“Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin kısaca “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılmasının nedeni, ilk kez İstanbul’da imzaya açılması. Ancak Türkiye’nin bu sözleşmeyle olan bağlantısı sadece bu değil. İstanbul Sözleşmesi’ne giden sürecin başlangıcında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2009 yılında verdiği “Nahide Opuz” kararı var.
Bu hak ihlali kararına neden olan dosyanın öyküsünü ve kadın mücadelesinin kazanımı olan Nahide Opuz davasını hatırlamak için 2002 yılına gidelim.
Diyarbakır’da yaşayan Nahide Opuz, Kasım 1995’te H.O. ile evlendi. Üç çocuk annesi olan Opuz, üç yıl boyunca annesiyle birlikte H.O.’nun şiddetine, bıçaklı saldırısına ve araçla ezme girişimine maruz kaldı. Darp, ağır yaralama ve cinayete teşebbüsten hakkında dava açılan H.O.’ya, “kanıt yetersizliği” gerekçesiyle yaptırım uygulanmadı. İki kez gözaltına alınan H.O. tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. H.O., 11 Mart 2002’de kızını yanına alarak İzmir’e yerleşmeye karar veren Nahide Opuz’un annesinin aracının önünü kesti. H.O.’nun açtığı ateşle Nahide Opuz’un annesi öldü. Opuz bu olayın ardından kendisini ölümle tehdit edip, annesini de öldüren H.O. hakkında 2002’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme, “Türkiye’nin, şiddet gören bir kadını savcılığa başvurduğu halde kocasından koruyamayarak ayrımcılık yaptığına” hükmetti ve Türkiye’yi tazminata mahkum etti. Bu karar ile AİHM, ilk defa aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle bir devleti suçlu buldu.
2009 yılında alınan bu kritik karar ve benzer şikayetler sonucunda, Avrupa Konseyi’nde kadınlara yönelik şiddet ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması amacıyla bir sözleşme hazırlanması için çalışmalara başlandı. Bir uzman grubu oluşturularak yürütülen çalışmalar neticesinde uluslararası alanda kadına yönelik şiddet konusundaki en kapsamlı hukuki metin olan bu sözleşmenin ortaya çıktı ve 2011 yılında İstanbul’da imzaya açıldı.
Ak Parti iktidara geldiğinde kadına yönelik şiddetle birlikte tazminata mahkum edildiğimiz bir AİHM kararı vardı. İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin Avrupa Komisyonu dönem başkanlığı sürecinde imzalandı ve şimdi anlıyoruz ki siyasi iktidarın reklam kampanyasının bir parçası yapıldı.
1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi, uluslararası alanda kadına yönelik ve ev içi şiddetle ilgili ilk bağlayıcı belge olma özelliğini taşıyor.
İstanbul Sözleşmesi psikolojik şiddet, fiziksel şiddet, ısrarlı takip, taciz, tecavüz, zorla ve erken yaşta evlendirme, kadın sünneti, kürtaja zorlama ve zorla kısırlaştırmayı içeren cinsel şiddet olmak üzere kadına yönelik şiddetin tüm türlerini kapsamaktadır.
Sözleşme, ev içi şiddete uğrayan kadınları, çocukları, yaşlıları, engellileri, göçmen ve mültecileri, LGBTİQ+ bireyleri, kısaca herkesi korur. Kadınların, aynı evde yaşıyor olsun ya da olmasın, eş, eski eş veya partner tarafından uygulanan şiddete karşı korunmasını esas alır.
İstanbul Sözleşmesi aslında bir insan hakları sözleşmesidir.
Halk sağlığının temeli de insan haklarıdır.
Sağlığın tanımını yaparken sadece hastalığın olmaması değil, fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak tam bir iyilik halinden söz ediyoruz.
Peki sosyal iyilik hali nedir?
Bir yönüyle sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşama hakkına sahip olmaktır.
Bir yılı aşkın süredir tüm dünya ve ülkemizin içinde bulunduğu salgın sürecinde evlere hapsolduk, şiddetin en çok yaşandığı yer de evlerin içi.
“Evde Kal” dediğimiz kadınlar evlerde güvende değildi, daha da yalnızlaşıp yoksullaştılar.
Türkiye’de kadınların işgücüne katılımı zaten oldukça düşük iken pandemiyle birlikte daha çok kadın işsiz kaldı, haneye çekildi.
Ev içi bakım emeği arttı, ev içi şiddet arttı. Şikayet ve yardım mekanizmalarına hatta sağlık hakkına ulaşmak bile zorlaştı.
Kadın cinayetlerinin böylesine yükselişte olduğu, kadına yönelik şiddetin tırmandığı bir dönemde, biz daha sözleşmenin etkin uygulanmadığından, 6284 sayılı Yasa’nın tam olarak uygulanmadığından şikayet ederken önce İstanbul Sözleşmesi tartışmaya açıldı ve her mecrada yoğun dezenformasyona dayalı bir karalama kampanyası başlatıldı. Ardından bir gece yarısı kararı ile, üstelik Anayasa’ya ve hukuk kurallarına aykırı şekilde, ilk imzacısı olmakla övündüğümüz sözleşmeden imza çekildiğini duyduk.
Devletin gece yarısı kararnameleri ve genelgelerle yönetildiği, demokrasi havasının otoriterleşmeye döndüğü, temel hak ve özgürlüklerde geri adım atıldığı bir baskı döneminde, Türkiye’deki en büyük toplumsal muhalefet olan kadın mücadelesine karşı alınmış bir karardır bu.
Kadının yüksek yararını gözeten bu sözleşmeden ayrılmakla kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesi, mağdurlarının korunması, etkin kovuşturma ve cezalandırma, şiddetle mücadelede bütüncül ve etkili politikaların hayata geçirilmesi gibi yükümlülüklerimizden vazgeçtiğimizi tüm dünyaya ilan etmiş olduk.
Her ne kadar bu hükümlerin birçoğuyla ilgili olarak ulusal mevzuatta düzenleme yapılmamış olsa bile, sözleşmenin maddeleri Anayasa’nın 90. maddesi çerçevesinde Türk hukuk sistemi açısından yine de sonuç doğurmaktadır. Çünkü temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi durumunda, uluslararası antlaşma hükümlerinin esas alınacağını belirtmektedir Anayasa’nın 90. maddesi ve Sözleşme YÜRÜRLÜKTEDİR.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 2020’de 300 kadın erkekler tarafından öldürüldü, 171 kadın ise şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti. Biliyoruz ki İstanbul Sözleşmesi etkin bir şekilde uygulansaydı, bu kadar kadın öldürülmeyecekti.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 22 Nisan 2021’de Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinin ardından kadın cinayetlerinde azalma olduğunu iddia etti. Soylu, 3 Şubat-19 Mart tarihleri arasında 34 kadının, 19 Mart-22 Nisan tarihleri arasında da 25 kadının hayatını kaybettiği verisini paylaşmıştı. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık ise TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Belirlenmesi Araştırma Komisyonu’na katılarak bir sunum yapmış ve salgın döneminde kadına şiddet olaylarındaki artışın “tolere edilebilir” düzeyde olduğunu söylemişti.
Bunlar kadın cinayetlerini normalleştiren açıklamalardır ve TOLERE EDİLEMEZ.
Kadınların fizyolojik ve ruhsal bütünlüğünün sağlıklı bir toplum için şart olduğunu, bunu koruyacak tüm hukuki mekanizmaların da kritik öneme sahip olduğunu biliyoruz.
Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen 6284 sayılı koruma kanunu hâlâ var. Elbette bununla yetinmeyeceğiz ve asla umudumuzu yitirmeyeceğiz. Kadınlar ve kadın örgütleri hem hukuki hem politik mücadeleyi her platformda sürdürecek.
Kadınlar evde, işte, siyasette, sosyal yaşamda haklarını talep edecek ve İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmeyecek.
Onlar gidecek,150 yıllık kadın mücadelesi devam edecek.
Fotoğraf: Ekmek ve Gül
İlgili haberler
Mesele, şiddet gören kadını ölüme terk etmemek, ya...
İstanbul Sözleşmesi’nin gereği yapılmadığı için kadın cinayetleri her yıl katlanarak artıyor. Bu hal...
Muzaffer
Kendi emeğini ekonomik özgürlüğüne dönüştürmeyi başarır. Artık minnetsiz, başı dik, varlığını her or...
Sözleşme ve 6284 uygulansın, Meltem şiddetten kurt...
Meltem’in ayrılma aşamasındaki eşi koruma ve uzaklaştırma kararına rağmen kapısına silahla dayanıyor...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.