Hayat ve iş… Ev ve işyeri… Birinin başladığı yerde diğeri bitiyor mu? Evden çıkınca işe mi gitmiş oluyoruz? Ya da tam tersi ne kadar doğru? Mesela kömür madeninde bir işçi… Ciğerlerindeki kömür karasıyla… İşten çıktığında gittiği yer ne kadar “ev” olabilir ki? Ya da… Kilometrelerce yerin altındayken eşinin, çocuğunun fotoğrafı asılıyken o ölüm çukuruna… Aklı evdeyken… Evdekileri bir daha görüp göremeyeceği endişesiyle yüklenirken makineye… İşte çalışıyor, diyebilir miyiz? Ne kadar? Nereye kadar? Bir madenci eşi… Kocasını kilometrelerce yerin altına yollarken… Eve dönüp dönmeyeceği korkusu içinde… Ve kocasını hayatta tutmak, yani yemeğini yapmak, çamaşırını yıkamak için bütün gün evde “çalışırken”… Sırf ücret almıyor diye… “Emekçi değil.” diyebilir miyiz? Görünürde ayrı duran hayat ve işin iç içe geçmişliğine en çok ölümde tanık olduk hepimiz. Anca tanık olduk ama… Kocasıyla birlikte ama evin içinde “işçileşen” kadının hayatının bir yarısını o ölüm çukurunda kaybettiğinde duyduğu acının yanına bile yaklaşabilir miyiz?
ZAMBİYA’DA BİR SOMA
Belki de en çok madencilikte ön plana çıkıyor bu iç içe geçmişlik. Afrika’nın güneyindeki Zambiya’nın Copperbelt bölgesindeki bakır madenlerinin öyküsü en güzel örnek buna. 1926 yılında ilk maden şirketleri kurulduğundan beri… İlk başlarda evli işçileri madene almak istememişler mesela. Şirketler işçilerin barınma ve gıda ihtiyaçlarını karşılıyorlar ya, evli işçi demek fazladan doyurulacak boğaz demek onlar için. Barınma ve gıdayı karşılıyorlar, dediğimize bakmayın. Başka da bir şey vermiyorlar zaten. Karın tokluğuna hayat cambazlığı demek madencilik. Sonra bakmışlar ki kadınların baktığı erkekler daha sağlıklı, kuvvetli; içki ve kumara daha az bulaşıyor... Bu sefer hep evli erkekleri işe almışlar. Hatta her ne kadar o dönemler kadınların sanayide çalışması yasak olsa da maden şirketleri kocalarını hayatta tutsunlar diye kadınlara da ayrıca gıda dağıtıyormuş, haftada bir avuç mısır kadar.
SOMA’DA BİR ZAMBİYA
Barınma dedik ya… Tek odalı, çamurdan bozma, penceresiz barakalardan bahsediyoruz. Kadınların en büyük dertleri mahremiyet. Kadın erkek, çoluk çocuk aynı odanın içine tıkıştırılmış hayatlar. “Araya perde geriverin” diyormuş şirketler arsızca. Mutfak yok. Su tesisatı yok. Barakaların yüzlerce metre ötesine gitmek zorunda yıkanmak için, yıkamak için. Binlerce kişinin ortak kullandığı tuvaletler… Hastalıktan kırılmak demek kadınlar için, çocukları için. Ama şirkete göre hava hoş tabi. Bir kişi ölse, onun yerine en az bir 301 kişi daha var ölecek. Ayrıca işin fıtratında var ya… Olağan bir rutin kadınlar için kocalarının cenazesini kaldırmak. “İş kazası” ya adı… Ailecek sofraya oturmaktan, çocuğunun saçını okşamaktan daha “normal” bir şey hayatta. Bir de “kocan öldü cezası” var. Dul kalan kadınlar çeşitli şekillerde cezalandırılıyormuş bir de… Yasını bile tutturmayan maden yöneticileri, hükümet yetkilileri, maden polisi tekme tokat… Sonra… Sonrası barakalardan zorla çıkarma ve memlekete zorunlu göç.İşte bu bakır madeni yerleşkeleri ikiye ayrılmış, evli erkeklerin aileleriyle yaşadığı bölgeler ve bekar erkeklerin yaşadığı bölgeler diye. Maden şirketlerinin sahipleri tüm yerleşkeyi kadınlara süpürtüp temizletiyormuş. 1927 yılında kadınların canına tak edene kadar. Kadınlar bu sefer reddetmiş bu dayatmayı. Şirket “Defolun gidin!” deyince de terk edivermişler. Eşleri gidince de erkekler dayanmışlar şirketin kapısına. Şirket geri adım atmak zorunda kalmış. 1935 yılında ikinci bir fırtına esmiş, Afrikalılara kesilen kelle vergisi aniden artınca greve gitmiş madenciler. İş bırakmayan erkeklerin eşleri “Git de entari giy, sana daha çok yakışır” diye diye korkaklıktan arındırmışlar kocalarını. 6 Afrikalı, polis tarafından öldürülmüş bu grev boyunca.
GREV BİR AİLE MESELESİ OLUNCA…
Takvimler 1940 yılının mart ayını gösterdiğinde, kocalarının aldığı düşük ücretten, şirketin dağıttığı gıdanın yetersizliğinden yakınan kadınlardan biri, bir maden yöneticisi tarafından kırbaçlanınca dananın kuyruğu kopuvermiş. Bir sonraki 15 yıl boyunca sürecek olan grevler silsilesinin başlangıcı olmuş bu kadının duruşu. 1949 yılında Afrikalı Maden İşçileri Sendikası kurulmuş. Sendika, işçilerden çok işçilerin eşleriyle çalışma yürütmüş ama. Grevse grev, boykotsa boykot… Her şeyi kadınlar garantiye almış. Gerektiğinde kasabaları boşaltmışlar. Hatta 1952 yılında gerçekleşen bir grevi kadınlar kurtarmış. Nasıl mı? Sendika grevi örgütlerken kadınlara grevin uzayabileceğini, bu yüzden de yoksulluklarını biraz olsun gidermek için ekip biçtikleri bahçelerini genişletmesini söylemiş. Yani grev sadece maden ocağında değil, evlerin içinde de örgütlenmiş. Sadece işçilerle değil, kadınlarla da örgütlenmiş. Grev bir aile meselesi haline gelmiş anlayacağınız. Ve uzayan grevin başarısı kadınlar tarafından garantiye alınmış.Maden şirketi neler denememiş ki… Dindar misyonerler mi göndermemiş, kabile temsilcilerini mi araya sokmamış. Afrikalı işçileri vasıflı vasıfsız diye bölmeye mi çalışmamış. Fıtratındaki bütün çirkinlikleri ortaya dökmüş işte. Ama iş ve hayatın, maden ve evin, yaşam ve ölümün iç içe geçtiği yerde madencinin ve madenci eşinin mücadelesi de bir işte. Nasıl yerin kilometrelerce altında kalan ceset yarım bırakıyorsa o kadını… O kadın da yarım kalmamak için canını ortaya koyuyor tereddütsüz. İşte bu da o kadının fıtratı!
İlgili haberler
GÜNÜN FERYADI: Somalı annenin bu isyanını unutmaya...
13 Mayıs 2014'te Soma'da yaşanan maden katliamının ardından bir anne böyle isyan etmişti. Soma için...
Soma’da yaşamını yitiren işçilerin anneleri adalet...
Soma’da üç yıl önce bugün, Türkiye’nin en büyük işçi katliamı yaşandı. 301 işçi, daha fazla kömür çı...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.