'KARILAR KOĞUŞU': Erkek egemen toplumla yüzleşme
Tülin Tankut 'Karılar Koğuşu' filmini toplumsal yaşamı ve toplumsal cinsiyet rollerini nasıl işlediği üzerinden değerlendiriyor.

“Karılar Koğuşu”, Kemal Tahir’in Malatya Cezaevi’ndeki mahkumiyet dönemini anlatan bir roman. Ancak senaristliğini ve yönetmenliği Halit Refiğ’in yaptığı aynı adlı film (1989), romanı okumadan da beğeniyle izlenecek ender filmlerden; hem içerik hem de aldığı çok sayıdaki ödülden de anlaşılabileceği gibi sinema sanatına getirdiği katkı açısından.

1940’lı yıllardaki kadın ve erkek dünyasını gerçekçi bir biçimde yansıtan filmin özgünlüğü, dönemin erkek egemen toplumuyla yüzleşmeye odaklanması, kanımca. Ama asıl önemlisi sunduğu ipuçlarıyla bu çabasına izleyiciyi de ortak etme potansiyeline sahip oluşu. Bunda toplumsal duyarlılığıyla tanınan usta yönetmen Halit Refiğ’in, 80 sonrası ülkemizde sesini duyuran ve giderek yaygınlaşan kadın hareketinden etkilenmesinin de rolü olsa gerek.

Değerlendirmemize filmin baş karakteri yazar Murat’ın, evinde “kitap” bulundurduğu için 15 yıl sürecek olan mahkumiyetinden başlayalım. İkinci Dünya Savaşı yılları, ülkemizde savaşın etkisiyle sosyoekonomik, siyasal, kültürel açıdan çalkantılı bir dönem olarak bilinir. Politik hassasiyetlerin rol oynadığı bu durumdan haliyle siyasi akımlar da etkilenmiş ve özellikle sol siyaset büyük bir baskı görmüştür.

Malatya Cezaevi’ndeki Murat’ın salıverilmesine on iki yıl gibi uzun bir zaman vardır; dolayısıyla buradaki koşullara alışmaya çalışmaktadır. Kalender bir adam olan cezaevi müdürü ve mahkumlarla arası iyidir. Gardiyanlar arasında “hükümet düşmanı” olduğu yönünde fısıldaşmalar olsa da kimseden zarar görmez; kendisini denetlemeye gelen üst düzey görevliyi bile yılanı deliğinden çıkaran tatlı diliyle yatıştırmayı bilir. Çevresindekilere yardım eder. Duvarda portresi asılı duran Nazım Hikmet’e mektuplar yazar. Savaş haberlerine kulak kesilir, halinden pek de şikayetçi değildir; en yakın dostu da kedisidir.

Cezaevinde kadın ve erkek mahkumlar karşılıklı koğuşlarda kalmaktadır. Yaşam burada hem neşeli, keyifli hem de buruktur. Kadın mahkumların kahkahaları, cezaevinin ciddiyetini sarsar ama kimse bundan yakınmaz.

Kadın mahkumlar Murat’ı paylaşamazlar. Murat onların dertlerini dinler, dilekçelerini yazar, mektuplarını okur. Kadın erkek eşitliğini savunduğunu her fırsatta dile getirir ve onlara akıl verir.

Tahmin edilebileceği gibi, yoksulluk ve yanı sıra cehalet diz boyudur cezaevinde. Harp yılları, malûm. Giderek palazlanan Hitler belası… Burada bir parantez açalım: Genç Cumhuriyet, öngördüğü toplumsal değişiklikleri hayata geçirmekte zorlanmaktadır. Yasalar değişmiştir ama dinsel hukukun, ataerkil kültürün değerleri korunmuş olduğundan süreç ağır ilerlemektedir. Sosyal kurumların değişip dönüşmesi kuşkusuz zamana bağlıdır. Nitekim bu, kadınlar açısından da böyle olmuştur. Cumhuriyet’le birlikte eğitim ve hukuk sisteminin yenilenmesiyle kadının kamusal alandaki konumu değişirken, değişim aile içindeki eş ve anne konumuna yansımamıştır. Bu süreç, 1980 sonrası başını feministlerin çektiği kadın hareketleri, kadınların toplumsal cinsiyet nedeniyle uğradıkları haksızlıkları gözler önüne serinceye kadar devam etmiştir.

Murat’tan sonra Kürt kökenli Fati’nin küçük kızı Aduş ile tanışırız. Murat, cezaevinin maskotu Aduş’a adabı muaşeret öğretir. “Sabah şerifler hayırlı olsun efendim”, “Peki efendim”lerle başlayan eğitim geleceğin, “evet efendim, sepet efendim”ci kadınını muştular gibidir. Cinsiyetçi eğitime yapılan ima yerindedir; bu, bir yandan da Aduş’un Kürt kimliğinin biçimlenmesini sağlayacak olan ana dilini kullanma hakkının, resmi ideolojinin uygulayıcısı hükümet tarafından engellenmesini getirir akla.
Başgardiyanın on yedi yaşındaki kızı Nebahat eğitim görmüş, Cumhuriyet değerleriyle yetişmiştir; bir işte çalışır ama bu, geleneksel değerlerin baskısından kurtulamamış bir kadın için bağımsızlığın yollarını açmaya yetmez ki film burada da gerçekçilikten kopmaz. Nitekim Murat’a aşık olan Nebahat onunla bir yuva kurmayı ister. Murat da kıza karşı kayıtsız değildir ancak önündeki uzun hapislik yılları onu korkutmaktadır.

Hanım, feodal sistemde en çok sömürülen, ezilen köylü kadını temsil eder. İki çocuğunu terk edip genç sevgilisiyle birlikte kocasını zehirleyerek öldürmekten idama mahkum olmuştur. 30 yıl ceza alacakken aşkı uğruna kendinden vazgeçip bütün suçu üstlenmiştir. Murat ağabeyi, idam kararını değiştirmek için her yolu dener; Ankara’dan avukat tutar, mebuslara mektup bile yazar.

Gözü açılmamış mahkum kadınlardan biri de on yıllık evli olan Sıdıka’dır. Altınlarını satması için kocasından baskı görmektedir. Ama Murat onun da imdadına yetişir; noterden borç senedi almasını salık verir.

Kısa süreliğine mahkum olan Tözey ise cezaevinin en renkli kişisidir. Filmin medyadaki tanıtımlarında genel ev sermayesi olarak tanıtılan genç kadın, Murat’ın deyişiyle Malatya “Birleşme Evi”inde çalışmaktadır. Murat, namus kavramının kadın cinselliği üzerinden yapılmasına karşı olduğunu Tözey’e olan yaklaşımında da belli eder. Tözey küçük yaşta içine zorla itildiği o alemde tutunmaya çabalarken dişli çıkmış, kendi yaşamını seçmiş, epeyce para yapmış ve çevresindeki kodamanlar sayesinde nüfuz sahibi olmuştur. Erkekler dünyasını yakından tanıdığından onların zaaflarını bilir, onlardan öğrendiği yöntemleri kullanır. Tözey’le aynı mesleği icra eden arkadaşları onu cezaevinde ziyaret ettiklerinde Murat’la tanışırlar. Tözey, Murat’ın mahkumiyeti hakkında “Hükümetle uğraştığı için” açıklamasını yapınca kadınlar çok şaşırırlar. Onların kapalı, küçük dünyalarında, kitap bulundurmaktan 15 yıl yemenin yeri yoktur.

Tözey kişiliklidir. Erkeklerden gördüğü haksızlıklardan Murat’a yakınırken onlar hakkında söyledikleri yenir yutulur cinsten değildir, ayrıca kendini korumak için onlara karşı kaba kuvvet de kullanmıştır. Nebahat gibi Tözey de Murat’a sevdalanır. Siyasi mahkum yüzünden başına bir şey gelmesi olasılığını umursamaz. Sevdiğinin gönlünü sigaralarla çelmeye çabalar. Peki, bunu başarır mı? Başaramasa da uzatmayacağa benzer. Aşka ömür biçer çünkü.

Gardiyan annesinin ölümünden sonra onun yerine atanan, kocayı ve altı çocuğunu terk edip boşanma davası açmaya karar veren Şefika da Tözey gibi erkek himayesine ihtiyaç duymayan bir kadındır. Kocası çocukları getirip boşanmaması için yalvarır ama o, tınmaz, “Babaları değil misin?” diyerek adama babalık görevlerini hatırlatır. Şefika’nın, çocuklarını sefalet içinde bırakışı Murat’ı kızdırır, onun boşanma dilekçesini yazmaz ve kendisini ibadete vermesini öğütler. Şefika ise “Büyükler başının çaresine bakarlar, küçüklere de babalarının alacağı yeni karı baksın” diyerek kendini savunur. Bir süre sonra gardiyan Çavuş Derviş ile kaçar. Bu kez kocası zina davası açması için Murat’tan dilekçe yazmasını ister ama Murat reddeder.

Filmde yoksulluk, cehalet ve ataerkilliğin yol açtığı yozlaşma, suçu tümüyle kişilerin üzerine yıkmadan gerçekçi bir biçimde yansıtılır. Koğuştaki kadınların ezilmişlikleri farklı olsa da dışa vurdukları isyanları, Murat aracılığıyla anlamlandırılmaya çalışılır. Nebahat, aldığı eğitim sayesinde kendi haklarını savunacak düzeye gelmiştir ve kendini korumasını bilir. Hanım, yaşamı pahasına, feodal ailenin ataerkil yapısına isyan etmiştir. Okuması yazması olmayan, idamla yargılanan bu kadın kendisini yargılayanlarla aynı dili (Türkçe) konuşur. Ama onun diliyle yasaların dili aynı mıdır? Savcı, polis, imam, temsil ettikleri “gücün” sesini duyururlarken Hanım, kendini o “dil”de nasıl ifade edebilir? Yazılı olmayan yasalar da erkek egemen kültürün damgasını taşıyorsa? Filmin finali son derece etkileyicidir: Erkekler korosunda, kadınla erkeğin “kanun karşısında eşit” olmasının imkansızlığını sezgisiyle kavrayan yalnızca “Çingen” infaz görevlisidir.

Şefika yönetime kendini ezdirmemiştir. Müdür’ün, giyimine kuşamına karışmasına aldırmadığı gibi, kadın bedeni üzerinde hak iddia eden iktidara ve dini çevrelere inat, bedeninin tüm güzelliğini açarak cesaretini sergilemiştir. Tözey, ev kadını rolünden bağımsızdır. Bu rolü reddetmekle erkek egemen düzene baş kaldırdığı düşünülebilir. Ancak, seks işçiliğini de üreten aynı düzen değil midir? Ona da bu rolü biçmiştir. Kadınları bölen yine o düzendir: dildeki bölünmeyi namus, iffet, bağlılık v.b. kavramlarla ifade eder. Başgardiyanın en küçük kızı Selime ile Aduş, bu kadınların geçmişi değil midir? “İffetli- iffetsiz” kutuplaşması, çocuklukta başlatılmıyor mu? Her daim toplumcu aydın sorumluluğuyla hareket eden Murat’ın da kadınları ahlaki durumlarıyla yargılamaktan kaçamadığını rüyası ele verir. Kolektif bilinçaltı çok eski ve çok güçlüdür çünkü; Murat’ın Nebahat’i , Tözey kılığında rüyasında bile görmeye tahammülü yoktur.

Sonuç olarak, filmde geleneksel cins ilişkilerinin savunuculuğu yapılmaz. Bu yönüyle filmin, günümüzün toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, kadına yönelik şiddeti özendirici sahnelerle fütursuzca ekranlara taşıyan dizi ve filmlerin yapımcılarından, onları denetlemekle sorumlu yetkililerden, en hafif tabiriyle daha ileri bir bilinç düzeyini yansıttığı söylenebilir. Zaten bu tür filmlerin, yıllar sonra bile ilgiyle izlenmesi bu yüzden değil mi? Senaryosunu Feride Çiçekloğlu’nun yazdığı, yönetmen Tunç Başaran’ın “Uçurtmayı Vurmasınlar” (1989) filmini de izleyicimiz, çok sayıda ödüle bu yüzden layık görmemiş miydi? Cezaevlerimiz kadın mahkumlarla doluyken biz izleyicilere reva görülen yabancı dizilerden uyarlama, derme çatma sözde cezaevi manzaralarını hak etmiyoruz. Ayrıca toplumsal cinsiyet konusundaki algımızı güçlendirecek yapımlara ihtiyaç duyuyoruz.

Görsel: Karılar Koğuşu film afişi, 1990

İlgili haberler
Dizi dünyasından kadınlara düşen: Bu hep böyle gid...

‘İzleyiciler olarak, cinsiyet ayrımcılığına, kadın düşmanlığına yer veren yapımları ekrandan kaldıra...

Olmayan masalın kahramanları ‘Kız Kardeşler’

‘Gitmek’ kavramı üzerinden şekillenen bu ‘dönüş’ hikayesinin atmosferini ve duygusunu karakterler üz...

Yeniden üretim ve Ari Venüs

Kadınların faşizmde doğurganlığa hapsedilerek, ‘milletin yeniden üretilmesinde’ nesne haline getiril...