Dayanışma, kardeşlik ve direnme hikayesi: ÇOCUK İNADI
Sevim Korkmaz Dinç, yeni kitabı ‘Çocuk İnadı’na üzerine Yazar Tülin Tankut ile söyleşti…

Tülin Tankut’un yeni romanı yayımlandı. Okuyunca bildik gelen bir köyde yaşayan üç küçük çocuğun yaşamına dokunan hikaye üzerine söylenecek çok şey var. Kitabı biraz da olsa tanıtmak için bir söyleşi gerçekleştirdim. Benim değindiğim konulardan çok daha fazlasını bulacağınız “Çocuk İnadı” severek okuduğum kitapların arasında yer aldı. Tülin Tankut’u bir kez daha kutluyorum.

Sevgili Tülin. Elime geçen kitaplarını okuduğumda yaşadığımız, ama kanıksadığımız olayların ardındaki “nedeni”, “gerçeği” öne çıkarmaya çalıştığını görüyorum. Bu bağlamda “Çocuk İnadı” romanı da Nazım Hikmet’in “Dünya, adaletsiz çocuk” seslenişini getirdi aklıma. Nazım bu günleri görse kim bilir ne derdi? Adaletsizliğin dik âlâsını küresel kapitalizm yaşatıyor çocuklara. Hikayede zaman ve mekanının belirsizliğine bakılırsa yoksulluğun evrensel boyutuna dikkat çekmek istemişsin…

İçinden geçmekte olduğumuz çağ başka bir şey yazmaya fırsat bırakmıyor ki. Gerçeği bilip de dillendirmemek suçmuş gibi geliyor bana. Örneğin doruklara tırmanan yoksulluk ortadan kaldırılamaz mı diye soruyorum. Ama yoksulluk dünyayı yönetenlerin umrunda değil; sırtlarını yoksullara yardım etmeyi öğütleyen dine, geleneğe dayamışlar, göstermelik yardımlarla kitlelerin gözünü boyamaya çalışıyorlar.

Hikayedeki üç köy çocuğu -Altınbaş, Keke ve Yeter- ise çocuk yetiştirmeye elverişli olmayan, dolayısıyla kendilerine yabancı gelen bir dünyada çeşitli engellerle karşılaşıyorlar, bunların çoğu da yoksulluktan kaynaklanıyor. Ama yine de mutsuz değiller. Doğa ve çevrenin sıradanlığına karşı, kendilerine eğlence yaratıyorlar, çocukluğun bütün hallerini sergiliyorlar. Bunu nasıl başarıyorlar?

Çocuklara çeşitli olanaklar sunan kent yaşamından uzakta olsalar da düş gücünden yoksun değiller. Altınbaş hayallerinin peşinden koşuyor. Meraklı bir çocuk; merak, insan doğasının gereği, bu iyi bir şey… Ama aklına eseni yapması bazen başına iş açıyor. Neyse ki çizmeyi aştığında annesi nerede durması gerektiğini hatırlatıyor. Keke, konuşma zorluğu çektiğinden meramını anlatamıyor tıpkı kaybından büyük üzüntü duyduğu kuzusu gibi. Ama duygularını yaptığı resimlerle dışa vuruyor, okula gitmediği halde. Yeteneği keşfedilmiyor. Resimle uğraşması bir oyun gibi algılanıyor.

Kitapta çocuk yetiştirmeyi sorguluyorsun. Özellikle Yeter, kız çocuğu olmanın bedelini ağır ödüyor. Babasından gördüğü şiddeti çevreden gizlemiyor. Oysa diğer bireyler şiddeti gizliyorlar.

Yeter’in çevresinde şiddet yaşamın bir parçası olmuş. İyi baba örneğine de rastlamamış. “En alttakiler”den olmanın ağırlığıyla isyanını dizginleyemiyor özsaygısını korumak için. Erken evlilik olasılığı yüzünden “Erkek Fatma”lığı benimsemiş. Toplumsal cinsiyet kimliğinin getirdiği kısıtlamalar karşısında sıkıştığında en ağır işleri yaparak, erkekliğe öykünerek kabalaşıyor. Bunu kaçış yolu olarak benimsemiş. Babasının değişime yatkın olmadığını, dolayısıyla onu değiştirmeye uğraşmanın yararsızlığını, “elinde sopayla doğmuş” diye ifade ediyor. Yeter’in erkek kardeşi, babanın aşağılamaya varan baskısını kanıksamış; en tehlikesi de bu: Çocuğu birey yerine koymamak. Tabii bunun için önce yetişkinin birey olması gerekiyor.

Kuran kursu hocası ve muhtarın çocuğa davranışı da bu kapsama giriyor mu?

Buna benzer bir soru daha önce de soruldu. Derin bir konu. Ben yalnızca Kuran kursu hocası ve muhtarın sert davranışlarının kişisel özelliklerinden kaynaklanmadığını, devletin gücünü temsil ettikleri için buna zorunlu olduklarına dikkat çekmeye çalıştım. Denilebilir ki, otoritenin varlık göstermediği bir toplum olabilir mi? Aile içinde ebeveyn-çocuk; iş yaşamında usta- çırak, okulda öğretmen-öğrenci… Biri öğretici diğeri öğreten konumundaysa hiyerarşi kaçınılmaz. Ama bunun niteliği önemli; baskıcı olmamalı. Bu yüzden artık öğrenim denmiyor, bilgi paylaşımı deniliyor.

Günümüzde sadece kırsal kesimlerde değil, kentte bile çocuk kaçırma, taciz, hırsızlık gibi olaylara sıkça rastlanıyor. Yeter, Keke, Altınbaş köyde dolaşan yabancılarla acıklı olaylar yaşıyorlar. Büyüklerin ilgisizliği normal mi?

Aslında büyükler ellerinden geleni yapıyorlar. Ahmet Ağabey, diğer çocuklarla birlikte Yeter’e de öz savunma dersleri veriyor. Keke’nin peşine adam takıyorlar. Ancak, büyükler ve iş yapacak durumda olan ergenler, sabahtan akşama kadar çalışmak zorunda oldukları için çocuklar haliyle ihmal ediliyor. Altınbaş’ın annesi Gül de aynı durumda.

Altınbaş’ın babası iş için köyünden ayrılıp kente gidiyor; bir daha kendisinden haber alınamıyor. Anne çocuğuyla köyde kalıyor. Bu olay örgüsünü seçerken düşündüklerini bize anlatabilir misin? Baba-oğulun böyle bir nedenden ötürü birbirinden ayrılması normal mi?

Bir çocuğun anne babasıyla, geçim sıkıntısı çekmeden büyümesi neden mümkün olamıyor acaba, sorusundan yola çıktım. Çocuğun babasının çalışmak için kente gitmesi sık yaşanan bir durum. Altınbaş’ın babasının kentten dönmesini istemesi, normal bence. Bu da evrensel bir olgu.

Yeter, geleneklere başkaldıran bir çocuk… Aynı coğrafyada farklı karakterde çocuklar yetişiyor. Bu konuda söyleyeceklerini merak ettim.

Bireysel farklık, diyeceğim kestirmeden. Fırsat eşitliği olmadığı halde köy çocuklarından dünya çapında kendini kanıtlamış yetenekler çıkıyor. Günümüzde bu konuda kızlar başı çekiyor. Örneğin sporda. Öncüler, her zaman diğerlerine örnek olurlar. Dünyayı değiştirip dönüştürmek isteyenler de öyle değil midir?

'KADINLAR ARASI İLETİŞİM KALIP YARGILARI KIRACAK KADAR ÖNEMLİ’

Kitapta geçmişi yansıtırken günümüze de açıklık getiriyorsun. Örneğin Altınbaş’ın annesi Gül’ün iç dünyasının kapılarını aralayarak kadınların öncesiz sonrasız annelik sınavını incelemeye alıyorsun.

Herkes biliyor, çocuğun gelişim sürecinde annenin rolü büyük. Gül’e gelince; sorunları çok boyutlu; kocasına aşık olduğu için kendi coğrafyasının gerçekliğinden kopup o köyde yaşamayı seçmiş. Geldiği yerin koşulları köye nazaran biraz daha iyi ama orada da yoksulluk çekmiş. Kimsesi yok. Orada burada çalışarak para kazanmaya çalışıyor. Gelecek kaygısı çok yoğun. Eşi gurbete gidince oğluyla tek başına yaşama tutunmaya çabalıyor. Babanın yokluğu çocuğu çok sarsmış, aralarında güçlü bir sevgi bağı var çünkü. Kolay ikna edilebilir bir çocuk olmadığı için annesiyle zaman zaman iletişimi koparıyor. Söz dinlemiyor. Gül iyi bir anne olmak için elinden gelen çabayı gösteriyor. Neyse ki sakin yaradılışlı. Çocuğa karşı anlayışlı davranıyor. Oğluna söz geçiremeyince de kusuru kendinde arıyor. Yeterince iyi anne olamama kaygısı, giderek yüzleşmeye dönüşüyor. Bu önemli bir adım.

Gül ile Yeter’in analığı ile Gül arasında bir dayanışma oluşuyor. Bir de yaşlı teyze var. Şiddet, yoksulluk, sahipsiz bırakılma ve kadınlar arasında dayanışma…Neden yalnız bırakılıyorlar?

Gül’ün en yakın dostu, kendisi gibi aşk yüzünden köye gelin gelmiş olan yaşlı teyzedir. Gül çalışmaktan başını kaldıramaz. Laf gelmesin diye özgürlüğünü kısıtlar. Namuslu kadın mâlum, her yerde revaçtadır. Öte yandan köye yenilikler getirmiştir. Örneğin, çocuklara doğum günü yapmak gibi. Boş zaman bulamadığından ancak birkaç kadınla dostluk kurabilmiştir. Kuşkusuz, neden yalnız bırakıldıklarını kavramak o koşullarda kolay değildir. Sosyal güvenlik sisteminden bile yararlanamıyorlar. Okul yüzü görmemişler. Ancak, kadınlar arası iletişimin kalıp yargıları kıracak kadar önemli olduğunu belirtmeliyim. Gül’ün yüzleşmeden sonra sorgulama aşamasına geçmesi bu dayanışma sayesinde olmuştur. Görünen o ki, dayanışmanın bir sonraki aşaması, hak arayışı eylemi olacaktır.

Yaşlılar zaman zaman eski anılara dönüyorlar, köy yakma, ana dil sorunu gibi…

Göçün nedenleri çok fazla. Hikayede eskiden yaşanan olayların yarattığı travmaya değinmek istedim. Bir yandan yoksulluk ve eğitimsizlik, bir yandan farklı olana uygulanan baskıları anımsatmak istedim. Gerçekte hepimiz, göçebe değil miyiz?

Bir yazar olarak yeni kuşağın eğitimiyle ilgili önerilerin nedir?

Köy Enstitülerinin bizim için hâlâ yararlanılacak bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Ama öncelikle yapılması gereken, kadına yönelik şiddetle kökten mücadele etmek için anaokulundan itibaren eğitim programına kadın-erkek eşitliği ve cinsel eğitim dersleri konulmalı. Cinsellik elbette ki o yaştaki çocuğun bileceği kadar öğretilecektir. Akran zorbalığı niçin bu kadar arttı? Ergen kızlar neden evden kaçıyorlar? Bu sorunlar çığ gibi büyürse nasıl önü alınır? Kadın cinayetleri nedeniyle toplumsal huzursuzluk almış başını gidiyor zaten. “Feodal köylü anlayışı yok olmadı” diyenlere metropollerdeki rezaletleri hatırlatmalı. Öte yandan velilere büyük iş düşüyor. Eğitim sisteminin toplumsal denetimi gerekiyor. Ayrıca sorunlar hem çeşitleniyor hem de artıyor. Okula ulaşım sorunundan tut da okul önündeki yasaklı madde satıcılarına kadar. Bilinçli veliler örgütleniyorlar. ÖVDER örneğin. Tüm Öğrenci Velileri Dayanışma Derneği; bu girişimin yaygınlaşması gerekiyor.

“Çocuk İnadı”, üç çocuğun hikayesini merkezine alsa da her yaşa hitap eden bir kitap. Romanı okuyanların yabancısı olmadıkları bir dünyaya senin gözlerinle bakıp kitabı seveceklerine inanıyorum. Eline, emeğine, yüreğine sağlık.

Bu fırsatı verdiğin için teşekkür ederim.

Kolaj: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
GÜNÜN KİTABI: Tülin Tankut’la ‘Serbest Düşüş’

Tülin Tankut’un kadın emeğinden şiddete, tacize, medyanın kadın kimliğinin oluşumuna etkisinden moda...

Tülin Tankut’un not defterinden korona günleri

Sevgili Tülin Tankut, korona günlerinde kadınlarla ilgili her gün yeniden tartışılan ama yeni olmaya...

Tülin Tankut anılarıyla Leyla Erbil'i anlattı

Tülin Tankut, doğum gününde -12 Ocak- anılarındaki Leyla Erbil'i Kadın Eserleri Kütüphanesi'ne yazdı...