GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kara önlük olsaydım
Keşke hep kara önlük olsaydım. Kısacık etekleriyle ip atlasalardı bahçelerde…

Fikret Bey dükkânı bu semte taşıdı. Beni de girişte bir yere koydu. Daha iyi görüneyim diye öne çekerken gevrek gevrek gülmüştü, “Gene sıra sana geldi kara kumaş. Önlükken bir metre alırlardı, şimdi en az dört metre…” Hiçbir şey anlamamıştım. Tozlu depolarda oradan oraya atılırken bir anda başıma gelene bak.

Annesiyle o dükkâna girdiler. Beni hemen gördüler. Kadın şu, diyerek işaret etti. Topun arası açılınca sağımı solumu elledi:

“İyi, iyi, kalıncacık, içini göstermez,” dedi. O hiç aldırmadı. Gözleri kara ayakkabılarının üzerindeydi, yüzü asıktı. Altı kalın, burnu genişti pabuçlarının. Ben de beğenmedim. Kırmızı isterdi belki, bağcıklı. Tahta metreyi eline alıp boyunu ölçtü Fikret Bey.

“Uzun tut aman, yere değsin,” dedi annesi. Sokakları süpürecek eteklerim. Küçük kızın etsiz kemiklerini sarıp dolayacağım. Makas gövdeme saplandı, sıvazlayarak kestiler. Katlayıp kâğıt pakete sardılar.

Tüccar terzi sokağın sonundaydı. Koşarak gittiler. Terzi kızın sağına soluna bakınca,

“Kaç yaşında bu çocuk, hasta mı,” dedi. Annesi kızıverdi:

“Derdi veren Rabbim dermanı da verir elbet. İyileşecek, sen işine bak.”

Dört yerden dikti terzi beni. İki yan dikiş, beline büzgü verip bileklere lâstik geçirdi. Kız başından giydi.

“Hah oldu işte, bolcacık,” dedi annesi. Nasıl sevinmişti ona bakarken. Gözleri görünüyordu sadece. Su yeşili, gömlek düğmesi kadar. Üç beş tüyden de kaşı. Civciv gibiydi. Alnı kapalı, burnunun üstünde iğnenin mine topuzu parlıyordu.

Köprünün üstünden geçerken yan yana yürüdüler. Sırtlarına poyrazın sert yeli vuruyordu. Adımlarını attıkça çöpleri dolaya dolaya gidiyorlardı. Kız hızlandıkça rüzgâr şişirip kabartıyordu her yanımı. Kara bir çadıra benziyordum. Annesi kolunu çekiştiriyor, dürtüyordu:

“Vildan değil mi adın? Niye cevap vermiyorsun? Kime diyorum kız? Anneye küsülür mü? Çarpılırsın billahi.”

Kız dirseğindeki elden silkelenip kurtuldu. Çabucak kalabalığın arasına karışırken, “Yavaş,” diye bağırdı annesi. Esintinin ardına kapılmıştı. Denizin üstü kararmış, bulutlar yağmuru indirmeye hazırdı. Kız havayı içine çekip kollarını biraz açarak teslim olmuş, beyaz bayrak gibi kendini bırakmıştı rüzgâra.

“Ne koşuyorsun kız? Yolu biliyor musun, dursana.”

Kız kaldırımdan aşağı indi. Arabalar hemen yanından geçiyordu. Annesi koluna çimdiği basınca sendeledi olduğu yerde. Canı çok yanmıştı. Kadının Vildan’ı bırakmaya niyeti yoktu. Koluna girip yola devam ettiler. Köprünün bitiminde sağdaki caddeye saptılar. Solukları birbirine karışan iki karalar giymiş kadının aceleyle yürümesi tuhaftı. Eski bir evin önünde durdular. Vildan’a döndü:

“Sen hiç lâfa karışma. Tamam mı?” Kapıyı açan kadın kendini gizleyerek kısık sesle buyur etti onları. Karanlık koridorun sonunda çift çift ayakkabıları gördüler. İçeride plâstik sandalyelere oturmuş bekliyordu kadınlar. Yerde üç kişi vardı. Dizlerini büküp çöküverdiler. Herkesin gözü oradaydı. Oda kapısı ne zaman açılsa başları uzanıyordu. Vildan belinden ikiye katlanmış halde, etek uçlarımı kıvırıp duruyordu. Kırışıklıklarımı sıvazlayıp yeniden düzelte düzelte şekiller yapıyordu. Kara çoraplı incecik ayak bileklerine tokat indirdi annesi:

“Açma oranı buranı.”

Vildan titreyiverdi. Parmaklarını birbirine geçirip sıktı. Burnuna doğru süzülen yaşlar döküldükçe sümükleri de aktı. Elini içerden geçirip çenesini silerken annesi fark etti.

“Gene mi ağıt? Patlatırım bir tane daha…”

Odadan yükselen sese herkes kulak kabarttı. Bilmediğim kelimeler araya karışıyordu. Bir erkek yüksek sesle son heceyi uzatıyor, korkutan bir tonla, “Verdiğim muskayı boynundan çıkarma. Ola ki yanıldın, uydun şeytana başına gelecekleri sen düşün.”

Kadınların görünen kadarıyla yüzlerinin şekli değişiverdi. Oldukları yerde sallanmaya başladılar. Yol gösterici kadın sandalyede oturanları işaret etti. İçeriye girerken sırtlarından eğildi hepsi. Sedirde, halının üstünde iri yarı bir adam oturuyordu. Bileğindeki tespihin parıltısı gözümü aldı. Bunca siyahın içinde yeşil kabuklu böceğe benziyordu boncuklar.

Sessizce bekleyiş sürüyordu. Kadınların işaret parmaklarında takılı küçük bir şeyi hareket ettirirken ağız kıpırtıları dikkatimi çekti. Acaba ne söylüyorlardı fısır fısır… Kendi aralarında da konuşmuyorlardı. Çok canım sıkıldı. Yarı karanlık, rutubet kokan evde saatlerdir sabırla oturmaktan yorulmadılar, acıkmadılar, susamadılar. Şaşırdım kaldım doğrusu.

Vildan’ın gözleri kapanıyordu. Annesi:

“Uyuma sakın, uykun zaten ağır, uğraştırma beni.”

Adamın karşısına geçtiklerinde akşam oluyordu. Odanın içi epey karanlıktı. Annesi anlatmaya başladı:

“Hoca Efendi benim kıza kısmet var. Güvey pek beğenmiş sarışınlığını, yeşil gözünü amma zayıf, demiş.”

“Nikâh, çok mühim. İyi edersin kadın,” dedi adam. Bakışları kızın üstündeydi konuşurken.

Vildan ellerini yumruk yapıp karnına vurmaya başladı. Kalın bol kumaşımın içinde ne yaptığı belli olmuyordu. Annesi yalvarıyordu:

“Aman Hocam kurban olurum. Tez vakitte bu kız etlenip butlansın. Güveyin hevesi kaçmasın. Derdimize derman sendedir.”

Hoca ağır hareketlerle önce kitap açtı. Kaşlarını çatarak sayfalarda kıllı parmaklarını gezdirdi. Sakalını kaşıdı bir süre. Yol gösteren kadına işaret etti. Kulağına bir şeyler söyledi. Hoca derin bir nefes aldı. Vildan’ın yüzüne doğru kollarını uzattı.

“Aç bakayım evlâdım. Yanakların, dudakların neye benziyor? Kaşın, gözün şirin de…”

Vildan sanki duymamıştı. Karnına vurmaya devam ediyordu. Annesi birden burnunun üstündeki iğneyi çıkarıverdi. Bebek kadar yüzü göründü kızın. Hoca’nın iri sarı dişleri sakallarının arasından fırladı.

“Maşallah, maşallah. İnci bu. Söyle kadın kime vermeye niyetlisin kızını?”

“Ben bilmem. Efendimin tanışlarındanmış. İşi gücü iyiymiş. Bir çocuğu varmış.”

Vildan’ın avuçları durdu. Karnından çektiği elleri düşüverdi. Hoca Efendi kalemiyle kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Kâğıdı köşelerinden tutturup diliyle ıslatarak tekrar tekrar büküp üçgen haline getirdi. Kavanozla içeri giren kadın kapağını açarak Hoca’ya uzattı. Çay tabağına kalınlaşan kâğıdı koydu. Kaşıkla içindeki kıvamlı sıvıdan aldı, karıştırmaya başladı. Annesi heyecan içinde adamı seyrediyordu. Vildan hırıltılı bir ses çıkarınca kıza:

“Edepsiz, bari besmele çek. Ne yapıyorsun gene,” dedi.

Vildan ağzını kapatmaya çalışsa da kusmuğunu yutamadı. Boynundan aşağı, beline kadar irin renkli, pis kokulu su yayıldı. Öğürdükçe kusuyor, midesindeki kasılma ve ağrıyla inliyordu. Okulda çocuklarda böyle kusardı kimi zaman üstüme. Ama ağlamazlardı, çırpınmazlardı Vildan gibi. Keşke hep kara önlük olsaydım. Kısacık etekleriyle ip atlasalardı bahçelerde. Kendinden geçen kız için ne yapacağını bilemeyen kadın:

“Ne oldu gene kız? Aç gözünü. Yıkayalım üstünü başını. Tüh. Daha da yeni giydiydi sırtına,” dedi.

Hoca Vildan’ın aç olduğunu anladı. Bir dilim ekmekle zeytin dolu tabağı verdi annesine. Vildan’ın dizine bırakırken,

“Hadi ye. Babana söylemem. Kustuğunu da söylemem kız,” dedi.

Öykünün yazarı Fatma Nuran Avcı kimdir?
1966 Aksaray doğumlu. Anadolu Üniversitesi İktisat mezunu. 2012’den bu yana öyküler yazıyor, kitap ve yazar tanıtımı yapıyor. Ürünleri Notos, Edebiyatist, Vagon, Lacivert, Edebiyat Nöbeti, Roman Kahramanları, Ihlamur gibi dergilerde yayınlanıyor. 2016 Nilüfer Belediyesi Yaşar Kemal Öykü Yarışmasında “Son Cevizlik” adlı öyküsü birinci oldu. “Beştaş” adlı öyküsü kısa film yapıldı. Evli, bir kız, bir erkek çocuk annesi. İzmir’de yaşıyor.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Bir günde kader yazılmaz

Anita hamile olduğunu Luca’ya söylediğinde genç adam dondu kaldı. Ne mutluluk, ne üzüntü… Hesapta ol...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Sis

Korkmuştum bu mektupları aldığımda. Manyak mıdır nedir bunları yazan? Anlamamıştım ya yazılanların ç...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Sultan’ı Gören Var mı?

Mayıs mayıs bir sıcakta, duman duman bir telaşla akıp giderken, ansızın sıçrayıverdi kucağına düşenl...