Bu yılın kışlığı kız kardeşlik olsun
Kız kardeşlik yalnızca duygusal bir anlam içermiyor. Sermayenin kadınlara dayattığı koşullarda kendisinin hayatta kalabilmesi için yanındaki kadının hayatta kalabilmesinin zorunlu olduğunu gösteriyor.

Aralık ayı geldi çattı. Kış ayları işçi ve emekçi kadınlar açısından sıcak bir kahve eşliğinde, battaniyeye sarılarak dışarıda yağan yağmurun, atıştıran karın verdiği o romantik havanı çıkarmaktan çok uzakta. Varsa doğalgaz yoksa kömür, odun parası, o sıcak kahveyi yapabilmek için ısıtılan suyun, çalıştırılan makinenin elektrik faturasına yansıması... Yok olmuyor, çıkaramıyoruz tadını kışın. Sarındığımız battaniye romantizm olsun diye değil gerçekten üşüdüğümüzden.

Asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, neredeyse ortalama bir ücret haline geldiği bu dönemde yaşadığın hayatın tadını çıkaramamak normal gibi. Makinenin, ocağın ya da artık nerede çalışıyorsak orada saatlerce ayakta dikilmek, her türlü hakaretin, tacizin içinde çalışıp işsiz kalmamak için boynunu bükmek zorunda bırakılmak, iş yerlerinin dışına taşan şiddetin karşısında yine hayatta kalabilmek için sessiz kalmak ya da mücadele ederken bocalamak da cabası. Gönül ister ki daha mutlu anlardan bahsedelim ama gerçekliğimiz bu, şimdilik.

NE DEMEK ‘NE OLACAKSA OLSUN’?

Tüm bu gerçeklikle birlikte asgari ücret tartışmaları iş yerlerinde, arkadaş buluşmalarında gündem halinde. Yalnızca işçi ve emekçi kadınlar açısından değil, iş verenler, hükümet ve sendikalar da zorunlu olarak gündemine alıyor asgari ücreti. Çeşitli söylentiler dolaşıyor, “yüzde 25, yüzde 17 gelecek” gibi. Hükümetin tavrı beklenen enflasyon oranında zam yapmak yönünde. Bir yandan da patronlara cesaret veriyor Merkez Bankası, “geri adım atmayın, rahat olun” diye. İşçi ve emekçi kadınlar ise büyük oranda da endişeli ve umutsuz bir bekleyişin içinde. Bu bekleyişi ise Türk-İş, “Kamuoyu yorgun bu meseleden. Bir an evvel ne olacaksa olsun” şeklinde karşılıyor. Yüz binlerce işçi kadının hayatlarını nasıl geçireceğini, çocuklarına nasıl bakacağını, şiddetten uzaklaşıp uzaklaşamayacağını, karnını doyurup doyuramayacağını belirleyecek olan asgari ücrete bir işçi sendikası “Amaan ne olacaksa olsun” deme cüretini gösteriyor. Güler misin, ağlar mısın?

Ekonomik yük arttıkça işçi ve emekçi kadınlar açısından hayatta kalmanın koşullarının zorlaştığı açık. Ücretlerin yoksulluk sınırı ve büyük çoğunlukla açlık sınırının altında kaldığı; iş güvencesinin, iş yerinde sendika olmasına rağmen yasaların da sendikanın da üzerinin çiğnenerek ortadan kaldırılmasının kadınlar üzerinde başka bir etkisi var. “Sıfır tolerans” denilerek kadınların iş yerinde de evde de şiddete karşı korunmasız bırakılması, en temel haklarının fiilen ve yasal olarak gasbedilmesi de etkiyi artırıyor.

DAHA NE KADAR TAHAMMÜL EDECEĞİZ?

Tüm bunlar günlük hayatta çocuğuna nasıl bakacağını, faturayı nasıl ödeyeceğini, boşanırsa nasıl yaşayacağını, yaşadığı şiddet karşısında karakoldan geri döndürülüp döndürülmeyeceğini bilememe, sürekli yorgunluk ve umutsuzluk şeklinde sonuçlanıyor kadınlar için. Bunların hepsiyle tek başına boğuşmak, tek başına olmayan bir çıkış yolu bulmaya çalışmak oldukça yorucu. Haliyle sürekli tahammül etmeye çalışıyor kadınlar, yaşadıkları yoksulluğu da şiddeti de. Patronlar, devlet, sendikal bürokrasi her defasında kadınların nefesini daha da kesecek adımlar atarken tahammül etmeye devam ediyor.

Bu tek başına kalmışlık, sorunların içinde boğuşmak, yangını söndürmek için ancak iki damla su verebilme hali iş yerlerinde de, mahallelerde de, okullarda da kadınların birbirleriyle kurdukları ilişkiyi etkiliyor. Fabrikada aynı bantta çalışan kadınlar, iş güvencesinin ve hayatta kalmanın pamuk ipliğe bağlı olduğu koşulda bunu kaybetmemek için birbirinin sorununu görse de kendisini dünyanın merkezine koyuyor, bir kadının başına gelen şiddete, mobbinge, işten atmaya, haksızlığa içinden ya “ah, vah” ya da “o da kendi kaşındı” diyerek yanıt veriyor. Aynı cevaplar bir mahallede yaşanan bir taciz vakasına, bir okulda gerçekleşen eylemde öğrencilere soruşturma açılmasına da veriliyor.

Oysa yanındaki kadını vuran şey ona dokunmuyormuş gibi düşünse de ertesi gün onun bıraktığı boşluğu doldurmak için iki katı daha fazla çalışıyor, ustabaşının, formenin baskısına iki katı daha fazla maruz kalıyor, evine iki katı daha yorgun ve tükenmiş şekilde dönüyor. Hem de aynı insanlık dışı yaşam koşulları devam ederken. Bir kadınla yaşadığı şiddete karşı mücadele etmediğinde, onun koluna girip yerden kaldırmadığında, bir daha düşmesini engelleyecek hakları birlikte talep etmediğinde kendi beli de bükülüyor.

BAŞINA ‘İŞ ALMAK’ DIŞINDA BİR SEÇENEK YOK

Bazıları da bu boğuştuğu sorunların en azından bir kısmı için birlikte mücadele etmeye mecbur hissediyor kendini. Bu his gerçekte bir zorunluluk olsa da birlikte mücadele için atılan kimi adımlar o ya da bu sebeplerle beklenen sonuçları vermediğinde ipleri elinden bırakıyor. Ya da bu adımları kendisi atmaktan ziyade sendikaya, hükümete, başka kadınlara havale ediyor. Sorsak patronun kendisini ve diğer işçileri nasıl sömürdüğünü, devletin nasıl patronun arkasında onu destekleyecek her türlü aracıyla hazır olda beklediğini, kadın cinayetlerinin ve şiddetin neden politik olduğunu söyleyebilir. Ama iş adım atmaya gelince “başıma iş almayayım” düşüncesi baskın çıkabiliyor. Kimse de Yunan mitolojisindeki Atlas misali tüm dünyayı sırtında taşımasını beklemiyor ondan. Ama sendikal haklar, ücret, güvenli bir yaşam ve çoğaltabileceğimiz yüzlerce talebimiz için her birimizin o koca dünyanın bir kısmını sırtımızda taşıma sorumluluğu varlığını koruyor. Türk-İş başkanının asgari ücret görüşmelerine dair yaptığı “Biz yetkiyi devrettik komisyondaki 4 kişiye” gibi ya da İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın “öldürülen kadınlar da kapıyı açtı ama” gibi sorumluluğu üzerinden atan bir yaklaşımla durum ancak o koca dünyanın her birimizi ezmesiyle sonuçlanır, keza sonuçlanıyor da. Gerçi Türk-İş’in ve hükümetin tavırları işgüzarlıktan, işçi ve emekçi kadınların ise biraz umutsuzluk biraz da alışmışlıktan.

Ama “Elimde zaten bu kadarı var, bunu da kaybetmemek için geri durmalıyım”, “Aman bununla mı uğraşacağım”, “Bir kere denedim olmadı, olmuyor demek ki” düşüncesinden besleniyor sendikalı işçileri dahi işten atan patronlar, “Ne olacaksa olsun” diyerek işgüzarlıktan geri durmayan sendikal bürokrasi ya da kadının emeğinden bedenine nesi varsa topa tutan devlet… Ne olacaksa olsun diye bir şey yok. Söz konusu olan işçi ve emekçi kadınların hayatlarıyken kimsenin, buna kadın işçilerin tümü de dahil olmak üzere umursamaz veya umutsuz olmaya lüksü yok.

SENİN ÇIKARIN, BİZİM ÇIKARIMIZ

Ancak bunu yapınca, kendi katillerinin kazanma pahasına gösterebiliyor işçi, emekçi ve öğrenci kadınlar. Bu cüreti, sadece ve sadece kendi hayatını kurtarma hayaliyle gerçekleştiriyor. Bazen hem ailesinin, erkeğin, devletin şiddetinden kaçınabileceğini bazen hayatta kalabilmenin tek yolunun bu olduğunu düşündüğü için. Kendi çıkarını ancak ve ancak kaderinin bir yazıldığı kadınlardan uzaklaşarak gerçekleştirebileceğini düşünüyor. Kreş talebi için mahalledeki kadınların yaptığı bir imza kampanyasına katılmıyor ama işe giderken çocuklarının üzerine kapıyı kilitleyip çıkıyor. Güvenli ve eşit yurtlar için yurtta yapılan bir buluşmaya katılmıyor, halbuki daha geçen gece yarı zamanlı işinden döndüğünde yurdun önünde tacize uğramış bir de üzerine yurda geç geldiği için yönetime savunma vermek zorunda kalmış. Çalıştığı iş yerinde toplu iş sözleşmesi sürecine giderken bir iş arkadaşını daha fazla ücretin gerekli olduğuna dair ikna etmek için iki kelam etmiyor hemen vazgeçiyor; onu ikna etmenin yollarını iş arkadaşlarıyla birlikte bulmazsa insanca yaşayabileceği bir ücret alamayacak. Bu örnekler çoğalır da çoğalır. Ama özünde hayatta herkesin yaşadığı ancak kendisine etkisinin biricik olduğunu ya da kendisini asla bulmayacağını düşündüğü ancak ummadık anda baş yaran sorunların çözümü ancak ve ancak kendisiyle aynı çıkara sahip olanlarla yan yana gelmenin yolunu bulmasıyla ortaya çıkacak.

Bir iş yerinde kaşını, gözünü, kişiliğini vb. beğenmediği bir kadınla, bir üniversitede kadın topluluğunun bir üyesi olması için onlarca kez konuştuğu kadınla neden ortak bir çıkara sahip oluyor kadınlar? Çünkü sermaye sınıfı; birbirlerinin yüzüne dahi bakmaktan imtina eden kadınları kölece çalıştırarak üzerlerinden kâr sağlıyor, üniversiteli genç kadınların sürekli geleceğinden ve bugününden, yaşamından kaygı duyması onun bugün ve ileride ucuz iş gücü olmasını garanti altına alıyor, şiddet tehdidinin sürekli büyümesi işçi, emekçi kadınları sömürüye daha açık hale getiriyor; sermayenin daha fazla sömürebileceği çocukların ne pahasına olursa olsun üretilmesini, işçi ve emekçilerin ürettikleri tüm zenginliklerin yeniden sermayeye akışını sağlıyor. Kadınların iş yerinde ustabaşından gördüğü şiddet de hükümetin politikalarıyla kışkırttığı cinayetler ve tacizler de kadınların yurtlarda, evlerde, fabrikalarda kapana kıstırılması da sermaye düzeninin devamlılığını garanti altına alıyor. İşçi, emekçi, öğrenci kadınların ortak çıkarı, sermayenin tam karşısında yer aldıkları sınıftan kaynaklanıyor.

HAYAT BÖYLE DEĞİL

Peki işçi, emekçi ve öğrenci kadınlar hiç ortak çıkarları için yan yana gelmiyor mu? Elbette geliyor. Ancak bu birliktelikler, bir süreliğine onlara ortak bir yaşam sürdürdüklerini hatırlatsa da sorunu yaratan sisteme karşı devamlı bir örgütlülüğe dönüşmediğinde hafızalarda acı tatlı bir anı olarak kalıyor. Örneğin, kadınlar İkbal ve Ayşenur’un katledilmesinden fırlayan öfkeyle birlikte bir arada olmanın getirdiği güveni ve gücü tatsa da bu eylemlerin hızla değiştirici bir güce dönüşmemesiyle yeniden o umutsuzluğun içine düşüyor, “ah,vah”lar yeniden dile getiriliyor, “yaptık da olmuyor” bahanesine sığınılıyor. Halbuki bu eylemlerin örgütlenmesinin, kadınların öfkelerinin ortaya çıkmasını sağlayan alanları da uzun yıllardır kadınların örgütlü gücü sağlıyor. Uzun süredir kadın kulübü olan, bu alanda deneyim biriktirmiş üniversitelerde gerçekleşen eylemlerin Buna rağmen kadınlar ne kendi ne de diğer kadınlarla birlikte bir şeyi değiştiremeyeceğini söyleyerek topu yine kötüleşen hayat koşullara ya da diğer kadınların mücadele edememesine atıyor. Kendi hayatında yaşadığı bir sorunda “benim şuyum vardı” diyerek kendini geri çekiyor ya da hızlı bir dönüt alamadığında hemen düşüyor. Halbuki sorun örgütsüzlükte. O öfkeyi, o hareketi, o heyecanı şiddeti yaratanları yıkıp geçerek kendi güvenli yaşamını kurmanın yoluna çevirememekte.

MEVZU KURTULUŞUN BİRLİKTE MÜMKÜN OLMASI

Mevzu çok zorda olan kadınların yanında bir dayanışma duygusuyla ya da empatiyle bulunmak değil sadece, mevzu kendi kurtuluşunun yanındaki kadının kurtuluşuyla bir olduğunu bilmek. Kendin için savaşırken yanındaki için savaşmanın zorunluluğunu anlayabilmek. Ancak bugün açısından iş yerinde sömürü çarkının dişlilerini artıran, kadınların en temel haklarını dahi fiilen ve yasal olarak ortadan kaldıran sermaye ve onun devleti kadınları kendi dar yaşamlarına sıkıştırıyor, şiddetiyle tehdit ediyor. Öyle ki okullarda hâlâ devam eden temizlik sorunuyla çocuğu idrar yolu enfeksiyonu olan bir kadın, “aman başımıza bir iş gelmesin” diyerek tepki vermekten uzak kalabiliyor ama çocuğun başına gelen gelmiş, çocuk aylardır her gün 7-8 saat tuvaletini tutuyor, okulda mikrop kapıyor.

İşin kötüsü, işçi, emekçi, öğrenci kadınlar birlikte bir şey değiştiremeyeceği düşüncesini bunu “yiyor” ama nasıl oluyorsa tek başına hayatta kalabileceğini, çocuğunun geleceğini güvenceye alabileceğini düşünüyor. Ama hayat böyle değil.

YA KATİLLERİMİZİ YA MÜCADELEYİ SEÇECEĞİZ

“Ah,vah”ları artırmaya ya da birbirimizi suçlamaya devam ettikçe şiddet ve sömürüyü üreten sistem, onu yerle bir edebilecek gücü daha fazla parçalamaya başlıyor. Sermaye; işçi, emekçi ve öğrenci kadınlara sadece ve sadece şunu söylüyor: “Çarkı çevir ve katilini seç.” Kadınlar kendi dar yaşamlarını “kurtarmayı”, örgütlülük için daha fazla çaba harcamaya tercih ettiğinde bu çarkı çeviriyor.

Kız kardeşlik... Bu kelime yalnızca duygusal bir anlam içermiyor. Sermayenin bugün kadınlara hayatı dar ettiği koşullarda kendisinin hayatta kalabilmesi için yanındaki kadının hayatta kalabilmesinin zorunluluk olduğunu ifade ediyor. İşçi, emekçi ve öğrenci kadınlar açısından ortak bir çıkarı ifade ediyor. Kendi hayatı için bir başka bir yanındaki kadının uğradığı mobbinge karşı örgütlenmeyi yükseltmek için dirsek çürütmeyi, kendi hayatı için şiddetten kaçan bir kadına gerekirse ev düzmek için mahallede dayanışma örgütlemeyi, esnekliğe ve güvencesizliğe karşı sendikal bürokrasiyle mücadele ederek, sendikayı yanındaki arkadaşından başlayarak örgütlemeyi, denetlemeyi ve en önemlisi kendi hayatı için kâr uğruna hayatını cehenneme çevirenlere karşı örgütlenmeyi ifade ediyor. Oflamayı, yakınmayı bırakıp bu kız kardeşlik bağını kurmaya başlamamız gerekiyor. Güvenliğimiz, güvencemiz için örgütlenmemiz gerekiyor!

Kadınların kendisi için mücadele etmesi sermayesinden sağlığa, eğitime, bakım hizmetlerine pay ayırmayanlara; kadınları şiddetin bir nesnesi, bir doğum makinesi olarak görürken emek sömürüsünün en alasına maruz bırakanlara, kadınları kendi ve çocuklarının yaşamıyla tehdit ederek boyun eğdirenlere, umutsuzluk kuyusunun dibinde onları ölüme terk edenlere karşı birbirine tutunmak anlamına geliyor.

Fotoğraf: Yapay Zeka- Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Var mısın masalın sonunu birlikte yazmaya?

Kış çetin, rüzgar sert. Ancak yan kapımızdaki karınca güven kapımız. Bunu hepimiz biliyoruz. Haydi o...

Nereye bakıyor bu bakanlar?

‘Eğitim toplumsal bir mesele ve çocuklara bir öğün ücretsiz yemek talebi de eğitim hakkının bir parç...

Bütçeden payımızı patrondan hakkımızı istiyoruz

2024 yılı bütçesinde patronlara destek için bütçeden 376,5 milyar lira kaynak ayrıldı. Bu rakama İşs...