Kardeşim Zerrin Şenesen Tümay için,
Mesude Yerusen, Reha İsvan, İncilay, Dora Kalkan,
Aynı koğuştan bir fırtına gibi geçen Füsun Yılmaz için,
Onların ve 12 Eylül’e kurban edilmiş tüm insanların anıları için
Ben de tarihe kendimce bir not düşmek istedim.
2014’te uzun zamandır beklediğim bir haber almıştım. “12 Eylül generallerine müebbet hapis cezası verildi ve rütbeleri söküldü“.
Buruk bir duyguyla sevinmiştim buna. Hatta sevindim mi, sevinemedim mi onu bile bilmiyorum. Çünkü bu haberden birkaç saat önce de başka bir haberle sarsılmıştım. Fransa’da yaşayan Metris’ten koğuş arkadaşım Safvet (Özdil), 12 Eylül’de Metris’te uzun bir süre aynı koğuşu paylaştığımız arkadaşımız Mesude’nin ölüm haberini vermişti.
Bu tuhaf kesişme beni yere vurdu. Ne yazık ki Mesude de, yıllarca hem kendisinin hem de yakınlarının acı çekmesine neden olan bu iki generalin ceza aldığını göremeden ayrıldı gitti aramızdan. Sadece o mu?
Bu yazıyla birlikte paylaştığım ve Metris’te bir ranzanın üzerinde çekilmiş ilk fotoğrafta Mesude, ön sırada yuvarlak yakalı beyaz tişörtü ile görünüyor. Bu fotoğraftaki on bir kadından dördü yaşamıyor artık. Delik deşik olmuş bir yanık hatıra olarak duruyor önümde fotoğraf.
Önce, 2008‘de kardeşim Zerrin’i (öndeki kırmızı bluzlu), arkasından İncilay’ı (arka sırada enine çizgili bluzlu), 2013’te de Reha İsvan’ı (önde çizgili elbiseli) ve en son olarak da Mesude’yi kaybetmiştik.
İkinci fotoğrafta da kara delikler açıldığını az önce öğrendim. Sermin Zeynep ve Nazan da gidivermiş. Azalıyoruz. Eski ama yakın günlerimizi, sevinç ve üzüntülerimizi, geçmişimizi paylaşabileceğimiz insanlarımızın sayısı her gün azalıyor.
Şimdi onların yüzlerine bakıyorum. Boğazımda düğümlenmiş birer hıçkırık her biri. O koşullarda bile hepimizin yüzü gülüyor. Evet, askeri Cunta bizi esir etti ve elimizden tüm özgürlüklerimizi aldığını sandı ama gülmemizi, kafalarımızın içini, neşemizi ve en önemlisi umudumuzu ne yaptıysa söküp alamadı bizden. Size tuhaf gelebilir ama o umut denen şey, hani Pandora'nın kutusunda kalan tek şey umut, bende var hala.
Mesude (Ortaç) Yerusen, Metris Askeri Ceza ve Tutukevi‘ne TİP (Türkiye İşçi Partisi) üyesi olduğu gerekçesiyle getirilmişti. Safvet (ön sırada sol başta), İncilay ve üst koğuşa getirilen Mualla (Güner)de aynı davadan yargılanıyordu. Onlarla orada tanıştık. Kısa sürede aramızda oluşan dostluk hiç kopmadı. Safvet ve Mualla ile dün buluştuk mesela. Ufuk ile geçen yıl.
Obelalı Metris günlerinde hepimizin bedenleri yeterince beslenmemize rağmen şişmişti. Bunun, ekmeklerimize ve karavanaya katılan şap nedeniyle olduğunu Dora bizim koğuşa gelince öğrendik. Dora doktordu. Bizim davadan (TKP davası) yargılanıyordu. Ne yazık ki Dora’yı da kaybettik. (İkinci fotoğrafta ortada bordo bluzlu ve siyah kısa saçlı) Serbest bırakıldıktan sonra İngiltere’ye giden Dora orada çok başarılı bir hekim olarak çalıştı yıllarca. Hatta yanılmıyorsam bir hastanenin de başhekimiydi. Cuntaya inatla direnen Doracık ne yazık ki, kanserin pençesinden kurtulamadı.
Evet, bu kesişen iki haberi, generallerin artık general değil birer suçlu olduklarının tescil edildiği haberle, Mesude’nin ölüm haberini bir kaç saat arayla duyunca çok ağlamıştım. Sanki 30 yıldır birikmiş bütün ağlamalarım bir araya gelmişti. Buruk bir sevinç, buruk bir acı, tuhaf bir kırgınlık…
Ülkemizin bu hale gelmesinin ana sebeplerinden biridir 12 Eylül ve beşibiryerde generaller.
Hayatımızı, binlerce aileyi perişan eden, suçlu suçsuz, genç yaşlı, kadın erkek, Kürt, Türk, Müslüman gayri Müslüman, on binlerce insanı işkencelerden geçiren, aşağılayan;
Gencecik insanları acımasızca asan, yaşı küçükse alçakça bir yöntemle yaşını büyütüp yine asan;
Binlercesini sorgusuz sualsiz evinden alıp katleden, toplu mezarlara gömen, yakınları kaybolmuşları, onların anacıklarını “Cumartesi Anaları” yapan bu lanet 12 Eylül‘dür.
Tanıdığım en düzgün insanlardan biri olan Reha İsvan’ı sadece Barış Derneği üyesidir diye hapislerde çürüten;
İncilay’ın, Mesude’nin, Dora’nın ve canım kardeşim Zerrin’in kısacık ömürlerinin en güzel yıllarını çalan, onlara acı çektiren de 12 Eylül’dür.
O gün, bu generallerin ceza almalarına ve yetersiz de olsa suçlulardan hesap sorulmasına sevinmem, şapkamı havaya atmam gerekirken saatlerce ağladım. Adamların rütbeleri er rütbesine düşürüldüğü için ailelerinin yaşayacakları üzüntüyü ve utancı düşünüp onlar için de üzülmüştüm. Sonra kendime kızıp, onlar bize üzülmediler sen onlara nasıl üzülebiliyorsun diye daha da çok ağladım. Belki de esas olarak kaybettiklerimiz bu değerli insanlarımız, kardeşlerimiz, kocalarımız, çocuklarımız, yakınlarımız, sevdiklerimiz bugünü göremediler diyeydi gözyaşlarım. Bilmiyorum.
Bu haberi aldığımız gün tatildi. Hafize (Çakar) ile oturduk, konuştuk. Onun da gözleri kan çanağı gibi olmuştu. Anlaşılan birbirimizi üzmemek için göstermemişiz gözyaşlarımızı birbirimize. Hafize benim kader arkadaşım, can arkadaşım, kötü gün dostum. O da 12 Eylül kurbanı. Tahliye olduktan sonra yeni doğmuş çocukları Güneş'i annelerine bırakıp yurtdışına kaçmak zorunda kalmışlar Eşref'le.
12 Eylül olmasaydı, biz hapse girmeseydik, yurtdışına kaçmasaydık... Hayatımız nasıl olurdu diye düşündük. Hafize, yeni doğmuş oğlu Güneş'ten 4 yıl ayrı kalmayacak, çocuk da anne baba hasretiyle bunalım geçirip, ömrü boyunca sürecek korkular yaşamayacaktı.
Ben ailemden 8 yıl uzakta kalmayacak ve belki de Türkiye'de kalan çoğu arkadaşım gibi emekli olup, başka işler yapacaktım. 40 yaşında hayata sıfırdan başlayıp, Almanca gibi bir dili öğrenmeye çalışmayacak, üniversitede çalışırken bazı meslektaşlarım tarafından kendimi Almancada anadilimdeki gibi ifade edemediğim için aşağılanmayacak, yaptığım işte daha ileri adımlar atabilecektim. Anacığım babacığım ihtiyarlıklarında, tam da bana ihtiyaçları olduğu günlerde yalnız kalmayacaklardı. Canım kocam Ertancığımın küllerini Essen'de bir mezarlığa gömmeyecektik ve mezarı meftunu olduğu İstanbul‘da deniz gören bir yerde olacaktı. Daha neler neler…
Keşke öteki dünyaya inansaydım, ya da kaybettiğim sevdiklerimin göklerden her şeyi gördüklerine. Ne yazık ki böyle bir şey yok. Giden gitti işte.
Kardeşim Zerrin, 12 Eylül işkencecileri tarafından boğazı sıkıldığı için tek taraflı felç oldu. Bir yanı hiç tutmayan, konuşamayan, korkudan gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi açılmış, bir kuş gibi çırpınan kardeşim, kaldırıldığı hastanede askeri doktorlar tarafından ayağından yatağa zincirlenerek tedavi edildi. Bu durumu, kardeşimi ziyaret etmelerine izin verilen annemin ve babamın da görmesine izin verdiler.
O senelerde henüz 21 yaşında olan kardeşim ilk felci atlattı. O zaman kocası olan ve 12 Eylül öncesinin sol gazetelerinden Politika’nın yazı işleri müdürü olduğu için hakkında 300 yıla yakın ceza istenen Aydın Şenesen’le birlikte yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. İkinci felç, yurt dışında geldi ve hastanede kesin olarak, boğazındaki atardamarlarda çift taraflı meydana gelen darp nedeniyle bu olayın gerçekleştiği tespit edildi. İkinci felçten sonra hayatının 15 yılını, 2008‘de üçüncü bir atak sonucu ölünceye kadar, bedeninin sol tarafı tamamen felçli olarak yaşamak zorunda kaldı. Kardeşimi, 12 Eylül işkencehanelerinde boğazını sıktıktan tam 27 yıl sonra, işkencecileri öldürdü. O, inatla direndi ama gücü bu generallerin cezalandırıldığını görmeye yetmedi.
İşkencecilerin çoğu da cezasız kaldı. Kimlikleri çok iyi biliniyor. Mahkemeye çıkarıldılar ama serbest bırakıldılar. Şimdilerde belki de o dönemdeki “başarılı” çalışmaları nedeniyle bir yerde müdür, yönetici falan olmuşlardır. Ya da devlet tarafından ödüllendirildikleri ikramiyeleriyle aldıkları bir villada, bir sahil kasabasında torunlarıyla falan keyif çatıyorlardır.
Yazıyı biraz uzattığımın farkındayım. Ama böyle yakıcı bir geçmişi sayfalara sığdırmak kolay değil. 41 yıl. Sözcüklerle sadece olaylar, onlar da kısaca anlatılabiliyor. Sözcüklerin sesi yok, kokusu da... Titremiyorlar, acı çekmiyorlar, çığlık da atamıyorlar…
Elektrik dinamosu kolunun hızla çevrildiğinde çıkardığı sesi nasıl tarif edeceksiniz sözcüklerle?
Taze kanın, kurumuş kanın, cerahatin rengini?
Bir ekmek somunu gibi şişmiş, kabarmış, falakadan yeni çıkmış, içi kan ve ceraat dolu ayak tabanlarının tuzlu su üstünde yürütülürken çıkardığı vıcık vıcık kaygan sesini de;
yüksekçe bir yerden bırakılan bir insanın boş bir çuval gibi düştüğü beton zeminde nasıl bir tok ses çıkardığını da, çırılçıplak askıya alınmış bir genç kadının utancını da anlatamazsınız sözcüklerle. Sayfalara da sığdıramazsınız.
Unutmuyorum ve unutturmuyorum.
Her 12 Eylül’de içimde küllenmiş bir ateş alevleniyor.
Nasıl da acıyor içim. Nasıl nasıl anlatamam.
Fotoğraf: Berin Uyar'ın arşivi
İlgili haberler
12 Eylül: Kadınların mayası bozulmaz bir mücadeley...
Tescilli işkencecilerden Raci Tetik’in, ‘Kadınları ölü balık gözüne çevirmeyi başaramadık’ itirafınd...
Bir kadını cinsel saldırıya maruz bırakan avukat 1...
Geçtiğimiz yıl Eylül ayında hukuki danışman olarak gittiği avukatın cinsel saldırına maruz kalan kad...
12 Eylül’den bugüne kadınlar: Hayatımızı karartama...
12 Eylül’de Mamak Cezaevinde kalan kadınlar tarafından kaleme alınan ‘Kaktüsler Susuz da Yaşar’ kita...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.