Sevim Korkmaz Dinç, politik bir kişilik olmasına karşın romanlarında edebiyatçı olarak sorumluluklarını ön planda tutmaya özen gösteren bir yazarımız. En son, “Bir Kadının Gözaltı Günleri”ni okumuştuk ondan. Kanguru Yayınlarından yeni çıkan “Kamuran/ Sürgün Günlerinde Aşk” romanı da edebiyatımızda eksikliğini duyduğumuz, çağına tanıklık eden, yüzleşmeye çağıran bir yapıt. Romanda, toplumumuzu derinden sarsan 12 Eylül askeri darbesinin yol açtığı değişim ve dönüşümün bireylerdeki etkileri inceleniyor.
Romanın baş kişisi Kamuran, sığınmacı olarak sessiz sedasız Londra’ya giden sevgilisi Ahmet, Londra’da tanıştığı Ali ve Ayşe roman örgüsünün önde gelen kişileri. Ziraat Fakültesinde tanışan iki sevgili ülkeyi yasa boğan olayların ardından birbirlerinden çok uzaklara düşseler de mektuplarla sürdürürler ilişkilerini. Sendika görevlisi Kamuran’ın, Londra’ya bir etkinliğe konuşmacı olarak davet edilmesiyle o güne dönülür. (Yıl 2015) Ne olursa olsun gizler açığa çıkmak, Kamuran kendisiyle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Yüzleşmek zorunda olduğu sadece Kamuran’ın bireysel tarihi değil, bir ülkenin de tarihidir.
Kamuran’ın Heathrow Havalimanında kendisini bekleyen sevgilisiyle karşılaşmasıyla başlar olaylar. Ancak Kamuran’ın hayalini kurduğu kavuşma değildir bu. Her ikisi de yabancılaşmış, suskunlaşmış ve aradan geçen yılların farkına varmıştır. Ahmet’in mesafeli duruşu arabayla evine giderken ve evde de sürer.
Kamuran’ın belleği geçmişte dolanır. Bu yabancılaşmanın nedenini sorgular. Maraş olayları sırasında yaşadığı kan dondurucu olayın –kız kardeşi Gül’ün başına gelenlerin– etkisiyle atlatamadığı travma karşısında Ahmet’in kendisine destek olacağı yerde çareyi kaçmakta bulması mıdır? Yoksa, Ahmet’in yabancılaşmasının altında yatan, kaçışın yol açtığı mahcubiyet, utanma duygusu mu? Ahmet’se Kamuran’ı onulmaz acılara boğacak “gerçeği” itiraf etmektense kaçmayı daha insani bulduğunu düşünmektedir.
Marksizmden beslenmiş feminist bakış açısı roman boyunca tüm değerlendirmelerde kilit rol oynar. Kamuran, köklü geleneklere sahip Londra’daki sanat, edebiyat, felsefe, tüm ussal etkinlikleri, düzeni meşrulaştırma aygıtları olarak görür. “Britanya İmparatorluğu, “üzerinde güneş batmayan ülke” adını sömürge politikasına borçluydu. (41)”.
Eleştirileri sınır tanımaz! Elinde broşürle gezdiği yerlerdeki tarihsel toplumsal güç ilişkileri içinde inşa edilmiş olan saray, meydan, savaş anıtı, müze, parlamento binası, Big Ben, City Hall, “İRA’ya haddini bildirmek için yapılmış, ‘Salatalık’ adlı gökdelen (s.47) -ki penisin simgesel gücü binada somutlaşmış- tarihsel konumları içerisinde, var olan alımlama biçimini bozarak eleştirir. “Kraliçe’nin ülkesi geçmişin günahlarının çıkarılması için insan haklarının savunulduğu büyük bir imparatorluktu. (…) Kraliçe’nin gücü İngiliz halkına kendi güçsüzlüğünü unutturuyordu.” (s. 42)
Londra’da doğup büyümüş Ayşe’yle kenti gezerlerken Shakespeare üzerine de ideolojik okumalar yapar. Kamuran’ın Londra’yı keşif serüveni alışılmışın dışındadır. Bunda Türkiye’de 1980’li yılların başından itibaren sürdürülen kadın araştırmalarının, resmi tarihin “görünmez” kıldığı gerçeğin ortaya çıkarılıp kayıt altına alınmasının da payı olsa gerek. Kamuran da yerleşik algıyla fark edilemeyen ayrıntılara odaklanır; kenti sınıf ve toplumsal cinsiyet temelinde gözlemler.
ÇOK KÜLTÜRCÜLÜĞÜN ARKASINDA GİZLENEN SÖMÜRÜ
Otuz dört bölümden oluşan romanda Kamuran’ın bakış açısı egemendir; yazarın iç monolog ve bilinç akışı tekniğini ustalıkla kullanması sonucu Ahmet ve arkadaşı Ali’nin düşünceleri tüm gerçekçiliği ile bizi sarar. Güçlü anlatımlarıyla dikkat çekerler.
Yazar, romanda önemli bir yer tutan “çok kültürcülük” kavramına adeta bir toplumbilimci titizliliğiyle yaklaşır. Çok kültürcülük resmi söylemine göre; mülteci, göçmen, ülkenin yurttaşı olarak kabul edilir; ancak bu insanlar ikinci sınıf yurttaş olmaktan kurtulamaz. Bu zihniyet, ülkeye göç edenleri siyasi yönden etkisiz hale getirmektedir. Postmodern çok kültürcülük masum bir çeşitlilik anlamına gelmez. Siyasallaştırılmıştır. Resmiyette sömürü ve baskı politikaları görünmez hale getirilmeye çalışılsa da gerçek yaşamda ortadan kalkmamıştır. Göçmen kadının haliyse beterin beteridir: Eşinden şiddet görse bile, sınır dışı edilme korkusuyla devletten korunma talep edemez. Kamuran’ın tanıştığı kadınlar ve erkekler özelinde konu masaya yatırılır. Bir yandan kültürel kimlik baskıya, asimilasyona karşı bir direniş aracı olmakta, diğer yandan; göçmenin kültürüne saygı adı altında, zamanını doldurmuş, insan haklarına aykırı bazı gelenek ve ritüellere kayıtsız kalmak devletin de işine gelmektedir.
Yazar, Kamuran aracılığıyla Batı’nın iki ayrı yüzüne dikkat çeker: İnsan hakları, özgürlük, çoğulculuk, görece bir demokrasidir. Ama hastalıklı olsa da var olan siyasal rejimlere göre bu demokrasinin daha ileri olduğunu kabul eder. Ali’nin, sosyal yardım, kültürel kaynaklardan yararlanma gibi, toplumsal destek alması sayesinde üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmasına vurgu yapar. Keza Ayşe’nin, moda deyimle söylersek kendisiyle barışık olmasında Londra’da doğup büyümesinin etkisi vardır.
Kamuran ülkesinin gerçeklerini iyi bilen bir aydın olarak etkinlik sırasında ya da yemeklerde tanıştığı, Londra’daki Türkiyelileri inceler. Gündelik yaşamdaki öznel deneyimi, kendinden yola çıkarak yorumlar. İnsanlarla ilgilenmeye meraklı bir “hikaye toplayıcısıdır. (s.60) ” o. Toplumsal ilişkiler içinde edinilmiş öznel deneyimin, bireyi değişim ve dönüşüme yöneltmesi ve sistemden hoşnut olmayan bireyin siyasal kimliğini oluşturmasına destek sağladığı görüşünü savunur.
Kamuran’ın tedavi görmesine karşın atlatamadığı travmasının nedeni de Maraş olayları sırasında düşmanlığa varan ötekileştirmenin yaşanmasıdır. Fanatik gruplar, politik ve toplumsal gücü ele geçirdiklerinde, kendilerinden olmayanları, katliamlara varan eylemlerle ötekileştirmekten çekinmemişlerdir. Yazar, unutulmaması için “çıplak gerçekliği” - “Gül’ün sırrı”nı- yansıtmaktan çekinmez.
Kamuran, anlatı boyunca “geleneksel olan”ı sorgular ama Ali’nin yıllar önce Londra’ya göç etmiş olmasına karşın hiç değişmeyen, anne sevecenliği timsali annesine duyduğu yakınlıktan kaçamaz. Güzel geçmiş bir çocukluğun anılarını hatırlar. Kadını dinlerken kendi tarihiyle bağlar kurar, ortak bir tarih yaratır. Çağrışımlar zinciri Ahmet ve Ali’ye kadar uzanır. Üç genç geçmişte dünyayı değiştirmeyi hayal etmişlerdir. Ama artık “Kayıp bir kuşağın çocukları”dırlar. (s.188) Türkiye’de de yansımaları görülen küreselleşmenin estirdiği değişim rüzgarlarından etkilenmişlerdir. Ahmet ve Ali bu yabancı diyarda yazgılarını yaşarken ülkedeki neoliberal yarışa uzak dururlar; zamanın ruhuna kapılmazlar; ellerinden başka bir şey de gelmez zaten.
MUTLU AŞK YOK MUDUR?
Peki ya aşk?
Tek bir patriyarkal sistem, hem kadını hem erkeği denetlemektedir. Dünya genelinde topluma sinmiş kadın cinselliğine duyulan korku Ahmet’i ve Ali’yi de sarmıştır. Kadınlarsa cinsellikleriyle tanımlanırlar. (Adet görme, bekaret vb.) Kendilerini utanç içinde öğrenirler. Cinsel hiyerarşiyse, cinsel rollerde olduğu gibi aşkta da geçerlidir. Ahmet, patriyarkal baskıya karşın kendini görece özgür kılabilmiş Kamuran’ı değil, tabi konumda tutabileceği Maria’yı tercih eder. Eski sevgilisi, arzuyla irade arasındaki gerilimi atlatmayı becerir. Maria ise ilişkisinin sürekliliğini erkeğe boyun eğmesine borçludur. Ali de benzer kaygılarla, Kamuran’ı daha yakından tanımak ister. Kamuran içinse Ali, “Duygularını gizleyen, fethetmek, boyun eğdirmek isteyen bir erkektir. (s.171)” Yoksa Aragon* haklı mıdır, “Mutlu Aşk Yoktur” derken.
Yabancılaşmanın üstesinden gelmiş bir benlik oluşturma, kapitalist sistemde birey için kolay değildir. İçinde yaşadığı ortamın sorunları karşısında yaşama bağlılığını kaybetmiş sıradan insanların sayısı artmakta, intihar haberleri sıkça gündeme gelmektedir. Kamuran Heathrow Havalimanında tanık olduğu uyuşturucu kurbanı genci hatırlarken düşüncesi “aydın intiharları”na kayar. S. Sweig, V. Woolf, Mayakowski… Nilgün Marmara… Yazar, eleştirmen kimliğiyle intihar olgusunu da irdeler.
“Geçmişi düzeltemez ama geleceği yaratabilir miydi?” (s.215) diye soran anlatıcı, Kamuran’ın “yeni kadın” olduğunu mu vurgulamaktadır? Kamuran, yaşamındaki farklı kesitlerden söz ederken sömürü ve baskıya karşı duruşuyla, mücadeleci kişiliğiyle bir kadın portresi çıkar ortaya. Bu kadının yaşamdan beklentileri, daha iyi bir dünya düşlediğine işaret eder.
Sonuç olarak roman, Londra gibi mimarisi, kozmopolit nüfusuyla ilgi çeken bir kentte farklı bir kültürel geziye çıkarıyor okuru. Egemenlerin eril tarihini sosyo- ekonomik, siyasal yönden sorgularken cinsiyetçi toplumsal ilişkileri eleştirerek dönüşüme açık bir üslupla yansıtıyor. Geriye birey- toplum ilişkisi üzerine tüm insanlığı ilgilendiren sorular bırakıyor.
“Kamuran/ Sürgün Günlerinde Aşk”, yapıtın içerdiği engin malzeme, geçmişi ve günümüzü kapsayan bireye ve topluma dair tartışmaları nedeniyle, özellikle genç kuşak okurda ilgi ve merak uyandıracağı için okunmalı. Ayrıca yazarın içtenliğinin, gözlem gücünün yanı sıra yıllar içinde olgunlaşmış siyasal bilincinin de yönlendirmesiyle kültür, sanat, siyaset alanındaki birikimini yansıtan yaklaşımı da yayın dünyamızda farklı kılıyor yapıtı.
* Louis Aragon (1897- 1982) “Mutlu Aşk Yoktur” şiirini 1943 yılında yazmıştır.
İlgili haberler
Yaşamın ve tarihin içinden romanların yazarı Handa...
Münire Çalışkan Tuğ’dan, Yazar Handan Gökçek ile okuyucuyu romanların ve öykülerin içine sürükleyen...
‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ ve Suat Derviş
Suat Derviş’in, ‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ eseri, bir dokuma fabrikasında sömürülen, bütün h...
GÜNÜN KİTABI: Gün Doğarken Yürümek
Yazar, yıllardır biriktirdiği toplumbilimsel ve siyasal bilgiyi okurla paylaşıyor. Resmi tarihte hak...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.