Kendi emeğini ekonomik özgürlüğüne dönüştürmeyi başarır. Artık minnetsiz, başı dik, varlığını her ortamda haktan adaletten yana hissettiren direngen bir kadın olmuştur. İyi ki tanımışız seni Muzaffer…

Merhaba kadınlar,

Günlük telaşlarımıza küçük bir ara verip buluştuğumuz, her sayfasında birbirimizi bulduğumuz, her satırına umudu, direnci ördüğümüz Ekmek ve Gül’e hepimiz hoş geldik. Biz kadınlar için gerçekten fırtınalı günler birbirini kovalarken, bir yanda “Bugün sofraya ne koyacağım” telaşı; bir yanda medya dünyasının dayattıklarıyla ne çok yorulduk, kafamız nasıl da karıştı öyle değil mi? Sofra demişken, az sonra tanışacağınız “Muzaffer’in Ocak Başı”nda buluşup onun hayatına yolculuk etmeye ne dersiniz?

Oy verdiği muhalif bir partinin barajı aştığı gün, evinin önünde kurduğu mangalla tüm mahalleye ziyafet verirken tanıştım onunla. İlk bakışta az konuşan, göz teması kurmayan bu kadının, saatler ilerledikçe, kalabalığın içinden seçilen heybetli vücut dilinin anlattıkları, hafızamda derin bir izle durur. Gün boyunca, çoluk çocuk demeden tüm gelenlere aynı emeği vermesi, keskin bakışları, kendine özgü “kitabın ortasından” konuşmaları, etrafındaki herkeste ilginç bir saygı ve sadakat duygusu uyandırmaktaydı.

Beş çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak dünyaya gelir Muzaffer. Daha üç yaşına gelmeden kaybettiği babası verir ona bu ismi. “Okumuş yazmış, başarılı bir insan olsun” der adını koyarken. İlk dört çocuk peş peşe evlenince, Muzaffer’in, 55 yaşındaki dul annesiyle sığınacak kapı arama macerası başlar. İlkokulu küçük ağabeyinin yanında okur. Gözü, daha yüksek okullara gider. Ancak yaşadıkları köyün koşulları karşısında, küçük kızın okuma arzusu, boğazında düğüm olmaktan öteye gidemez. Henüz on bir yaşındayken, köy yerinde laf gelir, söz olur diye; değil okula gitmek, arkadaşlarıyla oyun oynamak bile onun için lüks olarak görülmeye başlanır. Bir gün evde annesini göremeyen küçük Muzaffer, hayatının başka yollara savrulacağını hisseder ve suskunluğu da böyle başlar. Birkaç gün sonra eve gelen annesi, elinden tutup “Dayınlara gidiyoruz” diyerek hiç bilmediği bir köye götürür onu. Evdekileri tanımadığını, geri gitmek istediğini söylese de faydası olmaz. Artık annesi bu yabancı evin yeni gelini olmuştur bile. “Annem kaynanayken yeniden gelin oldu” diyor Muzaffer. Oturduğu yerde sağa sola dönerek, koyu sıcak bir çay istiyor gençlerden. Bakışları şalvarına takılıyor sonra. Sert darbelerle silkelerken şalvarını, ev halkını sıralıyor tek tek. “Annem, kaynanası, kaynatası, eltisi, kayın biraderi, çocukları ve kocası...” Sıra kendine gelince sesi değişiyor aniden. “Ben o evde neydim bilmiyordum.”

KISA SÜREN MUTLULUK

Muzaffer’e, üvey babası ne derse onu yapmasını söylerler. Hayvanlara çobanlık yapar, bahçeye çapa... Evde dayak yemediği hiç kimse kalmaz. Kendi değimiyle, “işkencenin her türlüsünü” görür. Daha on bir yaşında, çaresizlik kıskacında, karın tokluğuna ayakta kalma mücadelesi verirken; 45 yaşında engelli bir adamla evlenmesi için zorlanır. Durumu fark eden komşu kadınlar, Muzaffer’in ablasına haber ulaştırınca, çok geçmeden, kız kardeşinin imdadına yetişen abla, “Üzüm bağında üç gün çalışacağız” diyerek Muzaffer’i yanına almaya ev halkını ikna eder. Heyecanla yola çıkan küçük kız, acının, sevincin, yorgunluğun verdiği sarhoşlukla, ablasının kollarında derin bir uykuya dalar. Uyandığında saçlarındaki bitleri temizlemek ise tam bir haftalarını alır. Ablasının evinde de ekonomik zorluklar vardır. Buna rağmen ablasının sevgisine, sahiplenmesine sığınan Muzaffer, hayata daha umutlu ve ısrarlı tutunmaya başlar. Hatta kendisine alınan ilk elbisenin mutluluğunu bile yaşar. Ancak, yalnızca bir hafta sürer bu mutluluk. Üvey babasının, eve geri gelmesi için annesine yaptığı işkence ve baskının haberi ulaşır Muzaffer’e. İş, köyün ortasında yeni kıyafetlerinin sırtından çekilip alınmasına kadar varır.

Muzaffer, içini çekerek çayından bir yudum alıp, söze devam ediyor: “Bu olaylar evlilikle bitti. Bir gece ansızın beni götürdüler. Orada tanımadığım insanlar vardı. Hiç tanımadığım birine ‘Bu senin kocan’ dediler. 3 ay geçmeden, hamilesin, karnındaki senin beben dediler. Peki evlilik neydi? Gittiğim evin, annemin götürdüğü evden ne farkı vardı? Dünyada başka ne tat vardı? Ben hiç bilemedim Meltem Hocam.”

ÖNCE KIZINA SONRA HAYATA SIKI SIKI SARILMAK...

Muzaffer 14 yaşında anne olur. Erkek şiddetine yabancı olmasa da aldatılma acısıyla tanışmak ona çok zor gelir. Gururuyla verdiği ağır bir sınavın ortasındadır artık. Küçük kızını alır, tren istasyonunun yolunu tutar. Bebeğini hayvan otlattığı yere yatırır önce. Sonra geçer rayların üzerine. Boylu boyuna uzanır, kapatır gözerini. Başlar beklemeye. Acı bir siren sesi gelecek, tüm acılarını kesip gidecektir. Ancak çok daha cılız, masum bir ses duyulur. Muzaffer’in bebeğinin inlemesidir bu. Bir an kızını kendi yerinde düşünür Muzaffer. O da bir kadın olduğunda, ben gibi olursa? Ona kim sahip çıkacak? Bütün gücünü toplayıp kalkar, önce kızına, sonra hayata sıkı sıkı sarılır. Üç çocuğu daha olur. Onlara daha iyi bir hayat sunmanın azmiyle yaşar. Köyden ayrılıp büyük şehre gelir. Elektriği suyu olmayan emekçi semtlerden birinde mütevazı bir yuvası olur. Kendi emeğini ekonomik özgürlüğüne dönüştürmeyi başarır. Artık minnetsiz, başı dik, varlığını her ortamda haktan adaletten yana hissettiren direngen bir kadın olmuştur. İyi ki tanımışız canımız Muzaffer...

Fotoğraf: Paul-Gauguin|Wikimedia Commons

İlgili haberler
İçimizden Biri: Yeter

Çok küçük yaşta para karşılığı verdiler beni, erken başladım hayata, üzüldüm, evladımı kaybettim, aç...

İçimizden biri: Pınar

Çok yoksulluk çekiyorum, bazen ekmek param bile olmuyor, eski kocamdan da hâlâ korkuyorum, bizi taki...

Gülbeyaz

“Engin bir tarlanın yanı başındayız şimdi... İçimden haykırmak geliyor kendisine; Bak işte, hepimiz...