi tek elde toplayarak kriz, savaş gibi ağır dönemleri “kolayca” atlatmak.
Yani birbirlerinin dünü, bugünü ve gelecekleriler…
Kürtaj hakkı pek çok ülkede yasaklanmaya çalışılıyor, ABD bunun en güncel örneklerinden biri. Bazılarında ise yasal ama fiilen erişmek namümkün! Mesela Türkiye. Polonya’da yıllardır kadınlar zaten Avrupa’nın en geri kürtaj yasası daha da geriye götürülmesin diye savaş veriyorlar.
MİLYONER SAYISI ARTIYOR

Farklı farklı coğrafyalardaki bu söylem benzerliği nasıl bir potada eriyor? Dünya genelinde bir avuç zengin, zenginleştikçe zenginleşiyor ama dünya halkları bir o kadar yoksullaşıyor. İsviçre Bankası Credit Suisse’in 2022 Küresel Varlık Raporu’na göre küresel çapta dolar milyonerlerinin sayısının önümüzdeki beş yıl içinde yüzde 40 artması öngörülüyor. Aynı banka kişi başına düşecek servetin yüzde 28 artarak 2024’te 100 bin doları aşacağını öngördü ama ne var ki servetler kişi başına eşit dağılmıyor! Hatta öyle ki serveti üreten kitleler, kitleler halinde yoksullaşıyor, üretime el koyan milyonerler milyarderler haline geliyor. Patronların daha da zenginleşmesinin önünü açan politikalar halka “kurtarma programı” olarak sunuluyor, Bu kurtarma paketlerinin halkı daha da fazla açlıkla, güvencesizlikle, şiddetle, gelecek kaygısıyla baş başa bıraktığı ortaya çıkınca yükselen öfke, patronlara hizmet eden devletler ve onların güvenlik güçleri tarafından en sert önlemlerle, şiddetle bastırılmaya çalışılıyor. Devletler emekçilerin karşısında olduklarını tüm politikalarıyla neredeyse apaçıkça deklare ediyorlar.

NEDEN HEP BİR AĞIZDAN KUTSAL AİLE?

Dünya genelindeki bu yoksullaşma, birilerini zengin edip halklara ölümü reva gören savaş, göç, en çok kadınları etkiliyor. Dünyada yükselen faşist dalga ve kadınlara dönük özel söylemleri ile bu artan yoksulluğun bir bağlantısı var elbette. Ekonomik olarak emekçilerin apaçık karşısında olduğunu ilan eden iktidarlar, “kutsal aile, LGBTİ karşıtlığı, dini birlik, ahlaki değerler, dini değerler” gibi söylemleri yoksulluğa terk ettiği halkı kendine yedeklemenin bir aracı olarak kullanıyor, devleti kendi iktidarlarını güçlendirecek şekilde yeniden yapılandırmanın bahanesini oluşturuyorlar. Mevcut hoşnutsuzluğu patronların çıkarlarına yedeklemek isteyen kapitalist devletler, gerici, şoven, militarist, kadın düşmanı politikalara daha çok sarılıyor. Sınıf politikası etrafında örgütlenme olanaklarından yoksun işçi ve emekçiler, kriz yüzünden tarumar olmuş ve artan oranda proleterleşen üretici köylü ve küçük burjuva kesimler, hızlı bir yoksullaşmayla karşı karşıya kalan orta sınıf giderek daha fazla sağ faşist partilerin etkisi altına giriyor. Tabii sadece hoşnutsuzluğu bastırmak için kullanmıyorlar bunu; kadınları güvencesiz, ucuz emek olarak sömürmenin, “kadınların yapabileceği işlere” kamuda bütçe ayırmamanın en temel ve “meşru” yolu olarak kullanıyorlar.

ÖNCE AİLE!
Neoliberal politikalar ile çocuk bakımı, yaşlı, hasta bakımı gibi kamu hizmetlerinden elini ayağını çeken devletler tüm bu sorumlulukları kadınlara yüklediler bile.
Çocuğun bakımı kadında, eğitimde sağlıkta karşılanmayan hizmetleri ikame etme görevi kadında, yoksulluğu yönetme, olmayanı oldurma görevi kadında… Kadın sadece bu koşullarda hayatta kalması mümkün olmayan aile içinde bir “yapıştırıcı” göreviyle donatılınca, aileyi bir arada tutmak gibi imkansız bir görevle baş başa bırakılınca kadının ne yaşama hakkı kalıyor, ne boşanma, ne çalışma, ne de çocuk doğurup doğurmayacağına karar hakkı kalıyor… Kadının birincil “kariyeri” annelik olunca, ne eşit işe eşit ücret kalıyor ne güvenceli çalışma. Pek çok sosyal hakkı ortadan kaldıran esnek çalışma, “ailenin ve iş yaşamının uyumunun sağlanması” denerek kadınların haklarını gasbederek tüm çalışma yaşamını güvencesizleştiren bir çalışma politikası oluyor.
Tüm bunlar cemaat ve tarikatlara daha yüksek sesle “kadınların eşitliği tartışması tehlikelidir, aileyi yıkar” sözünü söyleme haddini veriyor. Kadını korumak ve güçlendirmek yerine tüm kadın politikasını kadın erkek eşitsizliğini derinleştirip aileye sıkıştırmak üzerinden kuran iktidarlar bunlara kapı açıyor. Kadınları, çocukları koruyan uluslararası sözleşmeler gerek göçmenler bahane edilerek gerek “değerler” bahane edilerek tartışmaya açılıyor.
HOŞNUTSUZLUK EYLEMLERDE KENDİNİ GÖSTERİYOR

Ancak tablo buyken emekçiler arasında, kadınlar arasında, gençler arasında hoşnutsuzluk da bir o kadar artıyor. Geçim sıkıntısına karşı işçi ve emekçilerin güvenceli bir yaşam özlemi sendikalaşma, toplu iş sözleşmesi mücadelelerinde kendini gösteriyor. Kadınların şiddetsiz bir yaşam istenci, kendi bedenine dair bile söz söyleyemez hale getirilmesine karşı öfkesi kitlesel protestolarla sokaklara taşıyor. Üniversite öğrencilerinin artan gelecek kaygıları her gün daha da yan yana gelmeye mecbur bırakıyor.

Fotoğraf: Flickr/CC BY SA 2

DÜNYADA BASKILARA KARŞI KADINLAR SOKAKTA

İki ayı aşkındır İran’da gördüğümüz, işte bu mücadelelerin birleşmesi… Kadınlar üzerinde zorunlu örtünme ile kurduğu baskı mekanizmalarını iktidarının en önemli sac ayağı haline getiren İran rejimi, bugün o sac ayaklarından birini kaybetti. “Doğru örtünmediği” gerekçesi ile ahlak polisi tarafından öldürülen Mahsa Amini için sokağa çıkan kadınların ardından üniversiteler, liseler boykota çıktı, büyük petrol, çelik ve şeker fabrikaları grev ve iş durdurma kararlarını ilan ettiler. Doktorlar, sağlık çalışanları, öğretmenler, eğitim emekçileri greve çıktılar. Kadınların öncülüğünde başlayan mücadele İran rejimine karşı toplu bir halk hareketine dönüştüğünü görüyoruz. Her ne kadar İran rejimi tankla tüfekle halka saldırsa da protestolar sürüyor. İşyerlerinde işçi komiteleri, üniversitelerde öğrenci komiteleri aracılığıyla örgütlenen eylemler gittikçe daha planlı hale geliyor. İranlı kadınların özgürlük talebi bir halkın baskıya karşı özgürlük talebi haline geliyor.

Tüm dünyada kadınlar cendere altına alınmaya çalışılırken susup oturmuyor. Kimi yerde cılız, kimi yerde güçlü örgütlenmelerle bu cendereyi kırmak için harekete geçiyorlar.

Türkiye’de de gördüğümüz bu.

Büyük bir baskı rejimi kurarak, ses çıkaranı sansür yasasıyla susturarak, insanların birbirine güç vermesinin önüne geçmek için tüm örgütlenme, ifade etme haklarını kısıtlayarak çalmaya çalıştıkları maya, tutmuyor.

Türkiye’de ve dünyada… Kadınlar haklarından ve hayatlarından vazgeçmiyor!

25 KASIM’DA, TARİHİN HAKKINI VERELİM

İşte bu uluslararası tablo, 25 Kasım’ın tarihinin hakkını vermemiz gereken süreçte almamız gereken rolü de gösteriyor bize.

Latin Amerika’da küçük bir ada ülkesi olan Dominik, 1930-1961 yıllarında, tam 31 yıl boyunca Rafael Trujillo diktatörlüğü tarafından yönetildi. Ancak bu 31 yıl boyunca halk, altında ezildiği baskıya, zulme karşı direnişi ve mücadeleyi sürdürdü. 25 Kasım 1960 tarihinde diktatörlük güçleri tarafından tecavüz edilerek öldürülen 3 kadın, Mirabel Kardeşler, diğer adıyla Kelebekler tüm dünyada kadınların şiddete, eşitsizliğe, baskıya karşı hep bir ağızdan ses çıkardığı, sokağa çıktığı 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nün sembolü oldu.

Diktatörlerin birbirlerinden ve tarihlerinden öğrendikleri çok şey var.

Bizim de birbirimizden ve tarihimizden öğrenmemiz, birbirimizi güçlendirip, tarihi rolümüzü oynamamız gerekiyor.

Bu 25 Kasım’da açlığa, sefalete, hak gasplarına, eşitsizliğe, özgürlük düşmanlığına karşı… Tüm dünyadaki kız kardeşlerimizle birlikte eşitliğin, özgürlüğün ve şiddetsiz bir hayatın kazanılabileceğini göstereceğiz.

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
LGBTİ’lere dönük saldırıların arka planı: Mevzu he...

Toplumsal kazanımları, örgütlülüğü, değişim, özgürlük talebini bozguna uğratmaya çalışırken, bir yan...

Sansür yasası kadınlara ne diyor?

Tepeden tırnağa dezenformasyonların bin bir türünü deneyimleyen kadınlar, yanılmayacak kadar güçlü v...

Mahallede başörtüsü tartışması: Bize bunlarla gelm...

Kadınlar başörtüsü tartışmasını “Siyasetçilerin birbiriyle tartıştığı, kendi aralarındaki seçim yarı...