Eskiden, çok eskiden her mahallede mutlaka bir deli olurdu. Mahallelinin kim olduğunu, nerde yaşadığını, ne yiyip içtiğini ve neden delirdiğini bilen delilerdi onlar. Şimdi şehrin delileri var, kimselerin görmediği, tanımadığı, ne yiyip içtiğini bilmediği, aklını neden kaybettiğini bilmediği ve ayrıca hiç de ilgilenmediği deliler, şehrin karanlık yüzünde yaşayan deliler…
Bizim mahallemizin delileri de vardı elbet. Selahattin vardı, ince uzun bir genç. Mahallenin gençleri “Aslan Selo, seni askere almazlar” diye eğlenirlerdi o geçerken, o da çürük dişlerini göstere göstere gülerdi. Anlar mıydı söyleneni, anlayıp da mı gülerdi, anlamadan mı, bilmezdim, ama çocuk kalbim üzülürdü, keşke alay etmeseler böyle diye düşünürdüm.
Selo’nun annesi İffet Hanım da deliydi; “Önceleri hiçbir şeyi yoktu, kocasını kaybedip oğlu da böyle olunca kendini sokaklara vurdu” derlerdi. Hali vakti yerindeydi, sabahtan siyah mantosunu, desenli eşarbını takar, kolunda altın bilezikleri, çıkardı sokağa; bütün gün gezer, sonra evine dönerdi. Selo’yla yiyecek bir kap yemek buluyorlardı herhalde, çünkü hiç sokaklara düşmediler. Oğlu gibi onun da kimseye zararı yoktu. Kapıdan başını uzatan kadınlarla yerli yersiz muhabbet eder, sonra yürür giderdi. Kadınlar gülerek bakarlardı arkasından.
Mahallemizin delileri içinde en kötü durumda olanı ise Müşerref’ti. Çünkü yoksuldu. Yoksul düşmüştü. Bir kızı, bir de oğlu vardı. Kocası 60’larda Almanya’ya gitmiş işçi olarak, önce kendi yerleşecek, sonra da ailesini aldıracak. Olmamış. Adam gitmiş, bir-iki mektup yazmış, sonrası yok. Orada başka biriyle evlenmiş, bunları bırakmış, öyle diyorlardı. 70’li yıllar; Müşerref gelmiş 45’ine, ev hanımlığı bilir, başka bir şey de bilmez. Nerelere başvurdu, ne yiyip içti, nasıl ısıttı evini, bilinmez. (Bilinir de bilmezliğe gelinir elbet, çünkü bilmek sorumlu olmak demektir.)
Ben Müşerref’in farkına vardığımda, kızı 15’inde, oğlu 17’sindeydi. Oğlan tam bir serseriydi, biz, mahallenin bütün kızları, onunla karşılaştığımızda korkup yolumuzu değiştirirdik, çünkü mutlaka sataşır, ya ellemeye çalışır, ya da açık saçık laf atardı. Kızı ise hiç arkadaşımız olmadı, çünkü herkes “orospu” diyordu kıza. İyi aile kızlarına ne o yanaşırdı, ne de yanaşmasına izin verilirdi. Mahallenin gençleri, hani Selo’yla dalga geçen ama mahallenin kızlarının namusunu da herkesten koruyan şu “abilerimiz” kızın adı geçtiğinde pis pis sırıtır, yeni yapılan inşaatların bilmem neresinde onunla yaşadıklarını şifreli dille anlatırlardı, sonra topluca atılan kahkahalar…
O şifreli dili çok çözemezdik ama ne demek istendiğini az çok anlar, sessiz kalırdık, çünkü iyi aile kızları böyle durumlarda sessiz kalır, anlasa da anladığını belli etmez, sözü edilen kızla da asla arkadaşlık etmezdi. Böyle öğrenmiştik ailelerimizden, annelerimiz öğretir, babalarımız korkuturdu.
Kız daha on beş yaşındaydı oysa! Sadece on beş! Bizim henüz tam olarak anlamadığımız şeyleri ona yaşatan bir erkek topluluğunun kuralları koyduğu ve kadınların bu kurallara boyun eğdiği o “mazbut” mahallede, herkes evinde sobasının başında oturur, kestane pişirirken, iki adım ötedeki inşaatın ikinci katında, on beş yaşında bir kız çocuğunun sırtını beton zemine yapıştırıp eline gofret parası veriyorlardı… Ve herkes susuyordu!
Deli Müşerref ise bütün gün sokaklarda geziyordu. Gözleri yuvalarından fırlamış gibiydi, kocaman ve şehla. Hep yarı aralık duran tükürük içindeki ağzından kocaman dişleri görünürdü ve bu yüzden hep güler gibiydi. Üstü başı perişandı, basma bir entari, ayağında plastik terlikler, ensesinden bağladığı çiçekli yazmanın kenarlarından çıkan ve giderek beyazlayan tek tük saçlar.
Parkın yanından yukarı doğru çıkardı ama nerede otururdu, kocası hiç değilse bir ev bırakmış mıydı, yoksa orada burada mı barınıyorlardı, bilmiyorum.
Belki de unutup gidecektim Müşerref’i, veya İffet Hanım ile Selo gibi biraz gülümseyerek hatırlayacaktım. Öyle olmadı. Çünkü iyice büyüdüğümde, lise öğrencisi olup da mahallede bir arkadaş grubum olduğunda, hiç beklemediğim bir anda, bir sohbetin, üstelik eğlenceli bir sohbetin içinde Müşerref’in adı geçti.
Kızlı erkekli eğlenceli bir buluşmaydı. Herkes mahallede yaşadığı hoş anıları anlatıyordu, elbet daha çok da erkekler. Çünkü kızların okuldan eve-evden okula bir hayatları olduğu için öyle pek fazla “hoş” anı biriktirme imkânları da olmazdı. Erkekler gürültülü sesler ve kahkahalarla konuşurlarken biri dedi ki, “Müşerref nasıldı ama?”
Sandım ki, deliliğiyle ilgili eğlenceli anılar anlatılacak, gülümseyerek dinliyordum. Ama bambaşka bir şeydi o “hoş” anı.
“Taksiciler deniz kıyısında, şu caddedeki sinemanın arka tarafında beceriyorlardı Müşerref’i, biz çok sonra öğrendik, eh, biz de takılmaya başladık oraya tabii…”
Kahkahalar, kahkahalar.
Kaskatı kesildim. İlk aklıma gelen, Müşerref’in deli olduğuydu. O zamanki aklım, ancak o kadarına isyan ediyordu; bu kadın ne yaptığını, kendisine ne yapıldığını bilecek durumda değildi ki, deliydi, deli! Nasıl yani, hiç acımadan, bir an bile tereddüt etmeden… Nasıl ya?
Neler söylediğimi, nasıl tepki verdiğimi çok iyi hatırlamıyorum; sadece “arkadaş”larımın suratlarına tek tek bakıp “Nasıl ya? Yazık değil mi?” diye sormuş olmalıyım. Onlarınsa birden kahkahalarını toparlayıp “Canım, o kadın o işi yapıyordu” falan diye geveleyerek ruhlarını temizlemeye çalıştıklarını hatırlıyorum.
Kaskatı kesildiğim o andan sonra, her birinin “arkadaşım” olmanın yanı sıra, asla benim gibi düşünüp hissetmeyen bir “erkek” olduğu kazıldı aklıma. Merhamet, vicdan, iyilik gibi kavramların, onların erkeklik alanına girmediği sürece geçerli olduğunu, bunun dışındaki dünyada samimiyetle savundukları hangi erdemler varsa, erkekliğin iktidarı söz konusu olduğunda hepsini aynı samimiyetle reddettiklerini anladım zamanla. Kötü insanlar değildiler, hatta çoğu iyi çocuklardı, ama erkeklik öyle bir iktidar sunuyordu ki onlara, iyilikle kötülüğü hiçbir rahatsızlık duymadan, bir çelişki olduğunun farkına bile varmadan yaşayıp gidiyorlardı.
Çünkü o “mazbut”, o “nezih”, o temiz ailelerin yaşadığı mahalleler (ve köyler), bugünden geriye bakıldığında ne kadar “insancıl” görülürse görülsün koca bir ikiyüzlülüğün üzerinde yükseliyordu. Nehrin görünen yüzünde komşuluk ve yardımlaşma akıp giderken, dip akıntılarda bu akışa karşı çıkanların dışlanması, kadınlara ve çocuklara uygulanan zulme göz yumma ve üstünü örtme vardı. İkiyüzlülük üzerine yapılan sessiz uzlaşma… “Aman beladan uzak durayım” bencilliği, “Karı koca arasına girilmez” yalanı, “Çocuğudur, karışmam” ahlaksızlığı. Hepsi bu sessiz ikiyüzlü uzlaşmadan besleniyor.
Müşerref’in öldüğünü duydum yıllar sonra, bir köşede bulunmuş ölüsü. Ölüm nedenini kimse konuşmaya değer görmedi. Deliydi işte, ne olacak… Peki kızı ve oğluna ne oldu? Bilmiyorum ama tahmin etmek zor değil hiçbirimiz için.
Müşerref’leri ve on beş yaşındaki kız çocuklarını mahallelerde de koruyamadık, köylerde de ve bugün kentlerde de koruyamıyoruz. Ne coğrafya kader oysa, ne cinsiyet, ne sınıf, ne de ırk. Sadece etrafımıza dikkatle bakmamız, zulme uğrayanın yardımına koşmamız gerekiyor, o kadar. Bugün büyük şehirlerin karanlığında boğulup giden çocukların, kadınların, delilerin, aykırı ve farklı olanların yanında durmaktan ve büyük ikiyüzlülüğün perdesini yırtıp, “Kral çıplak” diyen çocuğun samimiyetine sahip olmaktan başka bir şey kurtaramaz bizi.
Çünkü biz büyürsek zulüm küçülür.
Kadınlar, tarihin yazılmayanlarıdır. Ancak Cumhuriyet’in ilk kadın pilotu, ilk kadın valisi, ilk profesörü vb. olurlarsa, tarih kitaplarında yer alırlar; yoksa yok… Gerçekten de hiçbir yerde yokturlar, “her başarılı erkeğin arkasındaki” o görünmez yer dışında!
Oysa başarılı-başarısız bütün erkeklerin, bütün çocukların, bütün hasta ve yaşlıların, bütün o tüketen ev işlerinin, bütün fabrikaları ve işyerlerini dolduran emeğin, kısacası bütün toplumun, şu durmadan dönen dünyanın arkasında kadınlar vardır.
İşte bu portreler, adları bilinmeyen, hiç anılmayan, öylece yaşayıp gitmiş bütün o sıradan kadınlara bir saygı duruşudur.
İlgili haberler
Süt mavisi bir hayat: GÜLBAHAR
Şu zorluk da geçsin, çocuk da okulu bitirsin, kız da evlensin, dur hele oğlan iş bulsun derken, günl...
Tüküreyim bahtına: BAHTINUR
İzmir’e ayak bastıktan on gün sonra doğmuş Bahtınur. Adını babası koymuş, bahtı bize benzemesin, nur...
Kara kaşına kurban: Gönül abla
Ama Gönül… Ah Gönül abla… O hastane odasını nasıl da genişletip hayatın kendisini o odanın ortasına...
Orda bir köy yok uzakta: Zeynep
Ekmek ve Gül, Zeynep’i benim kalbimde durduğu yerden alıp sahiplenecek, kalpte kalbe ulaştırıp çoğal...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.