Bu sayfadaki kadın öykülerine başlarken, “Kadınlar, tarihin yazılmayanlarıdır” demiştim. Tarihi egemenler yazar çünkü. Kendi yazdıkları tarihte başrolü kendilerine verirler elbette, tıpkı günü yaşarken yaptıkları gibi, tarihte de hep kendi sözlerinin duyulur olmasını, kendi portrelerinin ölümsüz olmasını isterler. “Kahraman” onlardır, geri kalanlar kahramanların ardından giden sıradan yığınlar, adları bilinmese de olur, hatta bilinmese daha iyi olur.
Kadınlar, erkeklerin yazdığı tarihte, “uygun” görüldüğü kadarıyla yer alırlar; fedakâr anneler, hayırlı evlatlar, cesur bacılar ve vefalı eşler olarak. Kısacası kahramanın ardında durarak, onun gösterdiği yoldan giderek. Eğer bir adım daha atar ve öne çıkacak olursa, vaziyeti eleştirip başka bir yol işaret ederse, anında cezalandırılır kadınlar. Cadı, kaltak, şıllık, huysuz, hain, büyücü, deli ve daha birçok sıfatla, toplum dışına itilmekten yakılmaya, taşlanmaya varan cezalarla hizaya sokulur. Hizayı aşan kadına bedel ödetilir, erkeklerin belirleyip yönettiği ve hizada duran kadınları da işin içine kattığı bu “operasyonla”, ileriye doğru bir adım atan kadın korkutulur, ürkütülür, durması gereken yere doğru itelenir. Tarihin karanlık sayfalarından bize bakan; aklıyla, zekâsıyla, yeteneğiyle parlayan kadınların ömürlerini ya bir akıl hastanesinde, ya da inzivaya çekilerek tamamlamaları tesadüf değil...
***
Benim anneannem de, tarihin yazılmayan kadınlarından biriydi. Adını kimse duymadı. Başka bir zamanda doğmuş, başka bir dünyada yaşamış olsaydı, tarihi dönüştürenlerden biri olacağına hiç kuşkum yok, ama ışığını yalnızca etrafındakilere yansıtabildi, çünkü ancak bu kadarına izin veren, üstelik bu kadarı için bile bedel ödeten bir dünyaya açmıştı gözünü.
“Aklı başına sığmıyor” diye bir halk deyişi var; aklı ve duyarlılığı “fazla” geldiği için huzursuzlanan, yerinde duramayan çocuklar için söylerler; tam da öyle biriydi anneannem. Kimsenin göremediği gerçeği görür, olasılıkları sezer ve onların arasındaki bağları kurarak öngörüde bulunur, öngörüleri ise çoğu kez ona keder verirdi. Görüp de önleyemediğimiz, önleyememekten keder duyduğumuz dünya hali işte…
***
1900’lerin başında doğup büyüyen bir kız çocuğu… Okuryazar olduğu anda sona eren okul hayatı… Gizli gizli okunan kadın dergileri ve cahil genç kızla ondan en az on beş-yirmi yaş büyük erkeğin arasındaki mükemmel aşk ve evliliği anlatan romanlar… Yaşlı erkeklerin nazik, düşünceli, kadın kıymeti bilen centilmenler olduğunu anlatan satırlar… Senede iki-üç defa ailece gidilen pikniğin dışında hiçbir yere çıkmadan, ev işiyle, dikiş-nakış ve örgüyle geçen kapalı bir yaşam...
Kendisinden yirmi yaş büyük bir avukat talip olunca, romanlardan tanıyıp sevdiği “o yaşlı centilmen”in geldiğini düşünüyor ama bilinen hikâye bu kez de değişmiyor. Adam hovarda; gezip tozacak, yiyip içecek, sıkılıyor kısa sürede… Evi terk ettiğinde, anneannemin kucağında beş aylık bebeği var, annem… Yaşlı annesi ve minicik kızıyla başlayan yeni hayatı, o gencecik kadının kimliğini belirleyen keskin bir yol ayrımı… O küçücük cahil kızdan bilge bir kadın yaratan bir dönüm noktası…
“Sahipsiz” kadınlara kesilen cezalardan da alıyor payını, sırtını hiç kimseye dayamadan ayakta durmanın eşsiz huzurunu da yaşıyor. Yapışkan bakışlar, sırıtık suratlar, dedikodular, düşmanca duygular onda, beklenen teslimiyeti yaratmıyor; tersine, sıkıştırılmaya çalıştığı alanda kendini dokunulmaz kılan saygın bir yaşam örüyor.
Benim anneannem, hayatta karşımıza çıkan her şeye dair bilgece sözü olan kadındı.
Benim anneannem, hiç kimseden, ne kocadan ne babadan harçlık almadan yaşamamızı, ancak bunun, bizi boyun eğmekten kurtaracağını söyleyen bir kadındı.
Benim anneannem, hiçbir kadın hakkında kötü konuşmamamızı öğütleyen bir kadındı.
Bazı kadınlar yaşlandıkça, binyıllık bir ağaç gibi köklerini derine, çok derine salarlar. Derinlerde gelişip yayılan köklerinden süzdükleri bilgi, binlerce yıllık toprağın deneyimidir. Hiçe sayılan kadın-tarihin toprağıdır üzerinde büyüdüğümüz, cansuyu aldığımız, yeşillenip filizlendiğimiz… Sonunda aldığımız kadarını verdiğimiz, verdikçe köklendiğimiz toprak…
Benim anneannem, bir Mart gecesinde öldü.
Ölmeden önceki son aylarında, hayatı boyunca kimselere anlatmadığı kötü zamanların kâbuslarıyla sıçradı uykusundan; düşman dünyaya karşı kalesi kıldığı evinin dışında, sokakta kaldığı hezeyanına kapılıp ağladı; kendisiyle birlikte toprak olacak kim bilir kaç sırrı uykusunda sustu…
Aklıma yol gösteren kadındı. Ve önünde tertemiz önlüğüyle un kurabiyesi yaparken, “Dilşad olacak diye kaç yıl avuttu felek/Saçıma karlar yağdı/Boşuna yaz beklemek” şarkısını mırıldanıp, var olmanın kederini kalbime usulca bırakan…
Anısı, var olduğum sürece benimle olacak.
Kadınlar, tarihin yazılmayanlarıdır. Ancak Cumhuriyet’in ilk kadın pilotu, ilk kadın valisi, ilk profesörü vb. olurlarsa, tarih kitaplarında yer alırlar; yoksa yok… Gerçekten de hiçbir yerde yokturlar, “her başarılı erkeğin arkasındaki” o görünmez yer dışında!
Oysa başarılı-başarısız bütün erkeklerin, bütün çocukların, bütün hasta ve yaşlıların, bütün o tüketen ev işlerinin, bütün fabrikaları ve işyerlerini dolduran emeğin, kısacası bütün toplumun, şu durmadan dönen dünyanın arkasında kadınlar vardır.
İşte bu portreler, adları bilinmeyen, hiç anılmayan, öylece yaşayıp gitmiş bütün o sıradan kadınlara bir saygı duruşudur.
İlgili haberler
Kara kaşına kurban: Gönül abla
Ama Gönül… Ah Gönül abla… O hastane odasını nasıl da genişletip hayatın kendisini o odanın ortasına...
Orda bir köy yok uzakta: Zeynep
Ekmek ve Gül, Zeynep’i benim kalbimde durduğu yerden alıp sahiplenecek, kalpte kalbe ulaştırıp çoğal...
‘Hoş’ anı değil, kaybolmuş bir ömürdü: Deli Müşerr...
O ‘mazbut’, o ‘nezih’, o temiz ailelerin yaşadığı mahalleler (ve köyler), bugünden geriye bakıldığın...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.