Uzmanlara göre günümüz tarih yazımında kişisel anlatılar, belge niteliğiyle, ait olduğu dönem hakkındaki resmi arşiv belgelerine kıyasla, daha ayrıntılı bilgi içerdiğinden araştırmacıların ilgisini çekiyor. Hande Durna da “GÜN DOĞARKEN YÜRÜMEK” adlı kitabının (Yeni Ülke, 2018) önsözünde, okurlara doksanlı yılların devrimci kuşağını anlatmaya çalıştığını ve anlatısındaki tüm olayların gerçek, kişilerin ise kolektif bir hafızanın ürünü olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla kitap için unutuluşa karşı meydan okuma diyebileceğimiz tutumuyla araştırmacılarca aranan özelliklere sahip, diyebiliriz. Ayrıca hemen ekleyeyim, geçmişi kadın anlatılardan okumak, ayrı bir okuma deneyimidir ve bunun solun tarihinin yazılmasındaki rolü önemlidir.
Öte yandan kişisel bellek kuşkusuz kolektif belleğin bir parçasıdır; ancak anlatıcı, burada olduğu gibi yorumlarını, üyesi olduğu siyasi oluşumu temsilen değil, kendi algısına göre, kişisel ayrım çizgisini koruyarak yapar. Kitapta anlatıya uygun olanların ustalıkla seçildiği otobiyografik bilgilerin yanı sıra çeşitli okumalardan, gözlem ve deneyimlerden süzülüp anlatıya yedirilmiş bilgiler yer alıyor. Yazar, yıllardır biriktirdiği toplumbilimsel ve siyaset hakkındaki bilgiyi okurla paylaşıyor. Gırgır, Limon dergileri, Turgut Özal karikatürleri; Grup Yorum konserleri; “Stand By Me”, “Both On The River” şarkıları, İstanbul’da “Habitat” hazırlıkları, 17 Ağustos depremi, “türban meselesi”… Resmi tarihte hak ettiği yeri alamayan çok sayıda kişinin, olay ve olguların görünür kılınmasını da başarıyla gerçekleştiriyor: Sivas katliamından, Metin Göktepe’nin öldürülüşüne…
Kitapta kızlı erkekli, üniversiteli gençlerden oluşmuş geniş bir kadro karşılıyor okuru. Mensubu oldukları sınıf temelli toplumsal oluşumu temsil eden bu gençler deneyimledikleri siyasal kimlikleriyle öne çıkıyorlar. Kadronun geniş tutulması kanımca isabetli bir seçim olmuş. Kitabın amacına uygun olarak, “anlatılmak istenenin” daha kapsamlı kavranması açısından; deneyimlerde genelleme yerine çeşitlilik, özne olarak mücadelede yer alan kolektif seslerin duyulması sağlanmış. Anlatıda kronolojik açıdan “parçalı ve kopuk bir yapı”nın tercih edilmesi de bu tür anlatı tarzının doğal bir niteliğidir. Örneğin: “80 sonrasının çocuklarıydılar, yani gezi öncesinin. Gezi çocuklarıyla yeniden doğdular.” (S.197)
Tabii maharet, bilgi birikimini romana özgü yazınsal bir tatla taçlandırmakta.
Yazar yine önsözde, ‘96 kuşağının Haziran direnişine kadar uzanan öyküsü için dönemin ve kuşağın ruhunu yansıtabilmesi açısından roman formunu seçtiğini belirtiyor. Kurulu düzen eleştirisi yaparken edebiyatçı kimliğini konuşturmayı savsaklamıyor. Tarihsel malzemenin dengeli bir biçimde kullanılması gibi devrimci kimliğe özgü bir bellek oluşturulması ihtiyacını karşılamaya çalışırken romanın aile, arkadaşlık, karşı cinsle ilişki vb. izleklerini titizlikle ele alıyor.
Gençlerin devrimcilik yıllarında zorlu mücadeleler sonucu elde ettikleri kazanımları ders çıkartılacak türden. Oturma eylemleri, bildiri dağıtmak, sokaklarda gazete satmak, gözaltılar… Ama aşk da var tabii, kalp ağrısı da… Sabırsız okur kitapta, kadın sorunlarının ataerkillikle ilişkilendirilmediğini, cinsel rollere bağlı bir değerlendirmenin, üstü örtük bir biçimde geçiştirilmiş olduğunu düşünebilir. İlk bakışta belki haklı da olabilir: Siyasal konularda kızların ideolojik “ben”leri, erkeklerinkiyle benzerlik taşımaktadır. Kendi aralarındaki fikir ayrılıkları, tartışmalar, cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanmamaktadır. Bunda 1975- 80 arası Türkiye’de güçlü ve örgütlü bir devrimci hareket içinde yer alan kadınların bıraktığı mirasın da rolü olsa gerek. Ayrıca, kız öğrenciler üniversitede, ev kadınlarına kıyasla oldukça eşitlikçi bir ortamda öğrenim görmektedirler. Ancak siyasal deneyimlerin kızlar için özgürleştirici olduğu, cinsel rol üzerindeki baskı karşısındaysa yetersiz kaldığı görülüyor. Kızların siyasal misyonları için gösterdikleri ataklık, kararlılık özel yaşamlarına yansımıyor. Tümü cinsiyet rollerini yaşayarak deneyimlerken “özne” konumlarının sorunsuz olmadığını dışa vurmaktan kaçamıyorlar. (Seda- Haluk karşılaşmasında görüleceği gibi, erkeklerin rahatlığı kızlarda yoktur.) “Evrim, kendisine konulan sınırları ancak devrimci mücadele söz konusu olduğunda aşabiliyor, kendi hayatında devrim niteliğinde değişikliklere adım atamıyordu(r).” (s.168) Tümü duygularını, iç dünyada yaşadıkları sarsıntıları ilgi duydukları erkeklerden gizleyip akılcı tepkiler gösterirler. Bu tutum görünüşte onlara erkek karşısında üstünlük sağlar. Ancak yakın çevrelerinin -başta aile- tutucu değerleriyle devrimci değerlerin ortasında kalmışlardır. Seda, Evrim, Aylin, Canan ve diğerleri duygularını yönetmekte zorlanırlar. Zaten aşka vakit de yoktur! Devrimci mücadeleye ayrılan zaman bu konuda uzun boylu düşünmeye fırsat vermez. Yazar ‘80 sonrası Türkiye’de sesini duyuran feminizmden haberdardır; nitekim Mehmet bir tartışma sırasında Ceren’e okuduğu feminist kitapların etkisine kapıldığını söyler. Ancak anlatıya damgasını vuran kadının özgürlüğüne sahip çıkma kararlılığıdır, kadın ezilmişliği değil. Sözgelimi Canan gece parti toplantısından dönerken sokakta yaşadığı korkuya teslim olmaz, çareyi arkadaş evinde kalmakta bulur.
Değişen yaşam koşulları gençlerin üzerinde de etkisini gösterir. İç sorgulama başlar. Gençler, iş yaşamına katıldıklarında “kapitalizmin tahakkümünü iliklerine kadar hissederler.” (s.163) Plazaların o boğucu atmosferinde kendine yabancılaşarak çalışmak Seda’ya göre değildir örneğin. Üniversite yıllarının özgürlüğü kalmamıştır artık. Seda roman boyunca cinsiyet kimliğini sorgulamaz. Ataerkil sistemin mağdur ettiği kesime -halkın içinden kadınlar, mendil satan kızlar vb- gösterdiği ilgi de kendiliğinden oluşmuş kadın duyarlılığının bir yansımasıdır. Daha sonra kadın çalışmaları yapacağını öğreniriz. Bu onu heyecanlandıran bir deneyim olacaktır. Galatasaray’da Cumartesi Annelerinin eylemi sırasında ortamdan etkilenip annelik kavramını sorgular. Bu tür örneklerle ilerleyen bölümlerde sabırsız okurun olası kadın sorunları gölgede kalıyor yargısı da ortadan kalkacaktır.
Öte yandan bilindiği gibi, kişiliğin şekillenmesi eş ve anne-baba oluşla tamamlanır: Seda- Halûk, Aylin-Sinan, evlenip anne-baba olurlar. Ama yeni yaşamın yol açtığı psikolojik baskılar özgüveni yüksek gençlerde bile insani zaafları açığa çıkarır. Yazar gerçekçilikten ödün vermez, karakterleri ülküselleştirmez. Siyasi mücadele bazılarına ağır gelir, yollarını ayırırlar. Ancak hâlâ o devrimci ruhu yaşatmak için mücadeleyi sürdürme kararı alır çoğu, geleceğe dair umutlarını dile getirirler.
Derken “çapulcular” görünür siyaset sahnesinde.
Özetle yazar, güç bir işin altından kalkmayı başarıyor. Akıcı, merak uyandırıcı, bilgilendirici, ironisi, mizahı eksik olmayan bir üslup; anlatıyı güçlendiren özlü sözler; mekan betimlemeleri ustalıkla kotarılmış. İstanbul’daki Cennet Bahçesi, özellikle işyeri ve kitabın Gazete başlıklı bölümündeki Beyoğlu betimi kayda değer.
Sol belleğin kalıcı olmasında bu tür kitapların katkısı tartışılmaz. Unutmayalım ki, Türkiye’de özellikle askeri yönetim dönemlerinde sendika, dernek, meslek odası ve siyasi parti gibi kuruluşlar kapatılmış ve bunlara ait belgelere el konulmuştur. Ne yazık ki belgelerin çoğu da yok olmuştur.
İlgili haberler
Yalnız Bir Kadının Denge Arayışları
Tülin Tankut’un otuz yıl önce yazdığı “Yalnız Bir Kadının Denge Arayışları” adlı romanı, aralık ayın...
GÜNÜN KİTABI: Alt tarafı bir film (mi?)
Tülin Tankut’un 2004'te Papirüs Yayınevinden çıkan, yeni yazılarla sürekli güncellenen “Alt tarafı b...
GÜNÜN KİTABI: Tülin Tankut’la ‘Serbest Düşüş’
Tülin Tankut’un kadın emeğinden şiddete, tacize, medyanın kadın kimliğinin oluşumuna etkisinden moda...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.