GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Hacıkıran
İnsan, bir bütün olarak insan. Niçin böyle yaşıyoruz? Ve hatta niçin ölüyü kadınlar bekler bu memlekette? Nefes gider gitmez niye herkes hayatına devam eder? Nasıl edebilir?

Elini tutmak istedim ama kefenin altında kalmış, sadece başı açık.

Tabutun etrafına dizilmiş sandalyelerde oturan sekiz kadın ileri geri sallanıp dua okuyor. Gözleri kapatılmış, çenesine beyaz bir mendil bağlanmış, suratındaki kan çekilmiş. Sarı hatta beyaza yakın bir rengi var derisinin. Elimi uzatıp yanağına dokundum. Sert, soğuk.

Kadınlardan biri ağıt yakıyor.

Bizi bırakıp da nerelere gidersin

Oralarda tek başına ne edersin 

Bahtsızım, kan ayaklım, yetimim

Dayanamıyorum. Bütün bunlar, bu oda, sıvaları dökülen duvarlar, Aralık ayının kar kokusu, içimize işleyen soğuk. Kadınları bu köhne odada bırakıp, maç seyretmeye hâlâ oğlunun evine gitmiş evin erkekleri.

Midem ekşimeye başladı. Unutulmak buydu işte. Mekândan ve zamandan bağımsız bir yok oluş. “Hayır,” demişti babannem, “yok olmak diye bir şey yok. Bu aslında kurtuluş. Bu dünyaya kıymet vermek esas ceza. Doğum aslında ölüm, hayat öbür tarafta.”

Hangisine inanacağım. Kendi yaşadıklarıma mı yoksa hiç bilmediğim bir şeye mi? “Bu evden nasıl çıktın sen,” derdi bir de. “İlk duayı sen ezberlemiştin hâlbuki küçükken. Sonra da kalktın başıma böyle oldun. Her şeyi sorguluyorsun. Kabul edeceksin. Öyle yazılmış. Allah’a karşı gelinmez, günah.”

Fındık kabuğu ve küf kokan dar merdivenlerden koşarak indim. Demir kapı ardına kadar açıktı, öyle olması gerekiyordu, iki gün boyunca eve isteyen gelecekti. İsteyen istediği gibi. Açlar doyurulacak, ağlamak isteyenler ağlayacaktı. Kar lapa lapa yağıyordu, hiç olmadığı kadar soğuktu. Etraf öyle ışıldıyordu ki sokak lambalarına gerek yoktu. Kardaki ayak izlerine bakıyordum dikkatlice. Biz de hayatta iz bırakıyor muyuz?

Sigaradan derin bir nefes çektim. İndiğim merdivenleri ikişer ikişer atlayarak, kadınların olduğu odayı geçip bir üst kata çıktım. Hâlâ aynı yeşil duvarlar. Aşağıdan açtığım ışığı yukarıdan kapattım. Sedirde oturanların hepsi dönüp bana baktı. Halının üzerinde çocuklar oynuyordu. Aynı anda bin türlü duygu içimden geçip gitti.

“Bir bardak su getir evladım,” dedi içerden biri. Sürahiyi alıp oturma odasına götürdüm. Yüzler bana dönmüş, bütün gözler beni inceliyor.

“Bu kimin kızıydı?”

“Zehra işte, Aysel teyze, tanımadın mı?”

“Başın sağ olsun evladım, su gibi ömrün olsun.”

Su gibi ömrüm olsun, bir yandan da ölüm. Kurumuş dere yatağında cılız köklerine tutunmaya çalışan otlar gibiyim hâlbuki. Yalnızlık içimde çoğalıyor, büyüyor, büyüyor, sesler bütün bedenimi kaplıyor. Artık düşünecek bir şey kalmıyor. Teslim oluyorum.

Bir zamanlar yan yana yataklarda yattığımız odaya geçiyorum. Kendimi karanlığın içine külçe gibi bırakıyorum.

“Zehra kızım kalk artık,” diyen bir ses.

Sesler bazen görüntülerden daha etkili. Kaydetmişim bol bol ama sesi yok, konuşmuyor. Hiç kimsenin aklına onu konuşturmak gelmemiş, sadece suretini görmek yetmiş. Telefonunu karıştırırken tesadüfen bulduğumuz ses kayıtlarını defalarca dinledim. İnsan, bir bütün olarak insan. Niçin böyle yaşıyoruz? Ve hatta niçin ölüyü kadınlar bekler bu memlekette? Nefes gider gitmez niye herkes hayatına devam eder? Nasıl edebilir?

Bunları düşünmenin bana faydası yok. Üstümdeki iki günlük giysilerle tekrar aşağıya iniyorum. Kimileri gitmiş, yerlerine başkaları gelmiş. Aynı sandalyede başka insanlar oturuyor. Birinin sıcaklığı gitmeden diğerininki… Tabutun yanına geçip, unutmadığım duaları okuyorum. Birisi eliyle beni geriye çekiyor. Ayakucunda durmak gerekiyormuş. Sessizlik ürkütücü. Köşede biri gözüme ilişiyor. Tanıdık geliyor yüzü, çıkartamıyorum. Gözlerini yerden kaldırıp, bana bakıyor dimdik. İçerdeki tek erkek o. Hayır, tanımıyorum. Çok zayıf, bıyıkları daha yeni çıkıyor. Üzerinde siyah dar bir takım elbise var. Ayaklarını göremiyorum. Uzun boylu. Bakışıyoruz. Yanına gidiyorum. Elini tutuyorum. Diğer eliyle saçlarımı okşuyor.

“Burdayım. Gitmedim Zehra.”

Tabutun yanına koşuyorum. Hâlâ orda. Kafamı kaldırıyorum, gitmiş. Duvarda gölgesi bile kalmamış. Pencereden geceye bakıyorum. Merdivenin başındaki sokak lambası bütün cesareti ile yanıyor, altında cadde boyunca serili kar. Biri uzaklaşıyor, ayak izleri açıldıkça örtülüyor, gizleniyor. Ona dair hiçbir şey kalmıyor geride. Sadece seyredenin gözünde bir imge, o kadar. Suni bir aydınlıkta kar taneleri savruluyor. Belli bir ritimleri yok, ya da bana öyle geliyor. Tastamam hayatın kendisi gibi. Serseri mayınlara denk geliyor ayaklardan biri, sonra buummm. Dağılıp gidiyor. Gerisi karanlık. Yan yana birbirini sırtlamış evler, içlerindeki insanların ağırlığında eziliyor. Floresan lambaları kullanıyorlar. Sık sık elektrikler kesiliyor. Mum ışığı tek sığınak. Ya da ay ışığı, varsa bazı gecelerde, bazı durumlarda. Dışarısı çok soğuk, camlar insan nefesinden buğulanmış. Bir kalp çiziyorum. Ortasından bir çizgi. Sağ tarafa Z sol tarafa B yazıyorum. Z’den B’ye ya da B’den Z’ye. Ne önemi var şimdi, şurda tam önümde bunca kadının arasında sen ve ben, birimiz hayatta diğerimiz ölü. Ya da tam tersi. Hangimizi nereye koyacağız?

“Zehra kızım seni istiyorlar yukardan.”

Adımlarım beni aşağıya götürüyor. Bir daha yukarı çıkamayacağım. Takatim yok. Bu oyuna dahil olmayacağım. Aslında tanıdığım ama yine de tanımadığım bu tuzaklara düşmeyeceğim. Dışarıdaki düşmanları içerdekilere tercih ediyorum. Zorunlulukları yerine getiren içerdekiler benim kadar bile güçlü değil. Onların bakış açısından bakarsam ben bir zavallıyım. İki kişilik bir tabut olmalıydı bu.

Pencereden sarkıyorlar. Zehra nerde? Zehra nerde? diye birbirlerine soruyorlar. Komşu pencereleri yokluyorlar. Postaneye birilerini ödemeli aratıyorlar. Maç sonuçları canlarını sıkıyor. Yarın ne yapalım diyerek dağılıyorlar. Kahvehaneleri dolaşıyorlar. Öğretmenevi buraya mı yapılmalıydı diye akıl yürütüyorlar. Yazın ölmeli, bu karda kıyamette ölüm bile zor, diyorlar.

İki gün bekler beden evinde. Bizde adet böyle. Ruhun hemen gitmediği, hâlâ orda olduğu ve son bir kez tahlillerde bulunduğu rivayet edilir. Yoksa ben mi uydurdum bütün bunları? Son tahlil ne diyor, kime diyor? Orda yatan hâlâ yaşayan bir insan. Her şeyi duyuyor, biliyor. Gerçekler dünyasında yaşıyor o, biz kopyalarıyız onun. Üstümüzde yanlış bilgiler var. Tüm hayatımız bu ilk başta girilen yanlış bilgiler nedeniyle yalan. Merdiven boşluğuna kulak veriyorum. Su sesi geliyor. Bir yerlerde deniz kabuğunun dalgalarını duyuyorum. Ellerimi yıpranmış duvarlarda gezdiriyorum.

Buradaydın demek ki?

Başımı kaldırıp, görebilmek için gözlerimi iyice kısıyorum.

Bakma boşuna, göremezsin.

Yürüyüp gidiyorum. Karda ilk adımlarım görünüyor. Sonrakiler ve sonrakiler. Peşimden geliyor. Adımlarımı siliyor. Caminin mahyaları yanıyor. Bir şey mi kutluyoruz? Belediye binasında düğün var. Mahşer kalabalığı. Hoparlör ölüm haberi bildiriyor.

“Çarşı mahallesi eşrafından Ömer oğlu B yarın öğle namazını müteakip Hacıkıran mezarlığında defnedilecektir. Yakınlarına...”

Adımlarımı sıklaştırıyorum. Arkamda sanki hiç yürünmemiş gibi uzanan bir yol var. Bir yerlerden geliyor ve bir yerlere gidiyor. Tek yolcusu benim. Ben olduğumu sanarak ilerliyorum. Çeşmeyi geçiyorum. Şehrin kenar mahallelerini süzüyorum. Yanımdan hayaletler geçiyor. Buraları ıssız, kimsesiz. Evlerde ışık yok, perdeler sımsıkı çekilmiş.

Devam ediyorum. İlerde yol kıvrılarak aşağıya doğru uzanıyor. Duruyorum. Merdivenleri çıkıp, üst üste dizili, yabani otların kapladığı hiç tanımadığım mezarların üstünden atlıyorum birer ikişer. Çukurun başında etrafıma bakıyorum. Tahta parçalarını elime alıp, içine giriyorum. Boylu boyunca uzanıp, çapraz bir şekilde duvara dayıyorum onları. Kar... Sessiz ve içten… Üstümdeki gökyüzü yavaş yavaş beyaza bürünüyor. Ben var mıydım? Yok muydum? Ben sen miydim? Değil miydim?

Kimse belki de? Hiç kimse…

Öykünün yazarı Özge Kılıçoğlu kimdir?
1969 yılında Tirebolu’da doğdu. İstanbul Kız Lisesi/Erenköy Kız Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdi. Halen uluslararası ticaret ve uluslararası ticaretin finansmanı konularında serbest danışmanlık yapıyor.
İlk öykü kitabı Babam İntihar Etmemişti, 2016 yılında Notabene Yayınevi tarafından yayımlandı.
Öyküleri Notos Öykü, Sarnıç Öykü, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü ve Kitaplık dergilerinde yayımlandı. Bir öyküsü 2011 İstanbul Mimarlar Odası öykü ödül yarışmasında birincilik kazandı ve diğer dereceye giren öykülerle birlikte kitaplaştırıldı. Bir başka öyküsü Aylak Adam Yayınevi’nden çıkan Öyküden Çıktım Yola adlı öykü seçkisinde yer aldı.
Galapera Öykü, Gergedan Kitapevi fanzinlerinde ve Yeşil Gazete’de yazı ve öyküleri çıktı.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Ostrovski

Şehri binlerce gözde terk ettim. Büyük kemerin altından geçerken hepiniz ordaydınız. Kapılar ardımda...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Başkan hıçkırıyor!

“Kızın gözleri belleğinden silinmişti. Bir bakışı kalmıştı geriye. Onu bir kez daha görse tanımazdı....

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Gönlümün çekirdeğinde sızı var

Annem içeri götürdü bizi. Bana baktı sonra: ‘Göremedim, bilemedim, öyle değildir, yapmaz dedim. Sonr...