Bence her evin bir kokusu vardır. Mesela çocukluğumda annemin evi ekmek kızartması kokardı. Sobalı evde büyüdüm zira. Her sabah ev havalandırılırken annem sobanın içine sırasıyla önce gazete kağıtlarını, çıraları ve son olarak da odunları koyardı. Alttan ateşi yakınca, camlar kapanır ve evin ısınması beklenirdi. Tabii üzerine konan ekmeklerle beraber. Şimdi böyle anlatınca kolaymış gibi geldi gözüme ama en az bir saat sürüyordu bu sabah rutini. Ne zormuş... Şimdiki evi ise vanilya ve güneş kremi kokuyor. Sürekli pişen tatlıların ve deniz kenarına taşınmanın getirdiği koku olsa gerek. Benim evimse ıhlamurla karışık oyun hamuru kokar. Her sabah ufaklık için demlediğim ıhlamur ve sürekli her yere yapışan, her yerde oynanan oyun hamuru. Peki önceden nasıldı? Yani ufaklıktan önce... Okurken ya da çalışırken evim nasıl kokuyordu? Hatırlamıyorum...
Melisa Kesmez’in Nohut Oda kitabını okurken düşündüm bunları. Kitabı okumaya başladığımda elime çayımı aldım ve hikayelerdeki evlerin içinde buldum kendimi. Kimi zaman bir cam kenarındaki koltuğun üzerinde, kimi zaman salon-salle a manger bir evdeki antika masanın köşesinde, bazen bir çadırın kenarındaki tahta bir sandalyede, bazen de bahçedeki bir sundurmanın ucundaydım, elimdeki çayla beraber. Bazen iki sevgilinin kavga edişlerine tanık oldum, bazen iki kız kardeşin yaşadıklarına, bazen de bir babanın eşine duyduğu özleme...
EV BAĞIRIRKEN SOKAĞA KAÇMAK…
Kitabı bitirdiğimde televizyonun karşısındaki çekyatın köşesinde düşünmeye başladım evleri. “Bu evin derdi de hiç bitmiyor” en çok söylediğimiz cümle herhalde. Çünkü gerçekten bitmiyor evlerimizin dertleri. Temizliği, düzeni, yemeği, çamaşırı, bulaşığı ve kıt kanaat kazanılan parayla evin geçindirilmesi. Bir de çocuk varsa... Her şey ikiye değil beşe katlanıyor evin içinde. Ve tüm bunların yapılması kadının üzerinde... Aslında bir yerden sonra rutine biniyor belki de. Tıpkı annemin ekimden nisana kadar her sabah sobayı yakması gibi. Her evde bir temizlik günü var mesela. (Kadınların organize ettiği) Ya da her sabah çocuğa kahvaltı hazırlıyor kadınlar. Evi topluyor, çamaşırları makineye atıyor, çocuğa kahvaltı yaptırdıktan sonra çamaşırları asıyor. Bulaşıkları yıkıyor... Bu rutin sonsuza kadar devam edecekmiş gibi geliyor her seferinde. Evde kaldıkça daha çok göze batıyor her şey. “O oyuncak neden orda?”… “Bunun yeri burası değil”… “Bu tabaklar neden burada kaldı?”… “Bu gardrop yine nasıl dağıldı?”… Ev, içine çekiyor git gide, canlıymış da bir ısırıkta yutuverecekmiş gibi insanı... En çok ev beni içine çekip “temizle beni, temizle beni, temizle beni” diye bağırırken sokağa atıyorum kendimi. “Oğlum haydi parka gidelim” diyip, arkadaşlarımla sohbet ederken biraz daha unutuyorum “işlerimi.”
O KIRILMA ANINI HATIRLAYAN VAR MI?
Ben çocuktan önce evimin nasıl koktuğunu hatırlayamıyorum. Bunu “Aman da annelik çok kutsal, ondan öncesi sanki yok...” gibi bir romantizmle söylemiyorum. O kadar çok unutmuşum ki ondan öncesini, ne yaptıysam hatırlayamıyorum. Sadece koku meselesi de değil. “Ev”e o kadar çok kafayı takıyor muydum mesela, çamaşırlar yine bu kadar sorun muydu ya da bulaşıkları kim yıkıyordu? Oğlumdan sonra bir ara “Bu benim hayatım” dediğimi hatırlıyorum ama sonra ne oldu, nasıl oldu da ben bu kadar içinde oldum “evimin”, bilmiyorum. Peki hangimiz hatırlıyor o kırılma anını?
Belki de o kırılma anına gelmeden bir şeyler yapmak gerekiyor. Evde kalarak olmuyor çünkü. Yadsınamaz bir gerçek olarak evin konforu da hayatımızın orta yerinde duruyor. Çünkü kendi işinin sahibi olmak gibi evde olmak. İstediğin zaman yapıyorsun her şeyi. (Öyle mi gerçekten?) Ama yine de yapmak zorunda kalıyorsun. Ev kendi kendini temizlemiyor zira (Temizleyen robotlar var ancak en ucuzu dört bin liradan başlıyor, araştırdım, biliyorum) Çocuğun mutlaka temiz çamaşırı olması gerekiyor, bulaşıkların mutfakta kalmaması gerekiyor. Yani getirdiği hiçbir şey yokken, götürdüğü yıllar oluyor. Bu yüzden bir şeyler yapmak gerekiyor. Bu yüzden adım atmak, evden çıkmak, bir arada olmak gerekiyor. Hani derler ya “Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar” diye. Onun gibi. Hayata katılmak, hayatın içinde olmak gerekiyor en çok. Belki yine hatırlayamayacağız evimizin eski kokusunu ama artık yeni kokuların da hayatımızda olması gerekiyor. Sahi sizin eviniz nasıl kokuyor?
İlgili haberler
GÜNÜN KİTABI: Kelimelerin Kıyısında: Türkiye’de Ka...
Kelimelerin Kıyısında: Türkiye’de Kadın Çevirmenler, dünyanın edebi ve kültürel birikimini bu toprak...
GÜNÜN KİTABI: Fransız Devriminde Kadınlar
Adını tarihe yazdırmış Fransız Devrimi’nin kadınları ile tanıştınız mı? Bu kitap Fransız devriminde...
GÜNÜN KİTABI: Duygularıyla Arkadaş Olan Çocuk
Çocukların hissedip tanımlayamadığı, başa çıkamadığı duyguları ve yansımalarını fark etme, tanımlama...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.