GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Haydarpaşa
‘İnsanın kendisi ile yüzleşmesi bu kadar kolay mı? Yüzleşmek için insanın karşısında onu zorlayan bir şey olmalı.’

Neden gitmek zorundalar? Sürekli kendime bunu soruyorum. Tüm geçmiş, ellerine tutuşturulmuş biletlere yüklenmiş. Alınyazısına karşı gelmek olmaz. Ama neden? Hâlâ hiçbiri bilmiyor. Çeşitli ruh durumlarından inip, BEN olmak niyetleri. Haydarpaşa’nın merdivenlerini çıkarken neler düşünecekler? İçine girecekleri haller şimdiki zamandan geniş zamana yolculuk olacak. Kendilerine mi açılacak kapılar yoksa kendilerinden mi? Hava sisli, içinde belli belirsiz kanat çırpışları. Derken kargalar saldırıyor tarihe. Rayların gıcırtısına yük katarından çıkan duman karışıyor. Hep birlikte hareket ediyorlar.

Taksiden inen genç kız, telaşla para üstünü alıyor, elindeki büyük siyah valize tıkıştırıyor. Çevresinde olanı biteni görmüyor. Prof. Nevin, “Bu son işim” demişti. Sonra sana ihtiyacım olmayacak, yanılgı peşi sıra geliyor. Beyaz Renault marka bir arabada Rengin, gri tayyörü ile bekliyor. Biraz bekleyelim. Gelirler. Hepsi gelmeden inmek istemiyorum arabadan. Bir yandan da cüzdanını çıkartıp, daha yeni kasadan çıkarttığı iki yüz lirayı abisine uzatıyor… Bu sana yeter ben dönene kadar. Burun kıvırıp alıyor abisi. Sana yeter tabii ama bana? İskeleye yaklaşan vapurun burun tarafında saçı başı birbirine karışmış, elindeki simit kırıntılarını balıklara fırlatıyor Ayşe, insanlar orasına burasına çarparak geçiyor, bir an önce karaya ayak basmak istiyorlar. Martının teki, vapurun yan tarafından bir ok gibi fırlayıp elindeki irice parçayı alıyor aniden. Şaşkınlıkla kendine geliyor Ayşe. Biri, baba diye bağırıyor; ‘Elimden tut, düşüyorum.’ Arkasına bakınıyor, herkes inmiş vapurdan, yolcular binmeye başlamış tekrar. Akıntıya karşı ilerlemeye çalışıyor. İskeleye ayak bastığında eliyle ceketinin cebini yokluyor: Hâlâ orda, bir şey olmamış.

Aynı vapura o da binmişti. Evin kapısını hırsla çekip çıkmış, Yıldız yokuşunu kendi kendine konuşarak inmişti. Siyah eteğinin altına giydiği ince çorap sağ dizinin altından kaçmıştı. O arbede sırasında olmuştu, fark etmedi. Gitmesine izin vermemişti. Eliyle kapıyı tutmuş ama yine de engel olamamıştı. Gideni özgür kılan neydi, geride bıraktıkları mı? Üst katta çay içebileceği bir köşeye elindeki gazete ile ilişmiş, düşüncelere dalmıştı.

İskelenin önündeki banklardan birinde oturan kadın, siyahlar içinde. Bu da nerden çıktı şimdi, cenazemiz varken bu yolculuğa çıkmam imkansız, dedi yanında oturan erkek tavırlı arkadaşına. Elimizden düşecek sahip olduklarımız. Onlara zaten sahip miydik ki? Belleklerimizdeki odalara saklanmak bir çıkış yolu gibi gözüküyordu. Hiç kimse aynadan kendine atlamıyor. Ayna mı dedin dedi diğer kadın. Kısa saçlarında gezdirdi narin ellerini. Ellerim yerine suratım bir şeye benzeseydi… İnsanın beynidir önemli olan, suret nedir ki? Deli saçması söylemler… dünyadan bi haber… ikisi de hüznü beraberlerinde götürecekler… koyu kırmızı bir boyanın içine damlamış iki hayat. İyice batmadan yeniden yüzeye çıkmak doğru değil. Boğulmak ve boğulmak ve boğulmak olmasa…

Aslı, uçağın inişe geçtiği anonsu yapılırken, elindeki yeşil hareli kahverengi taşı parçalayacak gibi sıkıyordu. Hayır bu da değil… belki sana, belki seni. Hayır bu da değil diye sayıklıyor. Kime niye nerde asılı kaldı aklı. Belki de birine, bir yere… Ait olduğu biri var mı ki? Bir yer? En büyük sıkıntılarını kendinden alıp götürecek, paylaşacak, çoğaltacak… Yolculuktan yolculuğa ömür… Alanda onu bekleyen arkadaşı orda öylece bedeninin içinde olduğuna bile emin değil. Özü çıkartılmış ve bir şişede denize fırlatılmış gibi. Kendine dönüş yapabilecek mi? Hep bu ayrılık ve aykırılık. Aynı ruhun binlerce bedeni doldurması, nefessiz kalana kadar içine üflenen bir balon…

Haydarpaşa’ya çok yakın bir yerde, ‘Senden sonra ne tam mavi ne tam sarı olmadım’ hâlâ kulaklarında bir başka kadının. Eski bir sevdanın şarkı sözleri, bitmiş ama tamamlanmamış. Elleri epey eskimiş siyah mantosunun cebinde, otobüsten inip uzaktan kulesini gördüğü gara doğru ilerliyor. Yıllarca buradan Ankara’ya gitmişti. Belki hafızası yanılıyordu. Hep ordaydı, yaptığı yolculuklar sadece zihnindeydi belki de. Hiçbir zaman nedenini bilemedi. Olması gerekeni yaşarken, herkes bunu yaparken taa baştaki insanlara ne oluyordu. Niye hiçbir şey olduğu gibi kalamıyordu da kalp hiç değişmeden aynı yaşta aynı yasla yoluna devam ediyordu.

Sorular sorular cevapları bir yerlerde, verilmiş, verilmemiş sözler, içimizdekiler, dışımızdakiler, ellerindekini bilet değil kilit yapıyordu hepsine. Açılabilecek miydi, aydınlığa ve belki de başka kapılara. Gitmek istiyorlar mıydı? İnsanın kendisi ile yüzleşmesi bu kadar kolay mı? Yüzleşmek için insanın karşısında onu zorlayan bir şey olmalı.

Hadi sür, dedi abisine Rengin. Beni, kiraladığım eve götür. Elindeki bileti yırtıp, arabanın camından dışarı attı. Çantasını eliyle yokladı, arkasına yaslandı.

Olmanın yapmaktan daha anlamlı olduğunu bilseler de, biri olmadan diğerinin değeri neydi ki? Bir çemberin içinde aynı noktalar arasında gidiş geliş süresinde her şey birbirine karışır. Geçmiş bugün olur, gelecek belirsiz değildir artık. Düşünebildiklerimizdir. Yapabildiklerimiz. Unutabildiklerimiz, hatırlayabildiklerimiz. Çocuklukta görülen düş gibidir hayat. Yazmak hepsini kolaylaştırır. Ortaya çıkarır ve çözümler. Toplanıp gitmeye gerek yok o zaman, kalıp çözmek varken. Herkes kendi ışığını yakar, kendi sayfasını koyar önüne ve kendine gider.

Ayşe, biraz önce yaka paça indiği vapura seyirtti tekrar. Lodos’tan, vapur iskeleye vurup geri kaçıyor, sonra tekrar tekrar daha hırsını alamamış gibi çarpıyordu. Bir ayağı iskelede bir ayağı vapurda arkasına baktı. Hayır gelen yok, çok istesen de artık gelen kimse yok.

Aslı, alanda bekleyen arkadaşını görünce olanca gücüyle sarıldı ona. Elindeki taş yere düştü, yuvarlandı, yuvarlandı ve küçük bir kız çocuğunun ayaklarının dibinde durdu. Eğilip aldı yerden taşı çocuk, cebine attı sonra gülerek. Aslı’nın sarılmasıyla ikiye ayrıldı kadın. Kendine uzaktan baktı. Burun kıvırdı, beğenmedi gördüğünü. Saniyeler içinde yine kendi oldu. Bu parçalanış ve bütünleşme hep devinim halinde. Kargaşa bitecek mi? Ya da bu bir kargaşa mı? Aslı o kadar sıkıyordu ki kucakladığı bedeni farkında değildi. Bu sefer son, bu sefer bitti diye mırıldandı kendi kendine… Gitmiyoruz…

Hava iyice karardı. Yollarda yürüyen tek tük insanlar dışında kimse yok. Böyle olmasını isterdi. Bu gardan bir daha Ankara’ya gidiş olanaksız. O zaman yapılmalıydı, şimdi herkesin hayatı kendine. Bundan sonrası herkese rağmen ertelememek, yaşamak. Nasıl olurdu acaba, keşke dememek. Bunları bir tarafa yazmalıydı. Yazabilmek, bir düş değil. Geldiği yolu gerisin geri giderken, aradığı şeyi sadece bu şekilde bulabileceğini biliyordu.

Yas içindeki kadın ile arkadaşı ayrıldılar. Başka yönlere doğru ilerliyorlar. Küpelerini çıkartıp cebine koyuyor ince elleri ile. Boşuna bu çabalar, başını çevirip siyah mantosu içinde sokağın ortasında donmuş gibi duran kadına bakıyor. Hiçbir şey düşünmeden dönüp gidiyor.

Bavulu ile merdivenlerin dibinde bekleyen genç kız saatine bakıyor. Son vapur da uzaklaşıyor iskeleden ama etrafta arkadaşlarından bir iz yok. Sadece ben mi geldim buraya kadar? Beni ektiler. Yoksa ben mi geç kaldım diye söyleniyor kendi kendine. Uzaklaşan vapurda saçları uçuşan kadını fark ediyor, bir bacağında kocaman bir delik var. Yalnız olmadığının ayırdına varıyor. Niye geri dönüyor? Geri dönüş en çok istediği şey halbuki. Geri dönüp, o eve gitmek, anahtarı alıp içeri girmek…

Tarlaya üşüşen kargalar gibi gelmişlerdi oysa buraya. Şimdi bir korkuluğun önü sıra kaçışıyorlardı sığınaklarına. Yazı belki de her şeyin çaresi, kendini kaybetmenin ve bulmanın yöntemi. Hepsinin kaderi ve hepsini ayıran birbirinden. Açılacak kapılar var, girilecek odalar… Kilitli sandıklar, içinde hapsolunan tavan araları… Anahtarlar var...

ÖZGE KILIÇOĞLU ÖZ YAŞAM ÖYKÜSÜ
1969 yılında Tirebolu’da doğdu. İstanbul Kız Lisesi/Erenköy Kız Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdi. Halen uluslararası ticaret ve uluslararası ticaretin finansmanı konularında serbest danışmanlık yapmaktadır.
İlk öykü kitabı Babam İntihar Etmemişti, 2016 yılında Notabene Yayınevi tarafından yayımlandı.
Öykü ve yazıları Notos Öykü, Sarnıç Öykü, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Galapera Öykü, Gergedan Kitapevi fanzinlerinde, Yeşil Gazete ve Kitaplık dergilerinde yayımlandı.
Bir öyküsü 2011 İstanbul Mimarlar Odası Öykü Ödülü yarışmasında birincilik kazandı ve diğer dereceye giren öykülerle birlikte kitaplaştırıldı. Bir başka öyküsü Aylak Adam Yayınevinden çıkan Öyküden Çıktım Yola adlı öykü seçkisinde yer aldı.
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Ostrovski

Şehri binlerce gözde terk ettim. Büyük kemerin altından geçerken hepiniz ordaydınız. Kapılar ardımda...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Hacıkıran

İnsan, bir bütün olarak insan. Niçin böyle yaşıyoruz? Ve hatta niçin ölüyü kadınlar bekler bu memlek...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Nereye?

Basit biri olmak istiyorum, herhangi biri gibi… Fakat beynimdeki ses beni rahat bırakmıyor…