Nerede bu cehennem?
Kimse bir diğerinin hikâyesini dinlemek dahi istemiyor ama anlatmak da istiyor, durmadan konuşmak ve rahatlamak... Sanki anlatınca bitecek, kendine sığınacak bir yuva bulacak gibi... Bitmiyor...

Zaman geçer, kişiler yerini bir diğerine devreder, rütbeler elden ele dolaşır, teknoloji alır başını gider; faşizm olduğu yerde bekler, şiddetinden, caniliğinden ödün vermez...
Alman sinemasının dikkatleri üzerinde toplayan yönetmeni Chrsitian Petzold, 2018 yapımı Transit filminde bu gerçekleri yeniden hatırlatıyor izleyenlerine. Film, adını Anna Seghers’in ünlü romanından alıyor: Transit. Roman 1940’lı yıllarda Seghers’in kendi şahitliklerinin kayda geçmiş ürünü. Nazi ordularından kaçan ve sığınabilecekleri ülke arayan insanların romanı. Ama film aslında romanın tam da uyarlaması denemez. Petzold, bir uyarlamadan ziyade esin aldığı hikâyeyi, yer yer bizi geçmişle buluşturup, yer yer günümüze yaklaştıran bir üslupla anlatmayı tercih etmiş. Bu yüzden evrensel. Bu yüzden yerine her ırktan insanı koyabilir, her insanın acısını içine katabilir.

Film Paris’te, siren sesleri arasında bir cafede oturan Alman Georg ile başlar. Gazeteci arkadaşı Georg’a, yazar Weidel’e ulaştırması için iki mektup verir. Nazi birliklerinin şehre yaklaşmasıyla Paris’i terk etmek isteyen kahramanımız mektupları ulaştırmayı kabul eder ve Marsilya’ya doğru bir yolculuğa çıkar. Kahramanımızın –anti kahraman da denilebilir– cebinde mektuplar Weidel’in kaldığı otele vardığında onu bekleyen şey; boş bir oda, kanlı bir küvvet, bitmiş bir roman ve Meksika’ya transit geçiş izninin olduğu belgelerdir.

Georg, biraz para kazanırım umuduyla bulduğu belgeleri yetkililere ulaştıracakken kendini bir anda yazarın yerinde bulur. Bu onun için belki de bir kurtuluştur. Bu kurtuluşa ulaşması için yapması gereken tek şey ise üç hafta beklemektir.

Marie adında gizemli bir karaktere âşık olmak, Georg için her şeyi altüst eder mi, etmez mi onu filmi izleyeceklere bırakalım ve biraz da bizi ilgilendiren noktaları konuşalım:


NAİF AMA SERT BİR TOKAT
“Önce kim unutur: Giden mi, terk eden mi?” veyahut “Hangisi zor: Kalmak mı, gitmek mi?”... Filmi izlediğim anlarda bu sorular beynimi kurcalarken ilk aklıma gelen Macar gazetecinin çelme taktığı Suriyeli bir baba ve oğlu oldu. Bir de bağrına bastığı bebesiyle tellerin ardından memleketinin dağlarına gözü yaşlı bakan kadınlar... Doğup büyüdüğü topraklarından bir sırt çantasıyla çıkıp gitmek onların tercihi miydi?

Filmde sığındıkları otellerde devamlı kalmayacaklarını kanıtlamaları isteniyor mültecilerden. Kim biliyor bunu? Veya hangisi tahmin edebilir başına gelebilecekleri?

Yaşam kavgasına kapılıp gitmişken herbirimiz çevremizden şunları duymuşuzdur mutlaka; “Bıktık bu mülteci edebiyatından. Geldiler ülkemize kondular. Ne zaman gidecekler?..” Bu diyaloglar geçerken kulağımızın ucundan, film mültecilerin her birinin başka başka hikâyeleri olduğunu söylüyor kafamıza vura vura... Her bir hikâye kötü, hepsi talihsiz. Kimse bir diğerinin hikâyesini dinlemek dahi istemiyor ama anlatmak da istiyor, durmadan konuşmak. Konuşmak ve rahatlamak... Sanki anlatınca bitecek gibi, sanki anlatınca kendine sığınacak bir yuva bulacak gibi... Bitmiyor... Ne bu ayrımcılık, ne de bu sürgün.

Şimdilerde Ortadoğu savaşların ve kitlesel göçlerin beşiğiyken ‘kendini tehlikeden uzak gören ve öyle tutmaya çalışan’ Avrupa’ya, faşizmin ve savaşın evrensel bir cehennem olduğunu hatırlatıyor Transit. Bütün dünyada halkların düşmanlaştırılmasıyla mayalanan tehlikeye dikkat çekiyor. Geçmişi anımsatıyor ama asıl olarak bugüne ve geleceğe söz söylüyor. Olmuştu, oluyor ve olabilir diyor... Bir ülkeye, bir devlete, bir kişiye değil bütün dünyaya, bütün halklara, hepimize bir şey söylüyor.

İşte Transit belki de bu yüzden hem bir klasik hem çok güncel. İşte Transit belki de bu yüzden bir tokat gibi sert. O kadar acı ve çaresizliğin içine, naifliği de sığdırabildiği için...

Karakterleri canlandıran Franz Rogowski, Paula Beer, Godehard Giese ve Lilien Batman ise oldukça başarılı ve inandırıcı. Gitmesi gereken ama aynı zamanda kalmak isteyen o insanların çaresizlikleri bakışlarında... Bir otel odasında askerler tarafından zorla birbirinden koparılan anne ve çocuğun çığlıkları arasında duydukları utanç hepimizin yüreğinde... İçimizi bir fare gibi kemiren sessiz kalmanın utancı...

KÜNYE
Yönetmen: Christian Petzold
Oyuncular: Franz Rogowski, Paula Beer, Godehard Giese, Lilien Batman
Tür: Dram
Ülke: Almanya, Fransa
Süre: 1 saat 41 dakika


İlgili haberler
BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ: Kibritçi Kız

Kibrit fabrikasında çalışan İris’in değişimini, hayal kırıklıklarını, ailesine ve hayatında var olan...

Kanla sulanmış bir coğrafyanın 13 Gül’ü...

Şen kahkahaları, şarkıları, dansları eksik olmuyor. Sevgileri ve muziplikleriyle Ventas hapishanesin...

Savaşın içinde yaşamak / Insyriated

‘Filmin adı (Insyriated) Türkçeye ‘Hayatın İçinde’ olarak çevrilmiş. Ama izleyince göreceksiniz ki a...