Kaynağı belirsiz milyonlarca dolar, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın oğlu, eniştesi, dünürü, kardeşi ve siyasi yandaşları eliyle, vergi vermemek için yurtdışına çıkarılmış! Gördük ki kazandığımız üç kuruş paranın büyük kısmından vergi kesenler, aldığımız her hizmete dolaylı ek vergi koyarak belimizi bükenler kendilerine yakın olanların, akrabaların, yandaşların gemilerini işte böyle yürütüyormuş...
17-25 Aralık 2013’te ayyuka çıkan yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının kilit isimlerinden Rıza Sarraf ABD’de yargılanıyor. Dönemin başbakanının “Ülkeye katkısı olan, hayır işlerine girmiş bir zat” diyerek siper olduğu, sadece hayırsever değil, “vatansever” mertebesine de çıkarılan, İçişleri Bakanı “önüne yattığı” için dokunulamayan Sarraf, bakanlara 45-50 milyon avro, 7 milyon dolar ve 2.5 milyon Türk Lirası rüşvet dağıttığını itiraf etti!
Düşünün... 40 milyon avro... 133 bin 992 asgari ücret demek... Bir asgari ücretlinin 11 bin 166 yıl çalışması demek!
17-25 Aralık 2013’teki yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarını “FETÖ eliyle kendilerine kurulmuş bir kumpas” olarak nitelendirenler çarkları işte böyle döndürüyormuş.
“Biz iktidara gelirken 3Y’yi ortadan kaldıracağımızı söyledik: Yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar” diyen Erdoğan’ın Yeni Türkiyesi işte böyle böyle yükselmiş! Onlar oğullar, dünürler, kardeşler eliyle aynı geminin kaptanı olurlarken, böyle kurulan yoksulluk düzeninde nice canlar anca “zayiat” mertebesine yükselebilmiş!
Barınacak bir yeri olmadığı için derme çatma bir naylon barakada soğuktan ölen Ünzile Türkmen... Göç mağduru Suriyeli bir ailenin -20 derece soğuğa dayanamayan ve ölen 36 günlük bebekleri Ebru Said... Beslenemediği için ölen 2,5 aylık Kübra... Hastalığı nedeniyle defalarca yardım istenmesine rağmen ne bir ambulans ne de herhangi bir aracın hastaneye ulaştırmadığı ve en nihayetinde bir çuvala sığabilen cesedi babasının sırtında taşınan 1,5 yaşındaki Muharrem Taş... Kırık camları naylonla örtülü tek odalı kerpiç bir evde soğuktan ölen henüz nüfusa bile kaydedilmemiş 40 günlük Ayaz bebek... Kansere yakalanan ve ilaçlarının temini için yardım istediğinde, kameraların önünde bakanın eline 200 lira tutuşturup “düşürme” diye tembih ettiği Dilek Özçelik... 11 aylık bebeği aç olduğu için marketten mama çalan ve bebeğiyle birlikte tutuklanan S.A... Çocuklarının dershane masraflarını ödeyemediği için hapishaneye giren Emine S. ve bunalıma girip intihar eden 18 yaşındaki oğlu Soner Semih S... İşten atıldıktan sonra başvurduğu hiç bir yardım talebi karşılanmayınca belediyenin önünde kendini yakan Ulaş Akın... İntiharları ya da intihar girişimleri yetkili mercilerce “ilgi çekme çabası”na indirgenen atanamayan öğretmenler... Oğluna önlük alamadığı için intihar eden Cemal Can... Evleri olmadığı için cami bahçesinde sabahlayan anneannesi Canan A’nın kucağında donarak ölen 10 aylık Aybüke... Cebindeki son 6 lira ancak ıslak oduna yeten, onlarla soba yanmadığı için saç kurutma makinesini çocuklarının eline verip intihar eden Emine Akçay... Üçüncü çocuğuna hamileyken eşiyle birlikte ihraç edilen, lojmandan atılan, işsizliğe ve yalnızlığa terk edilen, biri 7 aylık üç çocuğunu geride bırakıp intihar eden hemşire Sevgi Balcı... Daha niceleri...
Düşünün...
Yuttukları, dağıttıkları, cebe indirdikleri her bir kuruşta bu kadınların, bu gençlerin, bu bebeklerin, bu babaların canının hakkı olduğunu düşünün...
Bugün biz eve bir kuruş fazla para girsin, boğazdan sıcak bir aş geçsin, çocuklar okuldan mahcup dönmesin, bayramda yüzler gülsün diye canımızı dişimize takıp çalışırken, nereden ne artırabileceğimizin, neyi neye yetirebileceğimizin hesabını yaparken, milyon dolarlık paraları gemiciklere yükleyip eşi dostu ihya ettiklerini düşünün...
Acı duyuyoruz. Ama daha çok da öfke! İşte bu öfke anı, hakikate de en yakın olduğumuz an... Ama biliyoruz ki hakikat bize kendisini öyle kolayca sunmaz... Öfkenin, hakikati ortaya çıkaracak bir müdahaleye ihtiyacı vardır.
İktidar, sıkıştığı köşede, üzerinde tepindiği halk desteğini kaybetmemek için, varlığını zorunlu hissettirecek hamlelerde bulunacak, bu kesin. Kurduğu düzen şaşmasın, kaçaklar yaşanmasın, çatlaklardan daha da fenası sızmasın diye elinden geleni ardına koymayacak.
Ne kadar yıldırıcı, bıktırıcı, korkutucu olsa da, burada mesele; böyle bir düzenin üzerine oturanların ne yapacağı değil artık.
Mesele, bizim ne yapacağımız... Mesele, öfkemizle ne yapacağımız...
***
Dergimizin bu sayısı, böylesine “büyük çalkantıların” içinde görünmezleşen ve önemsizleşen nice “kadınca” dertlerin büyük meselelerle aslında ne kadar da içsel bir bağı olduğunu gösteriyor.
Kadınların gözü gerçeklere kapalı olsun diye, öfkesi içinde boğulup kalsın diye elinden geleni ardına koymayanlara inat hikayeleri taşıyor size.
Bir laborant kadının tacize ve mobbinge, Switlana’nın küçük bir mahalle okulunda paralı eğitime nasıl kafa tuttuklarını, dünyanın ve ülkenin dört bir tarafında kadınların şiddete, kötü çalışma ve yaşam koşullarına karşı mücadelelerini, Emma F. Langdon’ın “Kadının doğal alanı evi olmalıdır, toplumsal yaşam değil” diye düşünürken nasıl militan bir sendikacıya dönüştüğünü okuyacaksınız.
İşte bu gündelik direnişlerde büyük meselelerin karmaşıklığının nasıl açıklığa kavuşturulacağının formülü var. Biz formülü biliyoruz. Dergimizin bu sayısında birbirinden farklı yerlerde birbirinden farklı konularda aynı cümleyi kuran kadınların söylediklerinden biliyoruz... Birliğimizden kuvvet doğar... Yoksulluk, yolsuzluk ve yalan düzeninde yaşamak zorunda kalmayacağımız bir kuvvet.
İlgili haberler
KHK ile ihraç edilen ve intihar eden Sevgi hemşire...
Üçüncü çocuğuna hamileyken eşiyle birlikte ihraç edildi mesleğinden. Yaşadıkları lojmandan atılmış,...
‘Sonbaharın inatçı güneşi güç taşısın hepimize’
“Peki, hem kendimize hem de yanı başımızda duran bir kız kardeşimize şu cümleyi kursak: Bizim güvend...
Ekmek ve Gül Kasım sayısı
Müftü nikahı, arabuluculuk derken şiddet sarmalına her gün daha fazla çekilmek isteniyoruz. ‘Sonbaha...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.