Şiddetin sebepleri tekilleştiriliyor, cezasızlıkla şiddet ödüllendiriliyor
Artan şiddetin kadınlar üzerindeki etkilerini, şiddetin gerekçesi olarak ortaya canilik ve psikolojik hastalıkların konmasının sonuçlarını Psikiyatri Uzmanı Dr. Arzu Erkan Yüce değerlendiriyor.

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da bir kadın tanımadığı bir erkek tarafından öldürüldü. Bir erkeğin yoldan geçen, hiç tanımadığı bir kadını, sırf “kolay öldürülebilir olduğunu” düşündüğü için öldürmesi, kadına şiddette ülkenin geldiği ortamın en net yansıması herhalde. “Kadınların kolay öldürülebilir olduğunu” düşünme, “ceza alır 3-5 aya çıkarım” düşünceleri bizzat failler tarafından dillendiriliyor. Buna karşılık iktidar nezdinden şiddetin temeli psikolojik rahatsızlıklara, eğitimsizliğe, caniliğe dayandırılıyor ve bu artan şiddeti önlemek için “evlilik ehliyeti”, “merhamet eğitimleri” gibi çözümler sunuluyor.

“Kadınlar kolay öldürülebilir” algısının yayılmasının sebeplerini, bu algının yayılmasının kadınlar üzerindeki etkilerini, şiddetin gerekçesi olarak ortaya eğitimsizlik, canilik ve psikolojik hastalıkların konmasının sonuçlarını Psikiyatri Uzmanı Dr. Arzu Erkan Yüce değerlendiriyor.

Psikiyatri Uzmanı Dr. Arzu Erkan Yüce

ŞİDDETE ÜRETİLEN HAFİFLETİCİ SEBEPLERLE ŞİDDET HAK BİLİNİYOR

Geçtiğimiz günlerde Başak Cengiz’i sokak ortasında samuray kılıcı ile öldüren katilin savunmasında geçen bir ifade Türkiye’de kadınların can güvenliğine dair çok şey söylüyor. “Öldürebileceğim, bana direnemeyen birinin, bir kadının geçmesini bekledim. Karşıma o çıktı, öldürdüm” demişti Can Göktuğ Boz. Bu ifadeyi Ceren Özdemir’in katilinin ifadesinden de hatırlıyoruz. Kadınların daha kolay öldürülebilir olduğu algısı bugün Türkiye’de nasıl yayılıyor?

“Kadınlar öldürülüyor” demek bile eylemi kadına yükleyen, suçu kadına atan bir yaklaşım. Sanki kadınlar keyfi olarak gidip öldürülüyor, kendini öldürtüyor! Bu ifade biçimi yerine “erkekler öldürüyor”, “erkek şiddeti” deyince ortalık ayağa kalkıyor, siz nasıl erkekleri suçlarsınız, diye. Erkeğin hiç suçu yok! “Kadınlar kolay öldürülebilir” değil, “erkekler (herkesi) kolaylıkla öldürüyor.

Bunun sistematik olarak işletilen ve dolaşıma sokulan birden fazla yolu var: Önlememek, korumamak, cezasızlık ve teşvik ile şiddetin özendirilmesi, ödüllendirilmesi.

En önemli yolu özendirme ve ödüllendirme. En tepeden inme ve ne yazık ki en tesirli yayılma yolu da ülkemizde İstanbul Sözleşmesi’nin gereklerinin uygulanmaması, feshedilmesi girişimi, 6284 sayılı Kanun’un gereğince uygulanmaması gibi adli ve yönetimsel facialardır. İstanbul Sözleşmesi; şiddetin durdurulması, şiddetin önlenmesi, şiddet görenlerin barınması/geçimi/rehabilitasyonu, faile etkin yaptırımların uygulanması ve rehabilitasyonu, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi, şiddeti önlemeye dönük devlet politikalarının oluşturulması için tasarlanmış hayati bir sözleşmedir. Sözleşmenin sadece feshedilme söylentileri bile kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinde artışa yol açmıştır. Bu, kadınları faillere hedef göstermek değil de nedir?

Kadınları hedef haline getirmenin bir diğer yolu ise toplumsal cinsiyet rollerine göre çocuk yetiştiriliş biçimi. Ataerkil kültürlerde erkeğin öfkeli olması olağan kabul edildiğinden eril şiddet davranışlarına göz yumulur. Erkeklerin küçük yaşlardan itibaren şiddet uygulamaya teşvik edilmesi, cesaretlendirilmesi, sinirli, öfkeli, gergin olmasının, kaba kuvvet uygulamasının makbul bir değer olarak görülmesi de erkeklerin şiddet davranışını tercih etmesine neden oluyor. Şiddet suçlarına baktığımız zaman, kadına ya da erkeğe uygulanmasından bağımsız olarak faillerin büyük oranda erkek olduğunu ve aslında bu toplumsal cinsiyet rollerine atıfla eril şiddet, erkek şiddeti dediğimizi hatırlatmak isterim. Ve bu eril şiddet; her tür yönetimin, yargının, dini otoritenin, eğitimin, işleyişin en üst kademesinden, en temel ilişkilere sızmış durumda.

İstatistiklere pek azı yansıyan verilere baktığımızda bu satırları okuyan on kadından en az üçü fiziksel şiddete ve ısrarlı takibe, ikisi yaşamı boyunca en az bir kez cinsel şiddete, daha fazlası ise psikolojik/ekonomik şiddete maruz bırakılmış olmalı. Çocukluğunda şiddet gören/şiddete tanıklık edenler, erişkin yaşamda şiddet görecekleri ilişkilerin içinde sıkıştırılabiliyorlar. Kadınlar, daha çok şiddete maruz bırakılan ve katlanan pozisyona zorlanıyorlar. Saldırgan bir erkek, işi kendisinden bilerek, bir diğer erkeği saldırgan buluyor, o nedenle şiddet uygulayacağında kendisine sıklıkla bir kadını, çocukları ya da hayvanları hedef seçebiliyor.

CEZASIZLIK, ŞİDDETİN ÖDÜLLENDİRİLMESİ

Kadınları şiddet failinin hedefine koymakta kullanılan bir başka yöntem de mağdur suçlayıcılık. Şiddet uygulayan kişileri değil de şiddet uyguladıkları, öldürdükleri kadınları suçlamak, ne yazık ki kültürümüzde çok yaygın. Kadınların giyimleri, makyajları, hangi saatte nerede oldukları, şiddete maruz bırakıldıklarında alkollü olup olmadıkları, aslında sadece nefes alıp vermeleri bile şiddete gerekçe olarak gösteriliyor. Gerekçeler üretilerek şiddet failleri aklanmaya çalışılıyor, yeni şiddet eylemlerine davetiye çıkartılıyor.

Şiddet uygulamaya meyilli olan bir kişi için cezasız kalmak, bu davranışın ödüllendirilmesi anlamına geliyor. Savunma ve yargı makamlarının sorumsuz/eril yaklaşımlarının, kadına yönelik şiddeti yeniden üreten ve artıran asli bir rolü var. Az önce sözünü ettiğimiz sözde gerekçelerin adli süreçlerde, “hafifletici sebepler” adı altında şiddete, nitelikli suça mazeret olarak kullanıldığını, cezai indirimlere gerekçe olduğunu görüyoruz. İyi hal indirimleri de cabası! Dahası kendisine ya da bir başkasına şiddet uygulayan erkeği durdurmak ve maruz bırakılanı ya da kendisini kurtarabilmek için saldırganı yaralamak/öldürmek zorunda kalan kişilerin, meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmemeleri, değil hafifletici sebeplerin devreye sokulması, tasarlanmış şiddet faillerinden bile kat kat daha ağır cezalara çarptırılmaları da hayatta kalan kadınların ve onlarla dayanışanların, failin sırtını sıvazlayan eril yargı eliyle, “kolay hedef olmayı” reddettikleri için cezalandırılmasıdır.

‘KADINLAR HEP BİR TETİK HALİNDE’
Erkeklerin sokakta rastgele seçtikleri kadınları öldürmesi, faillerin bu bahsettiğimiz açıklamaları kadınları nasıl etkiliyor? Kadınların günlük yaşamlarında onları nasıl bir duygu durumuna sokuyor?

Tüm bunlar, kadınların ruh ve bedensel sağlıklarını son derece olumsuz etkiliyor. Kadınlarda kaygı bozuklukları ve depresyonun, travma sonrası stres bozukluğunun daha fazla görülmesinin en temel nedenlerinden bir tanesi toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve şiddet.
Bu ülkede yaşayan ve hele de “makbul olmayan” kadınlardan biri olarak birinci ağızdan söyleyeyim; bu ülkede kadınlar olarak hiçbirimiz kendimizi güvende hissetmiyoruz. Günün neredeyse tamamında şiddetin her türüne, sadece fiziksel şiddete değil psikolojik, ekonomik, cinsel şiddete, tacize karşı sürekli tetikteyiz.
Anda kalamıyoruz, yaptığımız etkinlikleri dikkatimizi tamamıyla oraya vererek gerçekleştiremiyoruz. Sürekli kendimizi, diğerleriyle iletişimimizi, diğer kadınları, çocukları gözetme ve dış dünyayı denetleme ihtiyacı içerisindeyiz. Eğlenemiyoruz, dinlenemiyoruz. Artık sadece geç saatlerde değil her an; dışarıda yürüme, toplu taşımayı kullanma, kulaklık takıp müzik dinleyerek yürüme neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Sürekli bir savaşta, saldırı altında olma durumu, büyük bir stresör olarak hem ruh hem beden sağlığımızı etkiliyor. Böyle bir tehdit altında, güvensizlik içinde dış dünya ile sağlıklı bağlar ve ilişkiler kurmak gitgide zorlaşıyor. Kadın dayanışması tam da bu noktada imdada yetişiyor.
ŞİDDET FAİLLERİNİN ‘PSİKOLOJİK HASTALIK’ SAVUNMASI

Failler “delilik, hastalık” savunmasına başvuruyor. Sadece failler değil devlet kademesinde de böyle ele alınıyor. Şiddet, tek başına psikolojik bir “hastalığın” sonucuymuş gibi. Meclis komisyonunda evlilik ehliyeti alınarak aile içi şiddetin önlenebileceği söyleniyor, faillerin hangi psikoloji ile saldırıları yaptığının anlaşılması için milletvekilleri failleri dinliyor… Kadına şiddetin faillerin sadece psikolojisi üzerine yıkılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cinayet işlemeyi tasarlayanların Google’da “paçayı kurtarmanın yollarını” aratıp, kılıfına uydurup öyle eyleme geçtikleri bir ülkede yaşıyoruz. Öncelikle şunu söylemek isterim ki psikiyatrik bozukluklar tıpkı mağdur suçlayıcılık gibi bir başka damgalama vesilesi haline getiriliyor. Psikiyatrik tanısı olan kimselerin daha fazla şiddet uyguladıklarına ilişkin herhangi bir istatistiksel ve bilimsel veri yok. Aksine, bir psikiyatrik bozukluğu olan kimselerin şiddete maruz bırakılma riskleri genel toplumdan daha yüksek diyebiliriz.

Her ne kadar suçluların, bir suçu işlemeye onları sürükleyen ya da o suçlara zemin oluşturan geçmiş yaşantıları, psikolojik birtakım sıkıntıları olsa da bu, şiddetin bir suç olduğu gerçeğini değiştirmez ve bir cezasızlığı beraberinde getirmez. Eşitsiz toplumsal cinsiyet ilişkileri, kadına yönelik şiddetin normalleştirilerek içselleştirilmesi ve ataerkil sistem tarafından teşvik edilmesi cinayete varan şiddet olaylarıyla sonuçlanıyor. Çocukluk döneminde, erkekliğin inşasında etkili olan ataerkil aile ilişkileri; yaşanan çevre, rol modelleri, eğitim sistemi, yoksulluk, cinsel istismar ve cezaevi deneyimi, şiddet içeren eril sporlar gibi etmenlerin erkekliğin egemenlik ve şiddetle kurgulanmasında önemli rolü var. Erken ebeveyn kayıpları, çocukluk çağı ihmali, alkol madde kullanımı, yoksulluk, işsizlik, göç; şiddet riskini artırır. Ancak bunların hiçbiri şiddete hak ve gerekçe olamaz. Bununla beraber bireylerin, ruhsal sıkıntılarının giderilmesine, şiddetsiz iletişim, öfke kontrolü ve sorun çözme becerilerini öğrenmelerine, uygun olmayan baş etme stratejilerini değiştirmelerine yardımcı olacak kanıta dayalı terapi yöntemleri bundan sonraki yaşamlarında şiddet uygulamamaları ya da şiddet gördükleri ortamdan uzaklaşabilmeleri konularında katkısı olacaktır.

Bazı psikiyatrik rahatsızlıklarda, örneğin; anti-sosyal kişilik bozukluğu, bazı psikotik ataklarda kişilerin kendine ya da bir başkasına zarar verme olasılıkları artabilse de bu olgular tüm şiddet faillerinin çok düşük bir yüzdesini oluşturur. Kişinin gerçeği değerlendirme ve ayırt etme kapasitesinin ortadan kalktığı, ciddi tedaviler ve kimi zaman hastanede yatarak tedavi gerektiren nöropsikiyatrik hastalıklar ve bazı psikotik ataklar dışındaki psikiyatrik tanı ve yakınmalar, kişilerin cezai ehliyetini ortadan kaldırmaz.

PSİKİYATRİK TANILARIN SUİSTİMAL EDİLDİĞİ SAVUNMALAR ŞİDDETE SUÇ ORTAKLIĞI DEMEK

Oysa yaratılan senaryolar, failin şiddet uygulama davranışına gerekçe üretmek üzere hem failler hem yakınları hem de ne yazık ki onları savunan hukukçular tarafından sıklıkla davalara konu ediliyor. Hele de ceza almayan ya da cezası hafifletilen faillerin varlığı bu yönteme peşinen başvurulmasını teşvik ediyor. Psikiyatrik tanıların suistimal edildiği, etik dışı, asılsız bu savunma ifadeleri hem şiddete suç ortaklığı demek hem de psikiyatrik tedavi gören hastaları haksız yere şiddet suçu ile ilişkilendiren, hatta damgalanma korkusu ise tanı almaktan ve tedaviden kaçınmalarına neden olan bir başka şiddet türü.

Neyse ki bunun arkasına sığınmak öyle kolay değil çünkü cezai sorumluluğunun azaldığını/ortadan kalktığını ispat edilebilmesi için zanlıların şöyle bir süreçten geçmesi gerekiyor: Önce zanlı, üç hafta, gerekirse daha uzun süre adli yatışı sağlanarak yataklı serviste gözlem altına alınıyor. Birden fazla psikiyatrist, çeşitli branşlardan hekimler, diğer ruh sağlığı çalışanları ve yardımcı personel tarafından defalarca değerlendiriliyor. Hem laboratuvar tetkikleri ile hem de çevre bilgileri alınarak çok kapsamlı değerlendirmeler sonrasında, kişinin cezai ehliyetini ortadan kaldıran bir durum olup olmadığı kararı çıkabilir. Buna göre sorumluluğu tamsa kişi hâkim kararı ile tam ceza alabilir, sorumluluğu azalmışsa cezası indirilebilir. Ağır akıl hastalığı varsa yani ceza sorumluluğu yoksa kişi ceza almaz ancak serbest de kalmaz. Kişi, tehlikeliliği ortadan kalkana değin (süre koşulu olmaksızın) tedavi altına alınır ve tehlike geçmedikçe taburcu edilmez.

“Kişiler psikolojisi bozuk diyerek suçtan kurtuluyor” algısını besleyen haberler yapılmaması, adli psikiyatri uzmanlardan ve Türkiye Psikiyatri Derneği gibi meslek örgütlerinden alınan doğru bilgilerin yaygınlaştırılması, bu suçların ve utanç verici savunma biçimlerinin azalmasına katkı sağlayacaktır.

EVLİLİK EHLİYETİ ŞİDDETE KARŞI GÖSTERMELİK BİR ÖNLEM

Bunun yanında “eğitimsizlik, merhamet yoksunluğu” ile de ele alınıyor. Buna karşın da “değerler eğitimi” adı altında dini değerlerin çocuklara öğretildiği, “merhamet eğitimleri” verildiği bir “şiddetle mücadele” söz konusu. Şiddetin temelini buraya koymak, böyle “mücadele yöntemleri” uygulamak şiddeti önlemede nerede duruyor?

“Merhamet eğitimi” adı altında verileceği iddia edilen, bilimsel kanıt değeri ve geçerliliği olmayan, alanda uluslararası düzeyde yıllardır söz sahibi olan uzmanlarının haberdar olmadığı bir yöntem ile şiddetin önlenebileceğini söylemek, çok yönlü bir halk sağlığı sorunu olan, hele de günde en az üç kadının katledildiği ülkemizde, şiddeti önlemek için hiçbir şey yapmamaktan daha vahim. Yetkililerin sadece İstanbul Sözleşmesi’ni harfiyen uygulamaları yeterliyken, onu uygulamayıp feshedip, şiddetle mücadele ettiklerini iddia etmeleri samimiyetsiz ve sorumsuzca.

Değerler sistemi elbette ki çok önemli. Örneğin, ötekini önemseme, saygı, dürüstlük, yardımseverlik, içgörü, vicdan, özeleştiri, empati gibi özelliklerin yetersizliği, yalan, iftira, şiddet ve suç davranışlarını doğurabilir. Şiddet uygulayanın yüzeysel bir özeleştiri, özür dileme davranışı ve geçici pişmanlık sonrası yeniden şiddet uyguladığı, maruz bırakılanınsa, öğrenilmiş çaresizlik içinde defalarca affettiği ve bu sorunlu ilişkiyi sürdürmeye mecbur bırakıldığı bir şiddet döngüsü söz konusudur. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine endeksli değerler bu döngüye hizmet eder, döngü de ona. “Değerler eğitimi” adı altında verilecek olan eğitimler kadının erkeğe hizmet ve itaatini, erkeğin kadına üstünlüğünü telkin eden hâkim ideolojiyi yıkıp, toplumsal cinsiyet eşitliğini benimsetecekse ne ala!

İnsani değerlerin herhangi bir dini eğitimle verilebileceği ya da bu eğitimlerin şiddeti önleyeceği iddiası temelsiz. Dini değerlere sahip olmanın ölçütü nedir? Hangi dine, değerlere göre? Dini inanış, şiddeti uygulamaktan alıkoyuyor olsaydı, oldukça yaygın biçimde küçük yaşlardan itibaren evlerde, okullarda, dini okullarda ya da ibadethanelerde verilen dini eğitimler/kurslar sayesinde hiç şiddet davranışı görülmemesi gerekirdi. Şiddet, şiddet uygulayan kişilerin inanç sistemleriyle, ibadetleriyle ilgili bir durum değil. Şiddet, öğrenilen bir suç davranışı ve egemenlik kurmak, kontrol etmek, çıkar sağlamak ya da cezalandırmak amacıyla uygulanıyor.

Herhangi bir din görevlisi de inancı bütün, adanmış bir kişi de şiddet faili olabilir. Uzaklarda aramaya gerek yok, günümüzde tanık olduğumuz, ülke yöneticilerinin, din otoritelerinin ayrımcı, hedef gösteren, şiddeti meşrulaştıran ve özendiren söylemleri, kadına ve LGBTİ+’lara yönelik şiddeti kolaylaştırıyor, artırıyor.

Yine, şiddet uygulayan kişilerin yakınlarının, arkadaşlarının, ailelerinin faillere “geleneksel değerler” uğruna sahip çıkması, “caydırıcı sosyal etkinin” ortadan kalkması, şiddete başvurmayı kolaylaştıran bir başka pekiştireç.

“Evlilik ehliyeti” gibi yapılan çok yüzeysel değerlendirmelerle kişinin sanki şiddet uygulamayacağına dair, evliliğe uygun, beraberliğe uygun bir kişi olarak sertifikalandırılması, “ehliyetlendirilmesi” kabul edilemez, gerçekçi de değil. Sanki öyle bir ehliyet söz konusuymuş, evlilik dışındaki ilişkilerde şiddet görülmüyormuş, sanki evlilik birliği dışındaki ilişkiler şiddetin önlenmesine konu değilmiş gibi. Bu, şiddeti basite indirgeyen, “psikiyatrize eden” ve kadına yönelik şiddetle göstermelik bir mücadele yöntemi, eril aklın işleri.

Çok küçük yaşlardan itibaren toplumsal cinsiyet eşitliği ve şiddetsiz iletişim ile ilgili yapılacak eğitimlerin; sadece eğitimler de değil yaşamın her alanında bunun örneklerinin sergilenmesinin, medyanın toplumsal cinsiyet eşitliğini ve şiddetsizliği destekler nitelikte olmasının -kadına yönelik- şiddetin önüne geçmek için atılabilecek temel adımlar olduğunu düşünüyorum.

ŞİDDET UYGULAYANA ‘CANİ’ DEMEK İLLÜZYON YARATIYOR

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başak Cengiz’in ailesini taziye için aradığında “Yani bu dünyada maalesef böyle caniler, hainler ne yazık ki demek ki varmış” demişti. Şiddeti uygulamak bir caniliğe de bağlanıyor…

Bir zamanlar sıklıkla meydana gelen ölümlü trafik kazalarından bahsedilirken haberlerde, sanki sürücülerin ya da yetkililerin hiçbir sorumluluğu yokmuş, bir canavar durduk yere gelip, seyir halindeki araçlara, kaldırımdaki yayalara saldırmış ya da sıra dışı bir insan o kazayı gerçekleştirmişçesine “bugün trafik canavarı şu kadar can aldı” denirdi. Çok şükür artık böyle saçma haber metinlerine rastlamıyoruz. Ancak hala şiddet faili ile ilgili “cani”, “canavar”, “sapık”, “vahşi insan” gibi söylemlerle şiddet marjinalize ediliyor. Cinayete varmayan şiddet biçimleri de “vahşi” bulunmadıkça hiçe sayılıyor.

Oysa bugünün canisi, dünün her gün psikolojik/ekonomik/cinsel şiddet uygulayan yurdum insanı. Sanki sıradan insanlar bu suçu işlemiyor da belli bir hastalığa ya da kişilik özelliğine sahip kişiler şiddet uyguluyormuş, yani kimsenin suçu ve sorumluluğu yokmuş gibi bir illüzyon yaratılıyor. Oysa bu konudaki literatür ve deneyimler derya deniz.
Sanılanın aksine şiddet davranışı failin yalnızca bir yönü. Şiddeti uygulayan kişiler, içimizden, çok yakın tanıdıklarımız olabilir, yüksek eğitimli, insani değerleri görünürde yüksek olabilir. Sevgi dolu, merhametli, kültürlü sizinle yakından ilgileniyor olabilir. Ayrıca manipülasyon yetenekleri çok güçlüdür; eğitimlerini/işlerini/makamlarını/ünlerini şiddet davranışlarına perde ederler. Bu da kendini yeterince savunamayan şiddete maruz bırakılana değil, faile inanılmasına neden olabilir.

Bu söylemlere derhal bir son verilmeli. Söz sahibi kimselere, medya ve yeni medya çalışanlarına bu konuda çok iş düşüyor.

ŞİDDETE KARŞI DAYANIŞMAK ÇOK ÖNEMLİ

Son söz olarak, şiddet bireysel/küçük topluluklarla mücadele edilemeyecek kadar sistematik ve ciddi bir sorundur, çok yönlü mücadeleyi gerektirir. Kadın hakları, kadınların ve çocukların eğitimi ve kadınların ekonomik özerkliği başta olmak üzere pek çok alanda ortak mücadele verilmeli. Şiddete maruz bırakılanların destek mekanizmalarını artırmak önemli adımlardan biri. Kadın+, LGBTİ+ dayanışması bu konuda bir panzehir görevi görüyor. Bu dayanışmayı güçlendirmek, işlevsizleştirilmeye çalışılan platformları ve sivil topluluk kuruluşlarını ayakta tutmak çok önemli. Tüm bunları mümkün kılacak olan İstanbul Sözleşmesi’nin gereklerinin, en ölümcül ve yaygın suçlardan olan şiddeti önleyecek şekilde ülke politikası olarak benimsenmesi ve uygulanması için var gücümüzle çalışmalıyız.

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Kadın cinayetlerine üzülmek sorumluluğun üzerini ö...

Şiddet artıyor, vahşileşiyor ve hayat büyük tehlikeler anlamına geliyor hepimiz için. O nedenle ülke...

İstanbul Sözleşmesi ile başlayan kadın dayanışması...

“Şiddete dair etkin koruma mekanizmaları kurulsun, devlet bu konuda sorumlulukların tümünü alsın” de...

İl il 25 Kasım eylemleri

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Gününde kadınlar Türkiye’nin dör...