Kiralık dünya
Şimdiki sesli duam, üç kişilik kiralık evimizin içinde, anneliğim yetsin bir yuva sıcaklığına. Duvarlarına hiçbir kafanın çarpılmadığı bu olmak çığlığında… VARIM.

Camdaki buzdan çiçekleri tırnağımın ucuyla kazıdığım; evlerin pencerelerinin, fakir zengin ayırmadan donduğu soğuk kış gecelerinde, annemin, gecenin bir vakti yorganın açılan yerini sırtıma örtmesinden sevilip korunduğumu sezdiğim, ılıyan kalbim mi sırtım mı bilemeden rüyasız uykulara daldığım zamanlardı. Pencereler hep öyle donacak sanırdım. Şimdi, artık beni örten kimselerin olmadığı bir yaşta, buzsuz pencerelerden esen rüzgâra bakıp, kalkıp çocuklarımı örtüyorum kendi yerime. Anneler böyle ısınıyor, anlıyorum.

Yılların kabahat yüklenmeye alışmış kadın halimle benim çocuklarla sığındığım bu ev kiralık ama biliyoruz dünya bizim. Onları sıcak tutarsam kalpleri de üşümeyecek, en çok bu duayı ediyorum.

***

“Sen bunu hak ediyorsun!” diye bağırmıştı saçlarımı kavrayıp başımı defalarca duvara vururken sevdiğim adam. Onun omzu benim, benim göğsüm onun evi olacakken, çatısı ve duvarlarıyla üstümüzde yükselen bu ev ikimizin de evi olamamıştı işte. Kollarımda morlarla gittiğim doktor beni muayene ederken, bu eski bu yeni diye sınıflandırdı çürüklerimi, içimin ne kadar çürüdüğünü hiç bilemeden. Susarak çürümüştüm.

Sustuğum zamanlarda tencerelerle konuştum ben.

 “Daha geçen gün vidanı sağlamlamıştım senin, ne çabuk gevşedin gene!” diyorum tencere kapağına. Cevap vermiyor. Normal. Çünkü çok kullanarak bu vidanın gevşemesine neden olan benim. Benden başkası ellemez ki tencere kapaklarını bu evde. Bardakları da hep ben kırıyorum, hep ben yıkadığım için. Muhatabiyetin ne kadar azsa bir eşyayı, bir insanı kırma ihtimalin o kadar azalıyor. Doğru orantı. O yüzden susuyorum. Susmak… İçimin uğul uğul uğuldadığı anlarda susmak. Sesimi kapatan vanayı bir açsam sanki tüm ev harflerle dolu bir sele kapılıp gidecek! Gitmesin. Dursun. Evim. Benim.

Kapağı sağlamladığım gibi tencerede biraz tereyağı eritiyorum. Bir avuç şehriye, iki bardak pirinç. Kavrulmuş pirince eklediğim suyun buharına yaklaşıyorum. Genç kızlığımın tecrübesiz vakitlerinden orta yaşlarıma geldiğim bugüne kadar kaç bin yemek tenceresinin buharına eğildim acaba? Şifalı bir sessizlik. Sadece tencerenin küçük fokurtuları. Ahh, bir de hapsettiğim kelimelerin uğultusu. Başkasına dokunmayan kelimeler ruhumun en ücra yerine girip iltihaplanıyor. Susmak… Beni hasta ediyor!

Güm. Güm. Güm. “Sen bunu hak ediyorsun!” Acıdan daha acı olan bu cümle ruhuma saplanıyor.

Ben neden bunu hak edeyim? Bu baş, bu kalp, bu ruh? Vermekten başka bir şeyi öğrenmemiş, istemek hakkını hiç kullanamamış, Levinas’ı hiç okumadan “öteki” için yaşamış bu kırk yaşımla dünyamı yarılamışken? Ve ancak yarısında dünyaya ayılmışken…

***

Çamaşırlıkta asılı çamaşırlara bakıyorum, az önce onların farkında değildim. Evi terk edersem nereye taşınırdım onu düşünüyor ve sanki gerçekten yapmışım kadar yoğun bir stres hissediyordum. Terk etmek, her gerginlikte; elle tutulur, gözle görülür bir nedenin olmadan hem de çok yorucu bir eylem. Gözle görülebildiği zamanlarda dahi gidip geri dönmüşken, tükürdüğümü seve seve yalar mıyım? Aslında gözle görülmese bile yoğun şekilde hissedilen (u)mutsuzluk/ korku karışımı bir duygunun yaşamımın üstünde bir yağmur bulutu ağırlığında dolaşması; o basıncı her an gök gürültülü ve yıldırımlı bir sağanak şeklinde yaşayacağım gerginliği gerçek. Sonra işte çamaşırlığı görüyorum. Bu olur. Zihnimde geviş getirdiğim acı düşünceler içindeyken birden dünyaya düşerim.

Evi terk etmiş, çocuklara iki tane tek kişilik yatak, kendime açılabilir bir koltuk alarak eşya ihtiyacımı gidermiş, henüz tek maaşla beyaz eşya almaya cesaret edememiştim. Ve ilginç bir biçimde bu evi terk etme hayallerimden birinde bile bu evden bir şey götürmeye cesaret edemiyordum. Of. Çamaşırlık diyordum. Rengi siyah, ek yerleri sarı. Ucunda asılı mavi bir erkek gömleği benimle alay mı ediyor: Kimseyi terk etmedin, kuruyorum, hatta ütülenme ihtimalim var, tekrar yıkanma. Tekrar ve tekrar. Beni asarken, hak etmediğin hissettirildiği için, senin de kolayca hissetmeye doyamadığın değersizlik duygunla gidip pazardan, yırtılanın yerine alıp taktığın ucuz tülün arkasındaki bahçeye bakacaksın. Sevdiğin tülü almama nedenin zihnen bu evde bir türlü kalamıyor olman da olabilir mi?

Yok, bu gömlek de sahibi de bu kadar uzun cümleler kurmaz. Delirmiyorum. Bir değersizlik kuyusunda boğuluyorum, seve seve. Daha bir ay önce başka türlü bir yaşamın mümkün olduğuna inanan o umutlu kadın ben miydim, benim miydi Allah’ım o ışık alan kalp? Tanrım, bu nasıl retro? Anlattığım derslerde kendimi yetersiz hissettiğim, çocuklarıma çoook yaklaştığım ama pedagojik yaklaşmadığım, bir sürü insanı ihmal ettiğim, üstten temizleyip altını pis bıraktığım, eksiklerden birini alıp birini unuttuğum, bazen çiçeğe kesmiş bir ağacın yanından yavaşlamadan geçtiğim, hepsinden önemlisi yazdıklarımı iğrenç bulup buna rağmen yazdığım günler geçiriyorum. Yani Mrs. Dalloway’in son sayfasını okuyup kapattığımda, asla böyle ifade edemeyeceksem neden yazıyorum diye düşünmüşken, hakikaten neden yazıyordum?

Sonra bana vahiy gibi gelen bir konuşmayı dinledim. İlham vermek için yapılan konuşma, kendinden isteneni fazlasıyla yerine getirmiş oldu böylece. Bir kadın yazar, “yazmak benim ‘evim’” diyordu. İnsan sığınağından nasıl uzak kalır? Tamam, Virginia’nın sığınağı kesme taşlarla inşa edilmiş bir malikâne, benimki mukavva bir kutuysa ne olmuş? Sığınak, sığınaktır.

Daha bir yüz sayfa önce, Virginia, ambulans geçerken neden öyle garip hissettiğimizi öyle bir anlatabilmişti ki, kalakalmıştım. Bana ait olduğunu zannettiğim bir hissi on yıllar önce başka bir kadın nasıl bu kadar iyi anlatabilirdi? Kıskançlık ve yetersizlik duygularımın açtığı çukura düşmüş, kabullenişin kederiyle gömülüyor, hatta nihayet kendime bir şey kanıtlamak zorunda olmamanın boşluğu içinde salınıp, bundan neredeyse mazoşistçe zevk bile alıyorken uzandı o el. Üstümü başımı silkeledim. Eğer bir yere girip saklanacaksam, mukavvadan kutu bile olsa, ruhumdaki tüm yükü boşaltabileceğim uzun satırlardan inşa ettiğim bir eve saklanmalıydım. Sığınağım, evim, saklambaç oyunum. Saklanırken görünür olduğum, sobe’lenmek için saklandığım...

***

“İki bin lira, çokmuş kira için. Otuz yıllık eski bina” diyor arkadaşım eskiyen perdelerini yeni evime bırakırken. Eski evimi terk ettim.

“Şu bahçeye açılan balkon için bile veririm ben o parayı” diyorum iyimserlikle.

Çocukluğumda babamın bizi taşıdığı kiralık evleri hatırlıyorum, kaç kiralık yaşamak sayamıyorum. Evlerden birinde benim kaldığım odanın tavanında koca bir delik vardı ve yağmur yağdığında deliğin altına koyduğum leğen doldukça boşaltmak gerekiyordu. Camda rüzgâr estikçe içeri şişen kirli bir muşamba cam yerine.

Dışarda olmadığınıza şükredin diyor annem, bilmiyor ki varlığı yanımda olduğu sürece bir yuva sıcaklığı hep var. Şimdiki sesli duam, üç kişilik kiralık evimizin içinde, anneliğim yetsin bir yuva sıcaklığına. Duvarlarına hiçbir kafanın çarpılmadığı bu olmak çığlığında… VARIM. Kiralık bu huzurda, vaktim dolana kadar dünyada.

*[email protected]

Fotoğraf: Freepik