Kamçılanma mesafesinde ihlal
Zeynep Uzunbay’ın kitabındaki kadın kahramanlar ahlamayan vahlamayan, çıkış yolu üretme gayretinden vazgeçmeyen; ‘Çatlak’ şiirindeki ifadesiyle ‘açanı solana takan kadınlar’ dirayetli kadınlar...

Metinler birbiriyle konuşur. Bu nedenle bir metni başka metinlerle birlikte ele almak elbette okuma hazzına dâhildir. Anlamın derinleşen katmanlarına ulaşmak, metinler arasılığa dair keşiflerde bulunmak ve böylelikle tartışma ufkunu genişletmek okur olarak bizleri zenginleştirir.

Zeynep Uzunbay’ın Manos Kitaptan çıkan “Kamçılanma Mesafesi” isimli öykü kitabı; toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kapitalizm, sömürü, sınıf ayrımcılığı ve inanç özgürlüğüne yönelik dayatmaları bozguna uğratma özelliği bakımından sınır ve ihlal üzerine yazılmış felsefi ve edebi metinlerle karşılaştırmalı okuma yapmaya elveren kadın hikâyelerinden oluşmakta.

Öykülerdeki kadın kahramanların uğraştıkları işler ve meslekleri ilk bakışta toplumun yerleşik değerleri bakımından pek de kadınlara yakıştırılmayan özellikleriyle dikkat çekiyor: Dayıbaşı, yedek parça satıcısı, geri dönüşüm fabrikasında teknik aşamalarda görev alan, iş motoru kullanan kadınlar, kıydığı nikâh sırasında evlilik kurumunun “içine eden” nikâh memuru, elektrik direkleri ve tellerdeki akımlarda biriken stres yükü üzerine uzmanlaşmış bir mühendis… Kitabın ismi de aslında bu mühendis kadın kahramanın uzmanlık alanı ile ilgili teknik bir ifadeden geliyor: “Kamçılanma Mesafesi.”

Uzunbay’ın kitabındaki kadın kahramanlar ahlamayan vahlamayan, çıkış yolu üretme gayretinden vazgeçmeyen; “Çatlak” şiirindeki ifadesiyle “açanı solana takan kadınlar” dirayetli kadınlar. Bu açıdan öyküler, toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine feminist bir bakış açısıyla kalem oynatan, kadın kimliğinin toplumsal inşasını sorgulayan ve dayatılan sınırları ihlal etme girişiminde bulunan öykü, roman ve felsefi metinlerle birlikte okunma imkânı barındırıyor.

Düşünce akımı olarak feminizm savunucusu bir düşünür olmamakla birlikte, Georges Bataille’ın abjekt kavramı bir sınır ihlali olarak feminist okumalarda yaygın olarak kullanılmakta. Uzunbay’ın öykülerinde de anlam bakımından epeyce geniş çağrışımları olan abjekt kavramının izlerini sürmek mümkün.

ABJEKSİYON OLARAK ÇÖP
Zeynep Direk, “Cinsel Farkın İnşası” isimli kitabında, Bataille’ın “Lanetli Pay” isimli eserine atıfta bulunarak abjeksiyonu iki sınır deneyimle açıkladığına dikkat çekiyor:

1. “Artıklar, çürüyen kalıntılar, dışkı, kokuşan çöp, ölü insan ve hayvanların kutsallaştırılmayıp doğaya terk edilen cesetleri…” (sa: 95) Doğal süreçlerin bozulmaya uğrattığı biyolojik madde karşısında tiksinti duygusu gelişir. Çürüyen organik madde olan abjekt ölümü çağrıştırsa da “yaşam yeniden uyanmanın eşiğindedir”: “Atıkta mesele bir yaşam biçiminin ölüm yoluyla başka yaşam biçimlerine dönüşümüdür.” (sa: 95)

2. “İkinci olarak, sadece ölüm değil, doğum da abjekttir, zira doğum olayında da bireysel bir yaşamdan başka bir bireysel yaşama geçiş vardır. Bataille şöyle der: ‘Yaşamdan, etten, kan revan içinde tam bir zilletten geldiğimize üzüldüğümüz aşikârdır.’… Hem ceset hem de cinsel organlar abjekttir ve Bataille bunların ilişkisiz olmadığını düşünür. ‘Kuramsal açıdan, cinsel organların etin çürüyüp çözülmesiyle bir ilgisi yoktur: hakikaten de işlevleri onları zıt kutuplara yerleştirir. Ama, mukozanın iç kısımları bakışa maruz bırakıldığında irinli yaralar gibi görünür ki bu da, bedenin yaşamıyla cesedin bozulması arasındaki bağıntıyı aşikâr hale getirir.’” (sa: 95)

Öykülerinde çöp ayrıştıran ve çöp geri dönüşüm fabrikalarında çalışan kadınları ele alan Uzunbay’ın öykülerinde bir abjekt olarak çöp geniş bir yer tutmakta. Zeynep Direk’in “Bataille: Tarih, Egemenlik ve Çöp” isimli makalesi, çöp ve abjekt kavramı arasında Bataille’ın kurduğu ideolojik bağlantıyı şu şekilde açıklar: “Bataille… Marksist gelenekten ödünç aldığı ‘insanın şeyleşmesi’ ve ‘yabancılaşma’ kavramlarını ‘dışkılama’ veya ‘kendinden dışarı atma’ kavramları aracılığıyla yorumlamıştır.”

Kapitalizm çöp üretir. Çöp aynı dışkı gibi kapitalist sistemin bünyesinden dışarı attığı, varsıl kesimin yaşam alanlarını ve evlerini sterilleştirmek için şehrin dışına varoşlara yığarak yok saydığı artıklardır. Kendi dışkımıza, dışarı attıklarımıza yabancılaşarak yaşamın gerçeklerinden kopmaktayızdır bir anlamda.

Latife Tekin’in “BerciKristin Çöp Masalları” ve Uzunbay’ın “Kamçılanma Mesafesi” çöp ve kapitalizmin sınıf sömürüsünü irdelemeleri bakımından koşutluk gösterir.

Zeynep Direk kapitalizm ve çöp arasındaki bağıntıyı şu şekilde kurar: “Çöp işe yaramayan atıktır; ayak veya el altında dolaşmasını istemediğimiz, yeniden kullanmadığımız, dışarı attığımız, kendimizden uzaklaştırdığımız şeydir. Çöp bize ait olanın atıklarıyla, tüketilmiş ve tüketilememiş her şeyle dolu olduğu halde, onu kendimizden ayırmak için gösterdiğimiz tedirgin çabaya dikkat edelim. İnorganik olan ile organik olanın birbirine karıştığı, dokuların ve sıvıların kötü kokular çıkararak birbirine bulaştığı, kokuştuğu; bizim dünyamıza ait olmayan varlıkların, mikropların üremesine müsait ortamlardır çöplükler. İşte bizi en rahatsız eden şey de tam olarak atık ve cansız olanda canlılığın yeniden ortaya çıktığına tanık olmaktır.”

“Berci Kristin Çöp Masalları”nda çöp dağlarının eteklerine kurulan gecekonduda insanlar çöplerden topladıkları malzemelerle evlerini inşa ederek kendilerine bir yaşam başlatırlar:
“Sabah naylon leğenden çatıları, eski kilimlerden kapıları, muşambadan camları, ıslak briketlerden duvarlarıyla çöp yığınlarının çevresinde, ampul ve ilaç fabrikalarının alt yanında, tabak fabrikasının karşısında, ilaç artıklarının ve çamurun kucağına bir mahalle doğdu.” (sa: 8)

Bu insanlar kapitalist sistemin bünyesinden dışkıladığı, dışta bıraktığı, bir nevi atık insanlardır. Zenginlerin artıklarıyla ayakta durmaya çalışan, çocukları çöpten kendine oyuncak yapan fakirler… Uzunbay’ın öykülerinde de benzer şekilde atıklardan elde edilen nesneler kendilerine yeni bir yaşam bulur; çöp ayıklama işinde çalışan genç kızlar buradan buldukları atık makyaj malzemeleri ile süslenir, çocuk işçi çöpte bulduğu nesneleri ağzına alır, onlarla oynar:

“Çoğu çocuk bunların, çöpe gitseler çöpü, toprağa gitseler otu boku oyun ederler kendilerine. Bir baktım gülüşüyorlar. Vardım ki yanlarına, biri emzik bulmuş çöpten, vermiş ağzına corkcork emiyor.” (sa: 6)

“Çöpten buldukları ruju, sürmeyi atar bunlar ceplerine, tuvalette boyanır gülüşürler.” (sa: 9)

Zeynep Uzunbay, “Kamçılanma Mesafesi üzerine İzmir Konak Belediyesi’nin düzenlediği söyleşimizde, çöp ayıklama işinin erkekler tarafından şerefsiz bir meslek olarak görüldüğünden kadınlara yaptırıldığını belirtti. Böylelikle sömürülen sınıflar arasında “şerefsiz” işleri yüklenen kadınların bir kez daha ayrımcılığa uğrayarak çifte sömürüye tabi tutuldukları, görülmekte. Her iki eserde de kadınlar, kadın kimlikleri nedeniyle aşağılanmakta, emekleri sömürülmekte ve ikinci kez dışlanma ve ezilmeye tâbi tutulmaktadırlar.


ABJEKSİYON VE GÜLME: ‘HAH HAH HA!’
Uzunbay’ın öykülerinde kadınlar en beklenmedik anlarda gülmeye başlarlar. Gülüş bazen dalgasını geçercesine ya da zafer duygusu çağrıştıran bir “hah hah ha” şeklinde: “Mevzular derin evet, hah hah ha.” (sa: 62), bazen kendini tutamayarak patlayan kahkahalar şeklinde: “İki kadın, dirseklerini masaya dayayıp uyumlu birer sarkaç gibi salınıp durdular. Derken, karınlarında kaynamaya başlayan kahkaha bulgurunun yükselen buharıyla omuzları inip kalkmaya başladı. Çok geçmedi, sımsıkı kapattıkları dudakları öncü bir ‘pıh’ sesiyle yarıldı. Ardından peş peşe patlayan kahkahalar…” (sa: 95), bazen de yapacak bir şey olmadığında bir duygudaşlık ve dayanışma şeklinde ortaya çıkar: “Ellerimiz sargılı, gözlerimiz yaşlıydı. Birbirimize baktık baktık, gülmeye başladık.” (sa:39)

Gülmenin ihlal kavramı ile ilişkisi iki bakımdan ele alınabilir:
1. Gülme eylemi sırasında açılan ağzın erotizm ile kurduğu çağrışım, edep ve gülme.
2. Birlikte gülmenin empati duygusunu ortaya çıkaran bulaşıcı etkisi, hem duygudaşlık hem de her türlü hiyerarşiyi altüst etmek ve sınıfsal ayrımları ortadan kaldırmak bakımından ihlal edicidir.

EDEP VE GÜLME
Gülme birçok toplumda edeple ilişkilendirilmiştir. Özellikle Hristiyan ortaçağda nerede gülünüp nerede gülünmeyeceği sıkı kurallarla denetlenmiştir. Yerli yersiz gülen kadınlar edepsizlikle itham edilirler. Gülme bir nevi ağzın içinin teşhir edilmesidir. Belki de bu nedenle toplumsal baskılara maruz kalan kadınların gülme eylemi sırasında yer yerelleri ile ağızlarını kapattıklarına tanık oluruz.

Ahmet Bozkurt’tan aktarırsak: “Bataille’da esrimenin en üst noktası olan şenlikte kendini gösteren gülme edimi sırasında ağız boşluğundaki kasların yaptığı hareketler anüs’e benzetilerek, olaya dışkısal bir görünüm kazandırılmıştır. (Mum Lekesi, sa:36)Öte yandanBataille, sadece anüs değil bedenimizdeki başka bir delik olan vajina ile de ağzımız arasındaki çağrışımdan da söz eder.Bir çeşit boşalma eylemi olarak da düşünebileceğimiz gülme eylemi bağlamında, ağız, vajina ve anüs ilişkisi üzerine düşündüğümüzde her üçünün de yapısının mukozadan oluştuğu ve Bataille’ın mukoza ile abjekt arasında kurduğu ilişki bağlamında iğrençliği çağrıştıran “irinli yaralar” ve kusmuk, tükürük, idrar, dışkı, cinsel organlardan yayılan sıvılar gibi atıklar akla gelir. Kadın üreme organının fizyonomisi tarif edilirken başvurulan iç dudaklar ve dış dudaklar gibi ifadeler yine ağız ile çağrışım yaratır.Ağız bu bağlamda düşünüldüğünde gülen bir yarık ya da çatlaktır.

 DUYGUDAŞLIK VE GÜLME
Anca Parvulescu “Gülme” isimli kitabında, yine Bataille’a gönderme yaparak gülmenin dolaysız ve insanları ortaklaştıran yönünden söz eder: “Gülme Bataille’a göre: ‘… bir dalganın bulaşıcılığına açılır… çünkü gülen insanlar… birlikte denizin dalgaları gibidir, gülüş sürdüğü sürece artık aralarında bir engel yoktur, iki dalga kadar birbirlerine yakındırlar ama bütünlükleri, suların çalkantısının bütünlüğü kadar belirsiz ve eğretidir.” (sa:185)
Parvulescu gülmeyi “bileşik varlığa” girmek olarak ifade eder. Herkesin tekilliğini korumakla birlikte ortak bir devinimle oluşturdukları bir birliktir: “Gülme, kırılgan ve biçimsiz bir birlik tesis eder; gülme sürdüğü müddetçe, gülücüler arasında bölünme olmaz. Gülme ortak bir uzam deneyimidir…” (sa:185)

Gülmenin bulaşıcılığı her türlü sınıfsal ve hiyerarşik ayrımı, ast-üst ilişkisini ihlal eder. Mikhail Bakhtin, “Karnavaldan Romana” isimli eserinde, gülmenin karnaval etkisinden söz eder. Karnaval, toplumsal kısıtlamaların ortadan kalktığı geçici bir yasasızlık ortamıdır.Ortaçağdaki karnavallar; neşeli folklorik özellikleriyle, dansları, şarkıları, soytarılarıyla, maske kullanımı, giysilerin tersyüz edilmesi gibi komikliklerle, ruhban ve yönetici sınıfların parodisinin yapıldığı bir özgürlük ortamı yaratır.
Bakhtin’e göre: “Gülmenin derin felsefi bir anlamı vardır, bir bütün olarak dünyaya ilişkin, tarih ve insana ilişkin temel hakikat biçimlerinden biridir; dünyaya dair özel bir bakış açısıdır; dünya yeni bir şekilde görülür, ama ciddi bir bakış açısından görüldüğünden daha derinliksiz değil (hatta belki de daha derinlikli). Bu nedenle, gülme evrensel sorular ortaya atan yüksek edebiyatta ciddiyet kadar kabul görür. Dünyanın bazı temel yönlerine ancak gülme aracılığıyla ulaşılabilir.” (sa: 87)
Bakhtin’e göre gülmenin başka bir özelliği de korku ve sindirmeyi ortadan kaldırma gücüdür. Bu güç birlikte gülmenin sağladığı özgürleştirici bir imkân haline gelir: “… gülme korkuyu alteder çünkü hiçbir engelleme, hiçbir sınırlama tanımaz. Gülmenin dili, şiddet ve otoritenin kullanımına sokulamaz asla.” (sa:110)

Feminist yazarlardan Annie Leclerc gülmenin erkeğin havasını söndürmek için bir silah olarak kullanılabileceğini ifade eder: “…insan [erkeğin] değerlerinin havasını alay iğnesiyle söndürebilir… Onların büyüklük iddialarına bırakınız gülüp geçelim… ‘Davalarını çökertmek için gülüşten faydalanalım… Gülme, iyi bir silahtır; bize karşı kullanageldikleri bir silah. Artık son gülen kimmiş bakalım?” (Parvulescu, sa:227)
Parvulescu, gülmenin belirtilen etkilerini yansıtan, en iyi metinlerden biri olarak Yeni Roman temsilcilerinden Nathalie Sarraute’un “Onları İşitiyor musun?” isimli romanının önemine değinir. Roman, babalarının komşuları ile ciddi bir sohbette olması nedeniyle üst kattaki odalarına yollanan çocukların gülüp durmaları üzerinedir. Metinde gülme eylemine mercek tutulurken, çocukların gülüşünün “hafif fesat” ve hatta giderek bir tehdit haline bürünmesi, “cıvıltı” halindeki gülmelerin çileden çıkmak üzere olan babalarının kafasına adeta “şıp şıp damlayarak” bir işkence, düşmanın gülüşü haline dönüşmesi anlatılmaktadır. Öte yandan çocukların gülmelerinin aynı zamanda neşeli ve çocuksu havası, onu masumiyet ve sinsilik arasında salındırıp durmaktadır. Misafirine şömine rafındaki Kristof Kolomb dönemi öncesi bir heykelden bahsetmekte olan baba, çocukların “…heykele balerin eteği giydireceklerinden ve daha fazla güleceklerinden korkar… ellerinden gelse Mona Lisa’ya gülücük kondurur bunlar! Artık efendi yok, bağlılık yok… Gülmeyi anneden mi öğrenmiş çocuklar? ‘Böylesi muğlak, ince ve genlere yerleşmiş bir şeyin, kalıtsal leke [tare] misali anneden çocuğa geçmesi nasıl mümkün olabilir? Ama öyle olduğunu kendiniz görebilirsiniz’ Evet, çocuklar gülmeyi annelerinden almış olmalı. Baba, insanın yalnız olduğuna, yalnız öldüğümüze kanaat getirmiştir. Bununla birlikte anne, izini ve lekesini bırakmıştır ardında. Gülme, annenin ‘biricik özelliğiymiş’ gibi görünür.” (sa:232)

Bu pasajda kadın ve gülme arasında yakın bir bağ kurulduğu dikkat çekmektedir. Feminist yazında özellikle anne ile yeni doğan bebeğin arasında gülme aracılığı ile kurulan dolaysız iletişimin bir dil öncesi eylem olarak önemine değinilir. Bu dolaysızlık, eril kodlarıyla toplumsal cinsiyet ayrımcılığının bir taşıyıcısı haline gelen dil ile bariz bir koşutluk yaratır. Bu bakış açısı ile düşündüğümüzde, kadınların birlikte gülme aracılığı ile eril dilin dışına düşen bir alanda dayanışma imkânı bulduklarını ve gülmenin kadınlararası bir dostluk ve direniş biçimi olduğunu söyleyebiliriz.
Zeynep Uzunbay’ın öykü kitabında kadınlararası dayanışma, hem birlikte gülen hem de gizli hikâyelerini birbirlerine aktaran kadınlar üzerinden çarpıcı bir şekilde göz önüne serilir. Bir kadın anlatıp öteki dinlerken, okuyucuya diyaloğun tek tarafı yansır. Böylece Uzunbay, okuyucuya diyaloğun boşluklarını tamamlama, anlatıcıya içinden geçen soruları sorma imkânı sunarak edilgenlikten kurtarır. Okuyucunun etkin bir şekilde öyküye katılıp onun bir parçası olmasını sağlar. Belki de bu nedenle onun öykülerini okurken sohbet ediyormuşuz gibi hissederiz.

Uzunbay’ın öykü kitabında yer alan dostluk, kadınlararası dayanışma, dolaysızlık, samimiyet, birlikte gülme ve pes etmeme şeklinde ifade edilebilecek temaları şiirlerinde de gözlemlemek mümkün. Uzunbay’ın Didem Madak için yazdığı “Çatlak” isimli şiiri ve Uzunbay’ın facebook sayfasında anlattığı bu şiiri yazmasına neden olan anektod ile bitirelim.

“Didem Madak’la öyle çok yakın arkadaş olmadık biz. İlk karşılaştığımızda, kitap fuarında, benim elimde yapma bir gül vardı. Utanmış elbisemin yakasından mı, belinden mi sökmüştüm ne. Didem onu sevdi. Ben de gülü ona verdim. O da parmağındaki gül yüzüğü çıkarıp bana verdi. Sonra, ilk dünya şiir gecelerinden biriydi, şairlere bakmaya gitmiştim ben. O da gelmiş. Yan yana düştük. Sarhoş, şiirini okurken geğiren bir adamdan sonra, gitsek de bir yerde içsek mi, n’apsak dedik. Gittik, içtik, içince çok konuştuk. Hatta kesmedik, tuvalette de devam ettik konuşmaya. Gören de samimi sanır bizi. İkimiz de öksürüyorduk çatlak çatlak... Çıktık, ay ışığı var. Biz bir sevindik... İstanbul’a gideceğim dedi Didem. Neden? İstanbul’un uğultusunu sevmiş, gidecekmiş işte. Ah’larAğacı’nı o günlerde yazdı, bir gece telefonda okudu bana. Ben de sana yazacağım dedim. Adı da ‘Çatlak’ olacak. Güldük.”

ÇATLAK
çatlağını çatlağıma dayadım
uğultumuz artık en çatlak
uğultumuz artık en şehir
tuvalet bir de seninleyken gurbet
bekleme canım, içeri gir
bronşit çatlağından bak ne güzel kıkırdıyor sesimiz
tirimtirim titriyor ay, Didem!
parasız zengin olduk kız.
bakır bir gül taktın ya parmağıma
parmağımı öptüm uyudum
gülsuyu pencereli evlerde
esneyerek uyandı çocukluğum
unutmadım, senin çarşafın kalpleri şiir
sabah olunca söz, ben de uzun bir şiire çıkacağım
okaliptüs, karabiber, mimoza...
açanı solana takacağım
senin 'bayım' dediğin var ya
işte onun gözüne itüzümü pırtlatacağım
Didem!
ben arada bir gülüyorum kız.

Referanslar:

Bakhtin, Mikhail: “Karnavaldan Romana”, çeviri: Soydemir, Cem, Ayrıntı Yayınları, 2001
Bozkurt, Ahmet: “Mum Lekesi”, İnkılap Kitabevi, 2016
Direk, Zeynep: “Cinsel Farkın İnşası”, Metis Yayınları, 2018
Direk, Zeynep: “Bataille: Tarih, Egemenlik ve Çöp”,
https://zeynepdirek.wordpress.com/2012/12/15/bataille-tarih-egemenlik-ve-cop/
Parvulescu, Anca: “Gülme”, çeviri: Doğan, Mehmet, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2017
Uzunbay, Zeynep: “Kamçılanma Mesafesi”, Manos Kitap, 2017
Tekin, Latife: “Berci Kristin Çöp Masalları, İletişim Yayınları, 2017


İlgili haberler
GÜNÜN KİTABI: Yokuş Aşağı Portakallar

Hadi eteğimizdeki portakalları yuvarlayalım! Öfke evet; çünkü milyon tane acı yaşayan/yaşatılan kadı...

GÜNÜN BİLGİSİ: ‘Kitap Kadınlar’ı tanıyor musunuz?

Amerika’da bir zamanlar ıssız dağ bölgelerinde yaşayan ve kitaplara ulaşamayan halka, zorlu yolları...

GÜNÜN KİTABI: Kamçılanma mesafesi

Zeynep Uzunbay’ın Manos Kitap’tan yayımlanan ‘Kamçılanma mesafesi’ni Malatya’dan Kıvılcım Eftelya ka...