GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Basma donlu mavi fil
Kapıya dayanmış kamyon, bir yolcu eksik gitti gideceği yere. Basma donlu mavi fil evi terk etmedi...

Ev taşıyorlardı. Onca yıl sonra, doğdukları evi, ömürlerinin ezasına, cefasına, neşesine tanıklık etmiş olan evlerini satıp, mahalleden kurtulmaktı dertleri. Mahalle; dost yüzü, sabah selamı, evlerden taşan sabun kokusu, sokaklar dolusu çocuk sesi, yorgancısı, baharatçısı, yufkacısı, berberi… Mahalle; tanıdık, çok, kalabalık. Mahalle; evlerden taşan bıçak ucu söz, sokaklar dolusu kıyıcı bakış, berberin sırıtması, baharatçının her fırsatta terslemesi, yufkacının ellemeye çalışması, yüz vermeyince açık açık, yüzüne karşı, ana avrat… Mahalle; kapalı devre kötülük…
Evi taşıyorlardı.
Başka bir semte, mahalle olmayan, köksüz, kimliksiz, herkesin herkese yabancı olduğu, uzak bir yere… Bakışlar, sözler, eller uzak olsun diye. Hikayelerini de kapı eşiğinde bırakıp, hikayesiz bir yere. “Normal bir çocuktu küçükken. Nasıl… Nasıl?” Bilcümle soruları, sırtında gezinen gözleri, arkasından uzanan kahkahaları, kıkırdamaları, hepsini bırakıp… Teyze, boşanmış teyzenin kıpır kıpır küçük kızı, anne ve oğul…
Ev, ne zamandır ev değildi. Sığınaktı; gizlendikleri, saklandıkları bir barınaktı. Çocukluklarının ve gençliklerinin üzerine kapanmış bir sondu; titriyorlardı kış yaz. Dışarıyı dışarıda bırakamıyorlardı nicedir. Başkaları yüzünden birbirlerine saldırıyorlar, “normal” olabilmek için herkes gibi davrandıkça, yokmuş gibi yaptıkları her şey yeniden ve yeniden hayatlarına boca ediliyordu.
Hazırlıklar tamamlanmak üzereydi. Toplanmak ne zormuş. Hep eksik bir şey kalıyordu, kenarda köşede unutulan… Anılar kolilere sığmıyordu, gözleri sürekli etrafı tarasa da o “eksik şey” bulunamıyordu. Oğlan, annesinin uyarısıyla, toplanmış kolilere konmayan bir şey var mı diye köşe bucağa son bir kez bakmak istedi. O sırada beş yaşlarındaki yaramaz yeğen peşine takıldı. Onun için her yer oyun alanıydı. Son günlerde ev halkının yaşadığı endişeli telaş, onu evin dağınıklığını fırsat bilip yeni oyunlar bulmaya itiyordu. Haliyle çocuklar dağınıklık severdi. İki katlı mütevazı evin merdiven altına girip kapıyı kapattı. Az sonra küçük bir sevinç çığlığı merdiven altından, eşyaları toplanmış evin duvarlarına doğru çarpıp yankılandı. Anne ve teyze koşturdular küçüğe doğru merakla. Elinde küçük bir çıkın haline getirilmiş eski bir poşetle çıkıverdi küçük kız. “Aaa, kimin bu oyuncaklar?” Teyze ve annenin merakla açılmış gözleri, şaşkınlıkla karışık utanca boğuldu. Anne toparlanıp müdahale etti hemen; “Tamam, ver bakayım onları. Bizim değil onlar. Oldukları yerde kalsınlar.” Küçük kızı ikna etmek ne mümkün; “Hayır, bırakmam, Ben buldum onları, benim onlar!” diye tepinmeye başladı.
Bir poşete bağlanıp merdiven altındaki boşluğun en dibine atılmış olan oyuncaklar, hikayelerinin başlangıcıydı belki de. Korkuları, boşlukta büyüyen ve onları yutan bir canavara dönüşmeden önceki zamanların iziydi o bez bebekler. Basma donlu mavi fil, kolu kopmuş bir bez bebek ve yoluk saçları toz içinde bir diğeri. Her şeyin suçlusu onlardı.
“Ver onları, onlar benim!” dedi oğlan. Sesi boşlukta yankılandı. Yirmi yıl öncesinden bölük pörçük birkaç anı kırıntısıyla basma donlu mavi fili hatırlıyordu mesela. Kayıp oyuncakları hemen unuttuğunu sanmıştı oysa annesi ve teyzesi. Her şey kolay olacak gibiydi. Kavanozun kapağı açılmayacak, güvenli anılar dolabında saklanacaktı. Oysa hiçbir şey kolay olmadı. Poşete konulup merdiven altına atılan bebeklerden sonra Süpermenler, dinozorlarla bile evcilik oynadı. Bu kez gizlice…
“Benim bebeklerim!” Baktı annesiyle teyzesinin gözlerine. Eski bir suçu, belki de şimdiye kadar ona karşı işlenmiş suçların en masumu ve bu yüzden en büyüğü olan suçlarını yüzlerine vurmayacaktı, hayır! Sadece acı vardı yüreğinde, kırık cam parçaları gibi hayatına kesikler atan, kanatan anılar… Çocukluğunu yeterince “temiz” görmeyen en yakınlarının, kestikleri cezalar… Demek ki, kendisinden önce bez bebekler ve mavi fil sürgüne gönderilmişti çocukluğundan. Şimdi kendisi de sürgüne gidecekti. Mahallesi, pamuk bir koza değildi belki. Ama bilinendi, tanıdıktı. Herkesin olduğu kadar, onundu da. Kaçan, gönderilen, gitmek zorunda kalan o olacaktı her seferinde.
Bebeklerini göğsüne bastırıp eski ahşap merdivenin basamağına çöktü. Geçmiş zamanları düşündü, çocukluğunu, rutubet, küf ve anı kokan evlerini… Kamyon gelmişti. Korna çalıyordu, daracık sokakta fazla duramayacağı belliydi. Bastıkça bastı kornaya.
Kapıya dayanmış kamyon, bir yolcu eksik gitti gideceği yere. Basma donlu mavi fil evi terk etmedi.

SİBEL ÖZ KİMDİR?
Sibel Öz, 1973 yılında İstanbul Üsküdar’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünü bitirdi.
En Çok Seni Bekledim (Agora Yayınevi, 2006), Serçeler Ölürse (Notabene Yayınevi, 2012) ve Yokuş Yukarı İstanbul (Notabene Yayınevi, 2015) adlı öykü kitaplarının yazarıdır.
Kıyıya Vuran Dalgalar (Notabene Yayınevi, 2012), Pabucu Yarım (Notabene Yayınevi, 2013) ve son olarak Ayşegül Tözeren ile birlikte Korkma Kimse Yok (Notabene Yayınevi, 2014) adlı kolektif kitapları hazırlamıştır. Çeşitli dergi ve basın mecralarında yazılar yazmakta, Notabene Yayınevinde edebiyat editörlüğü görevini sürdürmektedir.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: 13

Kulağına söylenmişti, bir gün bunun başına geleceği. Büyüdüğüne hem seviniyor hem de korkuyordu; lek...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Mecalim Yetmedi

Şimdi benim kızım kapalı bir odada adamın tekiyle uzun süre yalnız kalsa huylanırım, aynı adamla ayn...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kendine ait bir oda ve daha başka şe...

Mutfak masasında yazı yazan, başka gezegenden gelen birine bir gazete sayfasından dünyayı anlatan ka...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kandırmaca

Aynur öfkeden kulaklarına kadar kızarmış, terden avuçları bile ıslak. Ellerinin titremesi yüzünden h...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yalancı dut

“Bekâr olduğunu sanıyordum, çocuğun varmış” dedi. “Evli değilim” dedim, kadın kadına olmanın huzuruy...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: İçi acıdı

Çiçeğin yaşamak için verdiği savaşa saygısızlık etmekten korkup, hemen caydı. Bu onun mücadelesiydi,...