‘Z Kuşağı’ tartışmaları | Genç kadınlar ne yaşıyor, ne istiyor?
Gençlerin, genç kadınların neler yaşadıklarını ve neler istediklerini, tepkilerini, çözümü nerede bulacaklarını… Hepsini Emek Gençliği MYK Yöneticisi Elif Ergin ile konuştuk…

Dünyada ve Türkiye’de yer yer yükselen mücadelelerde gençleri ön saflarda görüyoruz. Kuşkusuz bu gençler arasında, genç kadınlarda ağırlıkta görünüyor. Memlekette de bir ‘Z Kuşağı’ tartışmasıdır aldı başını gidiyor. ‘Z Kuşağı’ keşfediliyor, yorumlanıyor, analiz ediliyor… En son YKS‘den bir gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın YouTube’daki ‘Gençlerle Buluşma’ canlı yayını, art arda #OyMoyYok etiketli yorumlar ve ‘dislike’lar alınca ‘Z Kuşağı’ yeniden tartışmaların odağı haline geldi. Sokak eylemlerinde, direnişlerde, sosyal medya eylemlerinde; dünyada ve Türkiye’de gençleri en ön saflarda görmek mümkün. Özellikle genç kadınlar şiddete, tacize, memlekette yaşanan kadın cinayetlerine karşı seslerini yükseltiyor, öfkelerini dile getirmekten çekinmiyor.

‘Z kuşağı’ tartışmalarıyla beraber, geçliği, genç kadınları, neler yaşadığını ve neler istediklerini, tepkilerini, öfkelerini, ‘oy deposu’ olarak görülmelerini, çözümü nerede bulacaklarını Emek Gençliği MYK Yöneticisi Elif Ergin ile konuştuk…

TÜRKİYE GENÇLİĞİ ÜLKENİN GİDİŞATINDAN MUTSUZ

Son günlerde özellikle pandemi döneminin yarattığı gerginlik ortamında gençliğin sınav stresi, “normalleşme” adı altında sınav tarihlerinin öne çekilmesi çok önemli gündem maddeleri oldu. Aynı zamanda Cumhurbaşkanının youtube yayınına gelen “dislike”lar, #OyMoyYok sloganı da bu dönem gençliğinin itirazını yükselttiği yorumları ile karşılandı. Bu yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kapitalist sistemin, halkın genç kuşaklarına dayattığı karanlık, gençler açısından yeteri kadar gerginlik yaratıyor zaten. Ekonomik kriz dönemlerinde, pandemi süreci gibi süreçlerde yönetici sınıflar en çirkin ve acımasız yüzleri ile çıkıyorlar gençliğin karşısına.

Özellikle Türkiye gibi bağımlı kapitalist ülkeler açısından sistemin kendi çelişkilerini aşma süreçleri gençlik açısından çok daha yıkıcı oluyor.

Pandeminin hemen öncesine bakalım; üniversitelerde yemekhaneye bir anda yüzde beş yüzlere varan zam yapılabiliyor, patronların milyar liralık vergi borçları bir kalemde silinirken, ülkeyi yöneten tek adam gençliğe bedavacı olmayın diyebiliyor. Çocuk istismarını aklayacak yasa önerileri bir gece yarısı pat diye gündeme sokulabiliyor.

Kısacası tek adamın bu ekonomik krizden kendi sınıfını kurtarmak üzere attığı her adım şu veya bu şekilde gençlerin hem gelecek kaygısını tırmandırıyor hem de bugünün acil ekonomik ve sosyal taleplerini hayati hale getiriyor.

Tek adamın ‘normalleşme’ adını taktığı, pandeminin tüm yüklerini emekçilere ve gençlere ödetme süreci bu tabloyu ağırlaştırıyor. SGK kuyruklarında yüzlerce genç yardım talebi için bekliyor, binlercesi salgına rağmen çalıştırılıyor, bir o kadarı kapının önüne konuyor, öğrenciler eğitim alamıyor, liselilerin geleceği ile oyuncak gibi oynanıyor.

Tek adamın sınıfsal karakteri ile gençliğin özlemleri ve talepleri birbirinin tam karşısında. Böyle bir tablo içerisinde işçi, işsiz, üniversiteli, liseli milyonlarca gencin Erdoğan’a ‘like’ vermesini beklemek abes olur. Pandemi süreci tüm bu gerginliği, geleceğin belirsizliğini, bugünden hiçbir beklentinin kalmamış olmasını derinleştirdi. Olan bu aslında.

Türkiye gençliği içinde bulunduğu durumdan, ülkenin gidişatından mutsuz. Türkiye’de az çok kabul edilebilir şartlarda bir yaşamı olduğunu, geleceği olabileceğini düşünmüyor. Ülkenin yönetimi ise 18 yıldır AKP’nin elinde. Dolayısıyla birikmiş sorun ve tepkilerin 18 yıldır bu ülkeyi yönetenlere yönelmiş olmasından daha doğal bir durum yok. Sosyal medyada ‘like’ ‘dislike’ tıklamaları bir kendini ifade yöntemi. Dolayısıyla Erdoğan ve yönetimine karşı duyulan rahatsızlık ifade edildi.


GENÇLİK NEFES ALMAK İSTİYOR

“Gençlik hareketi bir süredir lokal düzeyde anlık tepkiler verilen ama sonra geri çekilen bir düzlemde seyrediyor. Bu düzlemde en büyük eksiklik gençliğin örgütsüz oluşu. Ama bu tepkilerin dile getirilmediği, mevcut koşullarda tek adama olan öfkesini çeşitli biçimlerde ifade etmediği anlamına gelmiyor. Gençlik hareketi ve mücadelesini anlama, izleme bakımından uzak olan çevreler, gençliğin her bir kıpırtısında sil baştan tespitler yapıp, gençliği yeniden keşfe çıkıyorlar.

Son iki seçime bakıldığında zaten tek adam iktidarının gençlikten oy alamadığını görürsünüz. Gençlik zaten bir süredir ‘oy moy yok’ diyor.

‘Korkusuzca dile getiriyor’ dedikleri seçimlerde AKP’ye oy vermeyeceklerini bir kez de twitterdan gündeme getirmiş olmaları. Sandıklar gasp edildiğinde sokağa çağrı yapmaktan korkanların gençliğin bu sitemini korkusuz olarak nitelendirmelerinde bir problem yok.

Bu dili anlamayanlar veya bu dilin kendi düzen programlarına yedeklenmesini isteyenler de bir çaba içerisinde şimdi. Gençliği yeni baştan keşfetmelerine gerek yok. Biz buradan söyleyelim; gençlik nefes almak istiyor.

Problem gençliğin geleceğini mücadele ile tek adamın ve arkasındaki patronların elinden sökerek kazanabileceğini kavramak zorunda olmasında.”

DÜNYANIN DÖRT BİR YANINDA GENÇLER DÜZENDEN RAHATSIZ!

Son dönemde “Z kuşağı” tartışmaları yapılıyor. AKP iktidarı döneminde doğan ve ilk kez oy kullanacak olan bu kuşağa atfedilen çeşitli özellikler arasında birbiriyle çelişen çeşitli şeyler de var; kimisi bu kuşağı çok apolitik olarak lanse ederken, kimisi ise kendilerine özgü bir politikleşme süreci yaşadıklarını, bu politikleşmenin daha önceki dönemlerin politika yapma biçimlerine uygun olmadığı için doğru değerlendirilmediği gibi… Siz bu kuşak harflendirmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu kuşağa atfedilen özellikler konusunda ne düşünüyorsunuz?

Kapitalist sistemin bunalımları özellikle Türkiye gibi bağımlı kapitalist ülkelerde gençlik yığınları açısından büyük bir yıkım anlamına geliyor. Hem ekonomik hem sosyal açıdan. Tepki ve itirazların daha yüksek sesle dile getirildiği dönemlerde de en çok bağıran gençler oluyor. Bunda garipsenecek bir durum yok. Dünya tarihi de kendi ülkemizin tarihi de hep bunu göstermiştir. En dinamik, en hızlı refleks veren kesimler emekçilerin, halkın genç kuşakları olmuştur. Ama sanki Türkiye’de gençler ilk defa muhalefet ediyormuş gibi, gençliğin her ‘artık yeter’ dediği anda sil baştan tespitler yapılıyor.

Elbette her dönemin olanakları, nesnel koşulları, kapitalizmin bizzat geliştirdiği araçlar ‘artık yeter’ deme biçimlerine etkide bulunur.

Yığınlar da kendi eylemleri ile bu koşullara etkide bulunur ve değiştirir. Kendiliğinden eylemlerin, biriken tepkinin dışa vurumunun biçimlerinden yola çıkarak tespitler yapmanın sonu yok.

Mesele emperyalist kapitalist sistemin çelişkilerinin farklı özgünlükleri olan ülkelerde, genç kuşakları nasıl etkilediği. Ve somut çelişkilerin ortaya çıkardıkları olanakları değerlendirecek şekilde gençlik mücadelesinin geliştirilmesi, antifaşist antikapitalist bir çizgide yığınların kendi örgütlerinin kurulması.

ABD, Fransa, İngiltere, Şili, Lübnan gibi kapitalizmin gelişkinlik düzeyinin farklılıklar gösterdiği ülkelerde özellikle gençler sokaklara döküldüler. Kiminde ırkçı politikalar, kiminde işsizlik, kiminde kadına yönelik şiddet, kiminde çalışma yaşam ve koşullarına olan tepkiler motivasyon noktası oldu. Kendiliğinden hareketlerin tüm özgünlüklerini barındırıyor bu eylemler.

Dünyanın dört bir yanında gençler kendi özgünlükleri ile mevcut düzenden rahatsız olduklarını söylüyorlar. Kökten bir değişimi istiyor, başka bir düzene özlem duyuyorlar. Ama bu yığınlarda bir bilinç düzeyine çıkmış durumda değil henüz. Buna bir de 68 döneminde olduğu gibi alternatif sistem örneklerinin olmayışı ve işçi sınıfı mücadelesinin yenilgi döneminde oluşumuz eklenince kapitalizmin karşısında sosyalizmin seçenek haline gelmesi kolay olmuyor. Mevcut düzenden duyulan rahatsızlık, zaman zaman sokağa taşan öfke kapitalizmin karşısında sosyalizmi bir alternatif olarak göremiyor. Rahatsız olduğunu dile getirmekle yetiniyor çoğu zaman.

Pandemi süreci virüsün biyolojik ama sonuçlarının sınıfsal olduğunu gözler önüne serdi. Bu aslında şu demek; aldığınız nefesin biyolojik olarak durumu da yalnızca ekonomik açıdan değil, tüm yönleri ile yaşam koşullarınızın da politik olduğu. Türkiye gençliği de bunu fark etmeye başlıyor. Üniversite giriş sınavı ve tarihinin önce ertelenmesi sonra erkene çekilmesine karşı verilen tepkiler buna örnektir.

Ama politika yapma, politikaya katılma düzeylerine bakarak zayıflık görülen yerde ‘apolitize’ , mevcut koşullara itiraz seslerinin yükseldiği zamanlarda ‘politize’ gibi tanımlar yapmak çok doğru değil. Kendi ülkemizde tek adamın, gençlik yığınlarını kendi politikalarına yedekleyemediği bir gerçek. Dönem dönem milliyetçi duygulara seslenerek yayılmacı dış politikasını kabul ettirmeye çalışsa da bugün ‘Türkiye iyiye gidiyor’ veya ‘Bu kötü gidişatı Erdoğan tersine çevirebilir’ diye düşünen genç yoktur. Ama mesele; “haklarımızı nasıl koruyacağız, taleplerimizi nasıl savunacağız, geleceğimizi nasıl kazanacağız?” Sorularına topyekun bir mücadele ile cevap vermekte.

‘İKTİDARA TEPKİLİ OY DEPOSU’ DEĞİL, ‘DÜZEN YIKICISI’ OLMAYA İHTİYACIMIZ VAR

Muhalif partiler de gençlik için epey şey söyledi. Onlar için bir ‘umut’ haline geldi gibi de tartışılıyor… Gençlik, muhalif partilerin ‘oy deposu’ mu oluyor bu tabloda?

“Bugünün gençlerinin, önceki dönemlerin politika yapma biçimlerine uygun olmama tartışmaları; bugün AKP’nin alternatifi olarak anılan çeşitli türden burjuva partilerin programlarının gençliğin kaygılarına ve başka bir düzen istemine cevap vermemesinden ileri geliyor aslında. CHP istediği kadar ‘bugsız bir dünya’ diye video ile seslenebilir. Ama kapitalizmin çelişkilerinin dayattığı sorunlara, ülkenin gidişatına müdahale edebilecek bir programa sahip değil. Politika yapma biçimi yığınların kendi talep ve özlemlerinden ziyade temsil ettiği sınıfların çıkar ve politika yapma biçimlerine dayanıyor. Bu ve türevi partilerin ‘oy alternatifi’ olma dışında gençliğe bir şey vaad etmediklerinin Türkiye gençliği de farkında. Ama gençlik öte yandan, haklarını korumak, geleceğini kazanmak, rahatsız olduğu tüm bu koşulları değiştirebilecek bir program ile hareket etmekten yoksun.

Çeşitli liberal çevrelerin de milyonlarca gencin öfkesini nereye yönelteceğini nasıl hareket edeceğini hesaplama gibi bir derdi var. Çünkü bu öfkeyi sistemin sınırları içinde tutma, kökten değişim özlemini kendi burjuva düzen programına yedekleme gayreti içindeler.

3 ay boyu eğitim alamamış, bin bir türlü maddi ve manevi zorlukla, yüksek stresle sınava hazırlanmış gençlerin yükselttiği tepkinin karşılığı CHP, İYİ Parti vb. partilerde ‘iktidara tepkili oy deposu potansiyeli taşıyan gençler’ olmuştur. Bu sistemin kökten değiştirilmesi ihtiyacı ve özleminin üzerine kendi çıkarları için çökmenin peşindeler. Sermayenin tek adam seçeneğini değil de başka bir alternatifini desteklemenin gençliğin rotası olmasını istiyorlar. Bu nedenle bu değişim isteminin her öne çıktığı dönemde, çeşitli tüketim alışkanlıklarından tutalım da sosyal davranış biçimlerine kadar bir takım ortak paydalar üzerinden etiketler yapıştırıyorlar genç kuşaklara.

Mesele yalnızca aynı yaş grubunda olan, AKP Türkiye’sine doğmuş gençlerin eğilimlerini anlama çabası değil. Ki bu ülke yönetiminin değişmesini isteyen gençleri bir şekilde kendi çizgilerine ikna etme yolları olarak ‘kuşak’ tartışması sürdürenler de masumane değiller diyebiliriz.

Gençliğin ne demek istediğini anlamak isteyenler Türkiye gençliğinin neden yaşam koşullarından umutsuz olduklarına baksınlar.

Asgari ücret belirlenme dönemlerinde işçi gençlerin üye oldukları sendikalar ‘aman efendim ne verseniz kabulümüzdür’ türünden işbirlikleri içinde ise, ‘sosyal güvencelerin tümden kaldırılmak’ istendiği dönemde sendikalar iş yerlerini ayağa kaldıracak bir çaba içinde değilse, dahası bu örgütlerin yönetimleri işçilerin kararlarına ve seçimlerine değil bürokrasiye dayanıyorsa, genç işçi kuşakları örgüt deneyiminden yoksun ise duydukları karamsarlık, bu tabloya itiraz etme biçimleri 2000’den sonra doğmuş olmak ile açıklanamaz. Türkiye gençliğinin hayatta kalma çabalarına ve sermayenin saldırıları karşısında nasıl durmaya çalıştıklarına bakmak yeterli. Buralar anlaşılmadıkça alfabenin harfleri bu tartışmaları sürdürenlerin gençliği anlamalarına yetmez...

Türkiye gençliği bu tehlikenin farkına varmak zorunda.

Bu düzenden duyulan rahatsızlığı; bu düzeni yıkabilecek bir mücadele programına çevirmedikçe gençliğin başı beladan kurtulmayacak. Bu, bugün ülkemiz açısından bir halk iktidarı için mücadele etmektir. Bunun adresi de Emek Gençliği.

GENÇ KADINLAR BİRLİKTE MÜCADELE ETMEDEN SORUNLARIN ÇÖZÜLMEYECEĞİNİN FARKINDA

Gelelim genç kadınlara… Dikkat çekici bir biçimde son dönemde kadın hareketinin eylemlerinin ya da üniversitelerde, liselerde yapılan çeşitli eylemlerin, yaşanan hareketlenmenin içinde ve hatta önünde genç kadınları görüyoruz. Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, taciz konusunda hem sosyal medyada hem de aslında sokakta, kampüste yürüyen mücadelelerde genç kadınların önemli bir etkinliği olduğunu gözlemliyoruz. Ayrıca genç kadınların sokakta, okulda, evde yaşadıkları şiddete karşı susmadıklarını, anlattıklarını, tepki gösterdiklerini, kamuoyu yaratmaya çalıştıklarını görüyoruz. Sizin gözlemleriniz de bu yönde mi? Eğer böyleyse bunu neye bağlamak gerekir?

Şule Çet davası bu açıdan kritik bir yerde duruyor aslında. Şule’nin katilleri gözaltına alınıp ‘delil yetersizliği’ sebebiyle serbest bırakıldı. Bu ülkenin genç kadınlarının kamuoyu yaratma çabası olmasaydı ‘intihar eden’ binlerce kadından biri olarak kalacaktı Şule.

Hatta zanlıların savunmalarında ‘sosyal medya kullanan ergenlerin tepkilerini dindirmek için bizi feda etmeyin’ türünden cümleler geçti.

Mahkemelerin güvenilirliği, genç kadınların davaların takipçisi olduğu kadar bu ülkede. Kadınlar ses çıkarmadıkları ölçüde ezileceklerini, katledileceklerini, yaşadıkları bu vahşetin de ‘gece sokaktaydı’, ‘kısa etek giymişti’ türünden söylemlerle normalleştirileceğini biliyorlar. Çünkü bu sözleri sokaktan herhangi biri sarf etmiyor. Dersini dinledikleri akademisyenler kuruyor bu cümleleri, İstanbul Sözleşmesini, 6284 sayılı yasayı uygulamakla mükellef devlet yetkilileri örgütlüyor bu çizgiyi. Bu da yetmiyor; İstanbul Sözleşmesi’nin iptali dile getiriliyor. Genç kadınlar mücadele etmeden, birleşmeden, ortak bir ses çıkarmadan, kamuoyu yaratmadan sorunlarını çözemeyeceklerinin farkındalar.

GENÇ KADINLARIN ÖRGÜTLÜ OLMAYA İHTİYACI VAR ÇÜNKÜ…

Peki genç kadınlar arasında bu birliktelik, tepki, örgütlü bir mücadeleye evriliyor mu?

Bu farkındalık tüm kampüs, yurt, çalışma yaşamına, buralardaki mücadeleye ileri düzeyde yansımış değil. Bu birliktelikler henüz sıcak gündemlerde, infial yaratan gelişmeler söz konusu olduğunda kısa süreli kuruluyor. Örgütlü, uzun soluklu bir mücadeleye dönüşebildiğini söyleyemeyiz. Ancak böyle bir mücadelenin genç kadınlar için hayati önemde olduğunu anlatabildiğimiz, buna uygun pratik sergileyebildiğimiz ölçüde de önemli deneyimler kazandığımızı söylemek gerek. Bu deneyimlerin zenginleşmeye, ülkenin dört bir yanına yayılmaya ihtiyacı var. Çünkü genç kadınlar, tek adamın inşa etmek istediği gerici faşist politik rejimin doğrudan hedefi halinde. Böyle bir hedef olmayı sosyal güvencesizlikle, ezilen cinsiyet olma durumunun ağırlaşması ile, sömürülme ile, baskılanma ile ödüyoruz. Bu sebeple hiç olmadığı kadar örgütlü olmaya, birlikte hareket ederek bu düzeni hedefe koymaya ihtiyacı var genç kadınların. Bu ihtiyaca cevap vermenin olanaklarının da bu dönem geliştiğini söylemek gerekir.


GENÇ KADIN AVUKATLARIN EN ÖNDE OLMASI ŞAŞIRTICI DEĞİL

Hükümetin barolara yönelik yasal düzenlemesi hukukçuları ayağa kaldırdı. Avukatların, hukukçuların bu süreçte yaptığı eylemler ağırlıklı olarak baro başkanları çerçevesinde tartışılsa da özellikle illerde adliye ya da baro önünde yapılan eylemlerde genç kadın hukukçuların katılımları gözle görülür biçimde fazlaydı. Bu genç tablonun kaynağını nasıl değerlendirirsiniz?

Baro bir meslek örgütü değil aslında. Yargı alanında savunma ayağının yani halkın kendini ifade etme, haklarını savunmanın bir dayanağı. Genç avukatların mesleki güvencesi olmayı da kapsar haliyle. Bugün daha çok meslek örgütü gibi tartışılıyor. Oysa bu ülkede en fazla kadınlar baronun anlamını bilir. Çünkü şiddetten kaçtıklarında şartsız bir hukuki destek almanın, karakollardan gerisin geri çevrilmemenin, patrona kıdemini yedirmemenin, fazla mesai ücretini söküp almanın, kadınları ilgilendiren yasaların ne anlama geldiğini bilmenin adresi, bu kadınların avukatlarının da bir ölçüde de güvencesidir. Tek adam şimdi kendinden taraf olmayanları bertaraf etme çabasında. Hakimliklerin, savcılıkların nasıl kararlara imza attığı, nasıl iktidarın çıkarlarına uygun düşecek şekilde işletildiği aşikar. Savunma ayağı da biat etsin isteniyor. Öte yandan hukuk fakültesi eğitimi artık icra dairelerinde koşacak, evrak işi yapacak nitelikli işçiler yetiştiriyor. Her yıl binlerce öğrenci mezun oluyor. Dolayısıyla bir dönem öncesine kadar gelecek kaygısının en az olduğu bölümlerden biri iken giderek mesleki sorunların arttığı, iş bulma kaygılarının yaşandığı bir alan haline geliyor. Şüphesiz genç avukatların, özellikle genç kadın avukatların en önde olması şaşırtıcı değil. Tek adamın saldırıları karşısında ‘başkanlar’ düzeyinde bir mücadelenin tek adamı yenmeye yetmeyeceğini, iktidarın hamlelerine karşı hep birlikte karşı çıkmak gerektiğini de en iyi genç kadın avukatlar biliyor. Öğrenciliklerinde Gezi’nin Topçu kışlası yapılmasını öyle engellediler, cinsel istismar yasa tasarısını öyle geri çektirdiler, katledilen kız kardeşlerinin katillerini öyle yargılattılar. En önde de yine bu işten en çok etkilenecekler ve bu mücadele etmeyi bilenler olacak elbette!


GENÇ KADIN İŞSİZLİĞİNDEKİ YÜKSELİŞ GELECEK KAYGISINI ARTIRIYOR

Araştırmalar gösteriyor ki, çok fazla üniversite mezunu genç kadın işsiz. Özellikle pandemi döneminin bu tabloyu ağırlaştıracağı konuşuluyor. Genç kadın işsizliği genç kadınların yaşamlarına nasıl bir etkide bulunuyor? Neler düşünüyor, neler tartışıyor, neler talep ediyor kadınlar?

Pandemi süreci, en çok genç kadınları hırpaladı diyebiliriz. Aile baskısının, şiddetin arttığı, çalışan genç kadınların işsiz kaldığı veya kısa çalışma ödeneği ile hayatta kalmaya çabaladığı, öğrenci kadınların uzaktan eğitimin bin bir türlü teknik, maddi, psikolojik sorunlarıyla baş etmeye çalıştığı bir dönemdi. Özellikle aile baskısı arttıkça ekonomik olarak kendi bağımsızlığını kazanma çok önemli bir yer tutuyor genç kadınların yaşamında. Genç kadın işsizliğinin yükselmesi; gelecek kaygısının tüm boyutlarını ikiye üçe katlıyor kadınlar için. Bu süreçte kendini yalnız hissetme, karşısına dikilen tüm bu sorunlarla nasıl boğuşacağını bilememe, mezun olup olamayacağının belirsizliği, akademik takvimlerin net olmaması bunalımı derinleştirdi. Ancak online kanallar üzerinden de olsa yan yana gelişler, yapılan sohbetler, paylaşımlar, birbirinin yurt eşyalarının dağılıp kaybolmasını engellemek üzere dayanışmalar, cinsel istismar yasası tartışmalarına karşı hızla sosyal medyada refleks geliştirme tutumları bu bunalımı hafifleten, yalnızlık hissini kaldıran şeyler oldu. Bu süreçte güvenli bir yaşam, güvenceli bir gelecek öne çıkan taleplerin genel başlığı olarak söylenebilir.

ÜNİVERSİTELERDEKİ DÖNÜŞÜM, AKADEMİDEKİ TACİZ...
Son dönemde akademide taciz konusu epey gündem oldu. Halihazırda pek çok yetkin akademisyenin barış metnine imzacı olduğu gerekçesiyle ihraç edildiği, liyakat konusunun iyiden iyiye şaibeli hale geldiği, neredeyse kürsülerin “aile” kürsüsü haline getirildiği vs konuşuluyordu. Üniversitelerdeki bu dönüşümle akademide iyice görünürleşen taciz arasında bir bağ olduğunu düşünüyor musunuz? Akademide taciz konusunda öğrenci- akademisyen-genç kadınlar bakımından nasıl bir tablo var?
Her bir üniversite yönetiminin, rektörünün, tek adamın komiserleri gibi hareket ettiğini söyleyebiliriz. Nasıl ki bakanlıklar damatlara, devlet kadroları eşe dosta dağıtılıyorsa; bilimsel yeterlilik kriterinin yerini de ‘tanıdık, biat eden’ kriteri aldı demek yanlış olmaz. Öte yandan; kadının toplumdaki eşitsiz durumunu derinleştiren bir iktidarın üniversite yönetimleri de bu derinleştirmeyi ‘akademik’ olarak destekliyor. Neredeyse her üniversiteden bir tacizci öğretim üyesi haberinin çıkması, Ortaçağ’ı aratmayacak karanlıkta açıklamalar yapılması tesadüfi değil. Rastgele denk gelinmiş ‘talihsiz’ olaylar hiç değil. Tüm bunlar sistematik olarak işliyor.
Geçtiğimiz ay, online ders sırasında açık kalan kamerayı fark etmeden konuşan öğretim üyesini hatırlayalım. Bu tek başına münferit bir olay değil; sistematik hale getirilmiş kadın düşmanlığının ‘akademik’ ifadesidir.
Bilim insanı olmak, akademik çalışmalar yapmak, üniversite kürsülerinde yer edinmek bu ülkenin kadınları için hiç kolay olmamıştır zaten. Ancak gerici faşist bir politik rejimi inşa etme çabaları bu yolları dikenlerle döşedi. Hem ekonomik hem sosyal açıdan akademisyen kadınlar bir kıskaçta.
Vakıf üniversitelerinde öğretim üyesi olmak, okutman olmak, asistan olmak mobbing ile eş değer anlam taşıyor. Bu mobbingle de sınırlı kalmıyor; akademisyen kadınların hayatına mal oluyor. İşte Ceren Damar.
Üniversitelerdeki bu dönüşüm ile akademide görünür hale gelen ‘taciz’ler arasındaki bağ genç kadınların boynuna, bedenine, ayaklarına dolanıyor. Şiddetle mücadele, demokratik bir üniversite mücadelesi ile doğrudan bağlı. Bu mücadeleyi güçlendirdiğimiz, kazanım elde ettiğimiz, saldırılara karşı durduğumuz ölçüde nefes alabileceğiz.


İlgili haberler
Genç kadınlar rahatsız: Böyle bir geleceğe mahkum...

Okurken çalışmak zorunda kalmak.. Çalışırken tacize uğramak... Mezun olunca işsiz kalmak... "Bunlar...

Bu kuşağın genç kadınları işte bu ortamda yetişti

Harflerle adlandırılıp, haklarında soyut karakter analizi yapmak yerine, bu kuşağın içinde yetiştiği...

Üniversiteli genç kadınlar: Kadın cinayetlerine ka...

Üniversiteli genç kadınlar Muğla Kötekli Mahallesi’nde Zeynep Şenpınar ve öldürülen tüm kadınlar içi...