Kara kaşına kurban: Gönül abla
Ama Gönül… Ah Gönül abla… O hastane odasını nasıl da genişletip hayatın kendisini o odanın ortasına getirip bırakmıştın sen…

Ey özgürlük… İçimden bu şarkı geçiyordu hep. Gülesim geliyordu sebepsiz. Gençtik bir kere. Güçlüydük. Dünyayı değiştireceğimize emindik. Adımızdan ne kadar eminsek o kadar işte.
Ama hastaneye düştüğümde nasıl da düşmüştü süngülerim, birdenbire hayatın inişlerine nasıl da hazırlıksız olduğum çıkmıştı ortaya.

Sonra seni tanıdım Gönül abla. Soğuk bir hastane odasında hayatın nasıl bir şey olduğunu öğrettin bana. Yeniden yaşama sevinci verdin; mücadeleye hazırlandığım, ama çok söyleyip de hiç bilmediğim hayatı, üstelik ne öğrettiğini bile bilmeden, nasıl da kazıdın hafızama.

O soğuk odaya girip beyaz örtülerin altına ilk girdiğimde içli içli ağlıyordum. Yanımdaki yatakta yatan, bana seslenen kadına cevap vermemek için uyuyor numarası yaptım. Sendin o. “Alışırsın, ağlama” diye seslenip sıcacık gülümseyen sendin.

Gönül abla. Kara kaşlı, kara gözlü, Sivaslı Gönül. Ertesi sabah gülümsedin bana, “Üzülme” dedin, “yatıp çıkacaksın işte, çaresiz dert değil ki.” Sanki azıcık, birkaç damla su serpilmişti kalbimi kavuran ateşe ama o kadar. Sonra doktorlar geldi, bir hoca, bir sürü öğrenci. Toplaştılar yatağımın başına. Karnımın her tarafını eliyle yokladı hoca, bir elini bastırıp öbür eliyle hafifçe vuruyor, bir yandan da öğrencilerine anlatıyordu, B tipi sarılık, iğneden geçmiş, bakın, karaciğer büyümüş, dalak da öyle… Tedavisi için ne söyleyeceksiniz… Biri atıldı: İstirahat hocam, tek ilacı dinlenme… Öteki ekledi: Yağlı gıdalar, yumurta yasak, karaciğeri yormamak lazım…

Dikkatle dinliyordum, doktorlar beyaz önlükleriyle odalardan süzülüp geçerken ilk çağ şifacıları gibi büyülü bir hale taşıdıklarını düşünüyordum o zamanlar, büyülenmiş gibi saygıyla izliyordum onları, insanların karnına vurup kalbini dinleyip bir şeyleri hemen bilmeleri bana mucize gibi geliyordu. Dünya kadar görüntüleme aracı yoktu o zamanlar, hemen eline bir kâğıt tutuşturup en az dört cihazdan görüntülü rapor istemiyorlardı. Vücudumuzun sesini dinliyor, dışarı vuran işaretlere bakıyor ve söylüyorlardı; işte bu mucizenin ta kendisiydi.


Dünyayı değiştirmek dedim ya, daha çok yeniydim bu konuda. Üniversiteye girdiğim yıl, iyilik ve cesaret dolu insanların üzerinden geçen 12 Eylül cuntası başımıza geleli daha bir yıl olmuştu. Onlar ve bizler diye hep ayırıyordum kafamda çocukluğumdan beri ve onlardan nefret ediyordum ama yerli yerine oturtamıyordum işte; eski Yeşilçam filmlerindeki gibi, bir tür iyiler ve kötüler karşıtlığından öteye gidemiyordum pek. Lisede, sıraların üzerinden okuyup defterime kaydettiğim Akın var akın / Güneşi zaptedeceğiz / Güneşin zaptı yakın şiirindeki “güneş”in güzel bir dünya; yoksulluğun ve adaletsizliğin olmadığı, eşitlikçi bir dünya olduğunu biliyordum; Maraş katliamının faşistlerce tezgâhlandığını biliyordum ve Fatsa’da hayal ettiğimiz dünyanın küçük ama önemli bir modelini kurduklarını. Daha ilkokuldayken, mahallemizin bilgili adamlarından, muhasebeci Behiç amcanın peş peşe sorduğum sorulara verdiği yalın cevabı hiç unutmamıştım: Sosyalizmde, çalışmasına göre birinin motosikleti vardır, birinin arabası, komünizmde herkesin arabası. Bunun nasıl bir ekonomiyle olabileceğini pek aklım almasa da (öyle ya, mahallemizde sadece iki kişinin arabası olduğu yıllardı), kalbim mutlulukla dolmuştu. Çünkü bu cevap, aslında ailemin, mahallemin ve dahi Münir Özkul’la Adile Naşit filmlerinin içinde bulunan iyilik demekti. Çünkü zamanlar; insanların, bir başkası için üzülmesinin, ekmeğini hiç duraksamadan başkasıyla paylaşmasının, boş arsalara sokak kedileri için artık yemek bırakmasının ve kapısına gelen yoksulun karnını doyurmadan yollamamasının insan olmanın doğal gereği olarak kabul edildiği zamanlardı. Yaşar ustanın şimdilerde bir video olarak sosyal medyada paylaşılan, “Ben Yaşar usta” deyip fabrikatöre diklendiği meşhur sahnenin hiç de yadırganmadığı, istisnai bir durum diye görülmediği zamanlar... İnsan onurunun hâlâ en yüce değer olarak görüldüğü, bir kişiye karşı üç kişi kavgaya girmenin namussuzluk sayıldığı zamanlar…

Niye anlatıyorum bunları; çünkü o zamanlar insanın güzel bir dünyaya inanıp mücadele etmesi için sadece iyi insan olması yetiyordu ve benim gibi iyilikler içinde büyümüş birinin onlara değil de bize ait hissetmesinden daha doğal bir şey olamazdı.

Ama meselenin bilgi kısmına gelince, dedim ya, bundan ötesi yoktu bende. Üniversitelerin ceberut bir baskıyla susturulduğu dönemin başında girmiştim yüksekokula. Ama ne iyi ki, 12 Eylül kâbusu çökmeden önce iyilik ve cesaretle sürdürülen mücadelenin içinden gelen arkadaşların ve bütün baskılara rağmen ve zaman zaman kuşdiliyle de olsa bize tarihten, bilimden söz edebilen hocaların eşsiz kıldığı bir deneyim yaşıyordum.

Ve kitaplar… Konak’ta bir pasajda, bir kitabevinin önünde durduğumu hatırlıyorum; üst üste dizilmiş, mavi-mor-sarı kapaklı sol yayınlardan birine hafifçe uzanıyorum ve bahar rüzgârı saçlarımın arasından okşayarak geçerken Felsefe İncelemeleri’ni seçiyorum. Eve gider gitmez açıyorum kapağını; ancak birkaç kez üst üste okuyunca anlayabiliyorum ama anlayınca da içime dünya sığıyor sanki, öyle bir genişlik, öyle bir ferahlık… Hasan Hüseyin’in şiirindeki gibi hissediyorum; ne güzel / ne güzel / 1.74 değil boyum / 1074 / 72 değil kilom / 1072 / puf desem toz ederim bu kenti / yürüsem çatır çatır çöker bu asfalt…

Bir de âşık oluyorum… Dünyaya, insanlığa, gelecek güzel günlere duyduğum aşkla birlikte bir genç adama aşk duyuyorum ve kuşlar gibi kanatlanıyorum… Öğrenci evinde yapılan sohbetler, tartışmalar, bilgiye erişip dünyaya, insanlara ve en güzeli de kendine bambaşka bir gözle bakmanın mucizevi sevinci.

İşte o hastane odası, kitaplardan insanlara, sözlerden ve yazılardan hayatın büyük kalbine doğru uçan o neşeli kuşun kanadını kırmıştı. Dışarıda akan hayatı düşündükçe içim daralıyordu.
Ama Gönül… Ah Gönül abla… O hastane odasını nasıl da genişletip hayatın kendisini o odanın ortasına getirip bırakmıştın sen…

Halsizlikten bütün gün uyuyup, uyandığı vakit de ağlayan o kuşu, doktorların geldiği sabah güldürmekle başlamıştın işe. Kız, nasıl da karnını sonuna kadar açıverdin, ben utanıyorum… Gerçekten de geceliğimi sıyırıvermiş, onca insanın bakışlarından zerre çekinmemiştim. Çok da rahat biri sayılmazdım ama hasta olmanın çaresizliği miydi, bilemiyorum. Güldüm; sonra sohbete başladık. Ben birine kan verirken iğneden kaptığımı anlattım, sen doğumda dedin. Nasıl yani? Evet, doğumda kapmıştın ve yirmi günlük kızını ve üç yaşındaki oğlunu bırakıp yatmıştın hastaneye, bir aydır da buradaydın. Çocuklarını düşünüp düşünüp ağlıyordun, kaynanan bakıyordu onlara, anne gibi olur muydu hiç? Bir türlü toparlayamıyordun kendini, bir aydır şifa bulamamıştın, çünkü… Sen bir şey dememiştin ama ben bir süre sonra anlamıştım sebebini. Eline bir paket hazır meyve suyu alıp, boynunda altın zincirini sallandırıp gömleğinin yakasını açarak haftada bir ziyaretine gelen, geldiğinde de şefkat gösterdiğine hiç tanık olmadığım o adam, senin kocandı. Başka da kimse gelmiyordu zaten.

Sonra hikâyeni öğrenmeye başladım. Hiçbir kelimesini unutmadığım o hikâye, her sabah, her akşam azar azar yayıldı odamıza, hiç bilmediğim bir dünyanın kapılarını açarak…

Ailen Sivas’tan Ankara’ya taşınmıştı baban ölünce, üniversite okuyan erkek kardeşinin yanına. Sen de Altındağ’daki ışıksız tekstil atölyelerinden birine girmiştin. Sonra 12 Eylül gelip geçmişti üzerinizden. Gözünün bebeği kardeşini, Hüseyin’i almışlardı bir sabah, tekme tokat eve dalıp, hepinizi yere yatırıp, küfür kıyamet bağırarak... Nerede olduğunu öğrenebilmek için annenle bir oraya bir buraya koşturduğunuz o karanlık sabah… O günlerde her yerden gelen kayıp haberleri… Parkalı postallı gençlerin, karanlık çökünce, başlarını sokabilecekleri güvenli bir yer aramak için sokak sokak dolandıkları, durmadan arkalarına baktıkları o zalim geceler… Yoldaş avukatların hiçbir bilgiye ulaşamadıkları için utanıp kaçırdıkları gözleri… Bilgi dediğin de, hangi şubede, hangi fare deliğinde, hangi işkencecinin elinde… Hayatta mı hâlâ?


Canlarının istediği kadar uzattıkları gözaltı günlerindeki işkenceden kurtulup da zindana tıkıldığında neredeyse sevinmiştiniz annenle, mutfak denen ufak aralıkla odayı ayıran küçük demir masanın başına karşılıklı oturup doya doya ağlamıştınız. Şimdi ekmek parası kazanmaya geri dönülecekti. Zor gelmemişti, evvel ezel bildiğiniz dertti zaten. Annen bodrum katında oturduğunuz apartmanın temizlik işine bakıyor, daha lisede olan kız kardeşin de okuldan gelince apartman sakinlerinin bakkal ihtiyaçlarına koşturuyordu. Sense daha on altısında öğrendiğin overlok işine döndün. Arabeskin dibine vuran şarkıların eşliğinde sabahtan akşama overlok çekerken, Mamak zindanında yatan Hüseyin’e bakmak için üç beş kuruşu bir araya getirmekten başka bir şey düşünemiyordun. İşte o günlerde tanıdın kocanı, askerliğini yapıyordu Mamak’ta, Elazığ’dan İzmir’e daha o çocukken göç etmişti ailesi. İyi birine benziyordu, bunu düşünmene yol açan en önemli şey de, içerde yatan solcu gençler için kötü konuşmamasıydı. Hüseyin’ini anlatmıştın ona, baban ölünce evin ablası, yani ikinci annesi olarak kardeşlerini okutmak için çalıştığını, bu yüzden okuyamadığını ama Siyasal’da okuyan kardeşinle gurur duyduğunu… Sessizce dinlemiş, üzülmüştü. İzmir’in Gültepe’sinde tanıdığı devrimcileri anlatmıştı, yürekli gençler olduğunu, gecekondu yapan fakire nasıl da yardım ettiklerini… Seni sevdiğini, ailene de sahip çıkmak istediğini söyledi. Güvendin. İzmir’in çeperindeki mahallelerden birine, vaktiyle babasının yaptığı, üst katında anasının oturduğu gecekonduya gelin getirdi seni. Bir fabrikanın şoförlüğüne girdi, kira derdimiz yok nasılsa, sen çalışma dedi. Doğrusu sen de karşı çıkmadın, ışıksız atölyelerden, patrondan daha patron ustabaşlarından o kadar yorulmuştun ki, evini temizleyip artık yünlerden paspas örmek, akşama Allah ne verdiyse pişirip koymak hoşuna gitti. Evdeki eski araba teybine cızırtılı kasetleri takıp akşamları türkü dinlerdiniz beraber. Anneni, kardeşlerini düşünüp ağladığında “kara gözlüm” diye severdi seni. Hüseyin içeri gireli iki yıl olmuştu, davası sonuçlanmamıştı daha ama nerden baksan çıkmasına sekiz sene var diyordu avukatlar. Kocanın bıraktığı harçlığı idare edip bir kenara koyuyor, annene gönderiyordun. İyiydi işte her şey, sanki hayat yoluna girmiş gibiydi.


Sonra mahallede birtakım adamlar türedi. Mahallelinin “eskiden buraya giremezlerdi” dediği, sarkık bıyıklı, kötü bakışlı adamlar. Tahsilat diye bir iş icat ettiler, fakir esnafı borçları yüzünden sıkıştırıyor, kimini dövüp kiminin dükkanına zarar veriyor, gece vakti camlarını kırıp içerdeki malı sokağa saçıyorlardı. Mahalleden şehrin merkezine yeni dolmuş hattı mı kurulacak, bunlar oradaydı; biri kahve mi açıyor, herkesten önce onlar geliyordu kimin açtığını görmeye; sevmedikleri biriyse, yani bunlara ağamsın paşamsın demiyorsa, işi bozuyorlardı. Mahalle kahvelerinde “devletimiz” diye başlayıp “vatan haini Moskof uşakları” diye biten konuşmalar yapıyorlardı, solcuları mimledikleri söyleniyordu, ihbar ettikleri, onları burada yaşatmayacakları… Kahvelerden, sokaklardaki kaset tezgâhlarından artık isyancı türküler değil, kahpe kadere ağlayan şarkılar yükseliyordu. Mahalleli korkup sinmişti.

İşte o zaman başladı kocanın, tanıdığın adam olmaktan çıkması. Bu adamlarla aynı masaya oturup pişpirik oynamaya başlamış, “Abi, bir maruzatım olacak” diye konuşmaya başlamıştı. Sorduğunda “Sen anlamazsın, karışma! Devir bunların devri, elimiz azıcık para görecekse bunlar sayesinde olacak” diyordu. Bir süre sonra fabrika servisinden çıktı, hep hayal ettiği dolmuş hattında şoförlüğe başladı. Araba bu adamlarındı, ama olsun, şoförlükten kazandığı para yüzünü güldürüyordu. Seninse huzursuzluğun her geçen gün artarken ilk çocuğuna gebe kaldın. Kocandan karnındaki bebeye kaydı ilgin. Hem eve para giriyordu işte çok şükür, belki de gerçekten onun dediği gibi devir onların devriydi, işleri yoluna koyana kadar ayıya dayı demek zorundaydı, ne yapsın…


Bir oğlancık doğurdun, kocan da, kaynanan da pek sevindi. Hastaneye –mahalledeki pastaneden alınmış ve bayat olsa da- çikolata getirmeler, loğusa şerbeti kaynatıp yapılan mevlitler… Bebeğini büyütürken günler uzun, yıllar çabuk geçti. Gizliden Hüseyin’e benzetip de bunu kimselere söylemediğin oğlun, üç yaşına geldiğinde kocandan ilk dayağı yedin.

Giyimi kuşamı çoktan değişmiş, fosforlu gömlekler giyip bir de altın zincir almıştı kendine. Zinciri görünsün diye yaz kış yakasını açtığı gömleklerden birini giyip, ütülü pantolon sorup, saçlarına limon suyu sürüp çıkıyordu evden her sabah. Bir de aynalı gözlük. Komşunun biri, “Seninkinin arabasını şu tepede gördüm, çalışmadı mı dün?” diye sordu bir gün, soru değildi tabii, cevabını ikiniz de biliyordunuz. Akşama sordun. “Sana hesap mı vereceğim” diye üzerine yürüdü. “Vereceksin, kocam değil misin?” deyince üzerine yürüyüp vurmaya başladı. Her Allah’ın günü yatıyorsun evde, bir çocuğun derdi ne ki, yalandan evi süpürüp iki tabak yemeği hazır etmekten başka ne işe yarıyorsun, dua et de otur aşağıya, zaten iyice çirkinleştin, ne saçına başına bakıyorsun, koynuma aldığımda kemiklerin geliyor elime…

Oğlancığı hemen yukarıya, kaynanana yolladın. Daha ilk tokatta. Sonra da karnını korudun, çünkü daha dün öğrenmiştin yine bebek beklediğini. Azap bitince odaya çekildin. Daha önce itip kaktığı, üzerine yürüdüğü, sırtına vurduğu olmuştu ama bu ilk ağır dayaktı. Öncekilerin üzerinde durmamıştın, adam sinirli, bütün gün çalışıyor, yoruluyor… Sanki üzerinde dursan ne olacaktı, annenin yanına mı dönecektin, cezaevindeki evladına bakmak için koşturup duran annen seni, bir de elinde oğlunla nereye sığdıracaktı? Kocan döverken inat ettin ağlamadın, ne zaman ki ertesi sabah evden çıktı, soğuk yatağın içinde, yün yorganın altına gizlenip oğlan uyanana kadar, elini ağzına yumruk yapıp sessizce ağladın.

Sonra kızın doğdu. Doğum sırasında yapılan ve demek ki kaynatmadan kullanılan iğneden geçmişti sarılık. Bebeğini evde bırakıp hastaneye yattın.

Senin hikâyen buydu işte Gönül abla, bu noktada seninle çok kısa sürecek olsa da bende derin izler bırakan ortak hikâyemiz başlıyordu.

Bir akşamüzeri sevgilim geldi hastane odasına. Elinde kendi pişirdiği çorbayla arkadaşların köyden getirdikleri bal kavanozu. Yüzüme şefkatle baktı. Sosyoloji dersinde geçen tartışmaları, arkadaşlarla konuşmaları anlattı, her akşam siyah beyaz ekrana dizilen “suç unsuru” daktiloların, bildirilerin önünde bir devrimcinin aniden zafer işareti yaptığını, Almanya’da oynanan futbol maçında tribünlerde birdenbire açılan “Kahrolsun 12 Eylül Faşist Cuntası” pankartını, devlet televizyonundaki spikerin ne diyeceğini şaşırdığını… Güldük.
Hep bizi izlemiş, hatta sen de katılmıştın sohbete az da olsa. Sonra sevgilim gitti ve odaya karanlık çökerken hiç unutmadığın bir akşamı anlattın bana. Ankara Altındağ’da bir akşamı. Hüseyin’in beş-altı arkadaşıyla birlikte eve geldiği, odada oturup ellerindeki bildiriyi tartıştıkları o akşam, onları izleyip bıyıklı gençlerle kıvırcık saçlı genç kızların yüzündeki umuda, cesarete duyduğun hayranlığı, konuşmalarını bir kelimesini bile kaçırmamak için dikkatle dinlediğini ama lanet olsun, hiç anlamadığını, anlayamadığını, ve onlar gidince kahırdan karnına aniden sancı girdiğini, yatağa girip bütün gece karnının sancısıyla dizlerini büktüğünü ve hıçkıra hıçkıra ağladığını, ama olsun, o gençleri çok sevdiğini, o günleri ne kadar da çok özlediğini…

Az önce bizi görünce hatırlamıştın onları. Bir yandan aynı keder gelip bulmuştu kalbini, öte yandan hâlâ kardeşin gibi gençlerin varolduğunu bilmenin sevinci…
Yatağımdan kalktım, elini tuttum. Beraber ağladık.

O gece, hastanenin penceresinden görünen tepelere baktım ve her sabah o tepelerden aşağıya inip, ekmek parası peşinde şehrin çeşitli yerlerine dağılan insanların, akşam olunca ellerinde fenerlerle yine aynı tepeye tırmandıklarını hayal ettim. Bir gün, dedim, bir gün bu olanlar, artık böyle olmayacak. Uyumadan önce, o çok sevdiğim şiiri okudum içimden:
Ben ve sevgilim ve arkadaşlar yürüyeceğiz bulvarda / Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla / Yürüyeceğiz çoğala çoğala...

Sonra iyileştim. Senden önce taburcu oldum. Hastaneden çıktığında seni görmeye geldim mahallene. Kara gözlü oğlunu, minik kızını gördüm; üzerine kendi ördüğün örtüyü serdiğin televizyon sehpasının yanındaki koltukta çayla pötibör bisküvi ikram ettin bana, Gene konuşup gülüştük ama ikimiz de ortak hikâyemizin bittiğinin farkındaydık.

Şimdi seni andığımda… Ey özgürlük, diye neşeyle güldüğüm günleri hatırlıyorum. Gelmedi hâlâ ve artık genç değilim. Ama şarkılar ve şiirler hâlâ kalbime sevinç veriyorsa, yaşadığım hayat, her ne olursa olsun çok anlamlı ve değerli bir hikâyeyse, bunun ne kadar önemli bir parçası olduğunu biliyor musun?

Ben seni hiç unutmadım Gönül abla. Hiç.

Kadınlar, tarihin yazılmayanlarıdır. Ancak Cumhuriyet’in ilk kadın pilotu, ilk kadın valisi, ilk profesörü vb. olurlarsa, tarih kitaplarında yer alırlar; yoksa yok… Gerçekten de hiçbir yerde yokturlar, “her başarılı erkeğin arkasındaki” o görünmez yer dışında!
Oysa başarılı-başarısız bütün erkeklerin, bütün çocukların, bütün hasta ve yaşlıların, bütün o tüketen ev işlerinin, bütün fabrikaları ve işyerlerini dolduran emeğin, kısacası bütün toplumun, şu durmadan dönen dünyanın arkasında kadınlar vardır.
İşte bu portreler, adları bilinmeyen, hiç anılmayan, öylece yaşayıp gitmiş bütün o sıradan kadınlara bir saygı duruşudur.
İlgili haberler
Süt mavisi bir hayat: GÜLBAHAR

Şu zorluk da geçsin, çocuk da okulu bitirsin, kız da evlensin, dur hele oğlan iş bulsun derken, günl...

Tüküreyim bahtına: BAHTINUR

İzmir’e ayak bastıktan on gün sonra doğmuş Bahtınur. Adını babası koymuş, bahtı bize benzemesin, nur...

Şarkısını yeniden yazan kadın: Sakine

30 yaşına vardığında yaşadığı hayatı hak etmediğini fark eden Sakine, kocasına çocukluğundan beri ba...