Kadının doğal yapısı itibarıyla (‘fıtratı gereği’ desek de olur) erkekle eşit olmadığı, bunun da çocuk doğurma işlevinden ileri geldiği, biz kadınlara sunulan, her daim gideri olan masallardan biridir.
Yani denir ki; kadın analığından dolayı eve kapanmıştır, çocuğuna bakması gerektiği için de kadının yeri evidir. Birincil işlevi analık ve asli yükümlülüğü ailesinin (kocasının, çocuklarının ve evdeki yaşlıların) bekası için evini çekip çevirmektir. Bu masalın mantıksal sonucu da “yuvayı yapan dişi kuş” olarak kadının tabii ki toplumsal anlamda bir “hiç”, “ikincil cinsiyet” olup erkeğin ise ekonomik, siyasal, kültürel ve entelektüel yaşamın başını çeken üstün cinsiyet olmasıdır. Herkes bunu böyle bilmelidir ve kadın eğer illa da hak aramaya kalkacaksa da talebi buna uygun olmalıdır! Eşitlik? Haşa, olsa olsa eşitsizliği içinde ‘adalet’ ve ‘eşdeğer’ talep edebilir!
İnsanlık olarak binlerce yıldır onunla yatıp kalktığımızdan ötürü bu masal elbette hayli köklü. Üstelik insanlığın –tarihinin yüzde 90’ından fazlasını oluşturan– on binlerce yıl önceki geçmişini unutturmaya pek elverişli; hele de kutsallık halesiyle taçlandırıldığı andan sonra.
Analık görevini ‘gereği’ gibi yerine getirmeyen kadınların “yarımlıkla” suçlandığı ülkemizde olduğu gibi, dünyanın birçok yerinde bu masalı sorgulamak, ona karşı durmak zorlaşmış, karmaşıklaşmıştır. Ama tüm kadınlar ezilmişliklerinin, erkeğe ve aileye bağımlılıklarının tek açıklamasının bu masal olmadığını, olamayacağını sezer; farkındadır aslında. Masalın aslına ulaşmak biraz uğraş gerektirir sadece…
AFALLATICI SONUÇLAR, HASSAS KONULAR
İnsan meraklı varlık; geçmişini de, geleceğini de kurcalar… Yaklaşık 150 yıl önce öyle şeyler olur ki, bu herkesçe kabul edilen taşlaşmış mit kökünden sarsılır.
Birbiri ardına birtakım yeni bilim dalları ve kuramlar tam o sıralarda doğmuştur: Arkeoloji, biyoloji, antropoloji, iktisat, sosyoloji… 19. yüzyılın ikinci yarısında teknik gelişmelerle ve yeni pazarlar bulma arayışının sağladığı olanaklarla tüccarlar, kâşifler, bilim insanları dünyanın dört bir köşesine yayılmıştır. Topladıkları bulgular, rastladıkları olgular afallatıcı sonuçlara varmalarına yol açar.
Ulaşılan yeni bilgiler yalnızca bizim masala değil; insanlık tarihi, dünyanın ve yaşamın tarihi, toplumsal gelişmelerde rol oynayan etkenlere dair o güne dek bilinen ve kabul gören birçok masala meydan okuyordu.
Varılan sonuçlar son derece “hassas” konulara dokunuyordu ve eski mitler sayesinde konumlarını pekiştiren egemen güçler, bu rahatsız edici keşifleri kolay kolay kabullenmek niyetinde değildi. Bunlara karşı şiddetle savaştılar, hala da savaşıyorlar. Zira egemen güçlerin, içinde yaşadığımız kapitalist toplum hakkındaki tüm gerçeği; yani onun, çalışan kadın ve erkekleri ezen ve sömüren, eşitsizliklere dayalı bir toplum olduğunu söyleyen hiçbir bilime tahammülü yoktur.
BİLİMLE DOGMANIN SAVAŞI
Eskimiş dogmalarla bilimsel buluş arasındaki ilk savaş arkeolojide yaşandı. Tevrat’a göre insanlar yalnızca kutsal bir kökene değil, aynı zamanda 5 bin yıldan az bir tarihe sahipti. Ancak arkeologların kazılarında bulunan fosil kemikler ve aletler, insan yaşamının bundan on binlerce yıl önce başlamış olduğunu gösteriyordu.
İkinci büyük savaş, Darwin’in evrim kuramı ile başladı. Darwin’in kuramı, insanın ilahi bir varlık tarafından yaratılmadığını, hayvanlar âleminden kendi kendini geliştirdiğini söylüyordu.
Üçüncü savaş, antropolojinin vardığı sonuçlar üzerinden patlak verdi. Antropolojinin elde ettiği bulgular, ilk insanların dünyasında tamamen farklı bir toplum biçiminin var olduğunu gösteriyordu. Üstelik bu toplum gerçek demokrasiye ve cinsiyet eşitliği de dâhil olmak üzere tam bir eşitliğe dayanıyordu.
Antropolojinin kurucularından Lewis Morgan’ın “Eski Toplum” kitabında aktardığı bulgular ve modern biyolojinin temelini atan Charles Darwin’in “Türlerin Kökeni” kitabıyla ortaya koyduğu evrim kuramı, Bilimsel Sosyalizmin kurucuları Karl Marx ve Friedrich Engels’in çalışmalarına da ışık tuttu. Marx, başyapıtı Kapital’de kapitalist toplumun ekonomik mekanizmalarını ortaya koyarken Engels toplumsal evrimle ilgili vardıkları sonuçları “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabında ortaya koydu.
Bilim dünyasının elde ettiği bulgular ve Marksistlerin bunlardan çıkardığı, kapitalist toplumla keskin zıtlıklar gösteren ilk insan toplumuna ilişkin sonuçlar radikal ve çarpıcıydı:
■ Üretim araçları toplumun malıydı ve topluluktaki her üye diğerleri ile eşit temelde varlık sürdürüyordu. Hâkim, sömüren, varlıklı sınıf diye bir şey yoktu.
■ Varlıklı, hâkim sınıfın yürütme kolu olarak görev yapacak ve insanları boyunduruk altında tutacak silahlı adamlara ve polis kuruluşuna sahip baskıcı bir devlet aygıtı yoktu.
■ Kendi kendini yöneten, demokratik, kadınlar da dâhil tüm üyelerinin eşit olduğu bir toplumdu.
■ İlk toplum anaerkildi, kadınlar bu toplumda etkili ve saygın mevkiler işgal ediyordu. Bir cinsin diğeri üzerinde hâkimiyeti diye bir şey yoktu. Bildiğimiz biçimiyle aile de yoktu. İlelebet var olduğu söylenen baba ailesi aslında tarihte çok geç ortaya çıkmıştı.
Fotoğraf: Flickr/ Booth Museum of Western
AİLE, ÖZEL MÜLKİYET, DEVLET
Kadının konumunun toplumsal gelişmenin çeşitli aşamalarda nasıl ters yüz edildiği başka bir yazının konusu. Biz burada bu gelişmenin belli başlı köşe taşlarına değinmekle yetinelim.
Komünal sistem 6-8 bin yıl kadar önce geniş ölçekli tarım ve hayvancılığa geçişle birlikte çözülmeye başladığını söyleyebiliriz. Tarihin o dönemecinde, uygarlığın beşiği diye adlandırılan Ortadoğu’da yeni toplumsal güçler ortaya çıktı. Bunlar, kolektif ilişkileri ortadan kaldırarak özel mülkiyete, aileye ve devlete dayalı tamamen yeni bir sistem kurdular. Toplum sınıflara (köleler ve yurttaşlar) bölündü. Üretilen zenginliklerin aslan payı, çalışan insanların büyük çoğunluğuna hükmeden ve onları sömüren ayrıcalıklı bir azınlığa gidiyordu: Tapınaklarda ve saraylarda oturan ve genel olarak tüm nüfusu yöneten rahip-krallar, soylular, savaş ağaları ve bunların maiyeti.
Köle emeğine dayalı tarım krallıklarıyla başlayan baskıcı devlet gücü, Antik Yunan ile Roma uygarlıkları ile gelişti. Böylece varlıklı sınıfın çalışan kitleler üzerindeki egemenliği süreklileşti ve meşrulaştı.
BÜTÜN GÜÇ BABAYA
Romalı hukukçular ise, özel mülkiyet ile ilgili yasaları sistemleştiren “Patria potestas”, yani ‘bütün güç babanın’ ilkesini icat ettiler. Eskiden mülkiyet ortaktı, toplumsaldı ve klanın kadın ve erkek bütün üyeleri yararına, ana klanlarından kız çocuğu klanlarına geçerdi. Bundan böyle mülkiyet “birey” olarak babaya ait olacak ve aile silsilesiyle babadan oğula geçecekti.
Tek eşli evliliği kurumlaştıran da bu yeni ataerkil sınıflı toplum oldu. Kökeninde yatan amaç, özel mülkiyetin sahipliği ve intikalinde varlıklı erkeklerin çıkarlarına hizmet etmekti. Dolayısıyla varlıklı bir erkeğin kendisine, adını alacak ‘meşru varisler’ veren bir karısı olmalıydı. Kadınlar, sahipleri ve efendileri olan kocalarına çocuk doğurmak ve hizmet etmekle görevli ev köleleri haline geldiler.
Özel mülkiyet sistemi ile birlikte doğan “aile” (familia) terimi başlangıçta bu ev köleliğini simgeliyordu. “Famulus, ev kölesi demektir, familia ise tek bir adama ait olan kölelerin tümü… Bu sözcük Romalılar tarafından yeni bir toplumsal organizmayı tanımlamak için icat edilmişti. Bu organizmanın başındaki adamın bir karısı, çocukları ve emrinde çok sayıda kölesi vardı. Roma yasalarına göre de bu insanların ölüm kalım hakkı onun elindeydi.” (F. Engels)
MÜLK SAHİPLERİNİN EVLİLİK AYRICALIĞI
Meşru evlilik ilk başta yalnızca mülk sahibi sınıflar için kurumlaştırıldı. Evliliğin sınıfsal bir kurum olarak ortaya çıkışında özel mülkiyetin oynadığı belirleyici rolün göstergelerinden biri, mülk sahiplerinin mülksüzlerin evlilik yapmalarına izin vermemeleriydi. MÖ. 300’de Atina’da yaşayan 515 bin kişinin yalnızca 9 bini evlenme hakkına sahipti.
Ortaçağ’da Hıristiyanlığın yayılmasıyla birlikte kilise, yoksullara da evlilik hakkı tanımayı uygun gördü. Böylece Hıristiyanlarla sınırlı da olsa, zenginlerin yanı sıra ‘sıradan’ insanların bir kısmı evlilik kurumuna dâhil edildi.
Evliliğin tüm sınıfları kapsaması, Batı uygarlığında, burjuva ilişkilerin gelişmesiyle oldu. Ancak bunun yasal bir hüküm haline gelmesi zaman aldı.
KUTSALLIK TACI KAPİTALİZMDEN
Sanayi kapitalizminin yükselişiyle birlikte, sanayi öncesi üretici aileleri, yerlerini kent yaşamının üretici olmayan ailelerine bıraktı. Yığınlarca yoksulun ücretli işçiler olarak sanayi kentlerine yerleşmesiyle birlikte kadınlar, daha önceki üretken konumlarını yitirerek çocuk büyütme ve ev işleriyle sınırlandılar. Ekmeği kazananın eline bakan, tümüyle bağımlı tüketiciler haline geldiler. Topluluktaki üretici rollerinden yoksun bırakılıp iktisadi bağımsızlıklarını yitirince, evlilik, bir geçim aracı olarak, kadının hayatında birinci dereceden “iş” haline geldi.
Antikçağda evlilik ve aile kurumuna özel mülkiyet sahipliği ve intikali için gerek duyulmuştu. Kapitalist toplumda ikinci bir amaca daha hizmet eder: Sömüren sınıfın elinde aile, çalışan kitleleri soymanın ek bir aracı haline gelir. Kapitalistler, böylece işçilerin refahı için gerekli tüm toplumsal sorumluluklardan kurtulmuş olur. Yoksullara, aile yükümlülüğü biçimi altında ağır ekonomik yükler bindirilirken bunu yerine getirebilmeleri için sürekli bir iş ya da yeterli bir kazanç verilmez. “Her aile kendi çabası ile yaşamalı ya da yok olmalıdır.” Kapitalizmin düsturu budur ama bunu örtmenin yolunu bulmuştur. İktisadi temelini gizlemek, başta cinsiyet eşitsizliği olmak üzere her türlü eşitsizliği, sömürüyü haklı göstermek için hem tabiat ana hem de ilahi kudret imdada yetişmiş, aile kutsal ya da doğal ilan edilmiştir.
Masalın aslı, budur!
KUTSAMA/AŞAĞILAMA
Sınıflı toplumun en belirgin özelliklerinden biri cinsiyet eşitsizliğidir. Bu eşitsizlik köleci, feodal ve kapitalist toplum boyunca süregelmiştir.
Kutsanma ve aşağılanma, kadınların eşitsiz konumlarının sürdürülmesinde madalyonun iki ayrı yüzüdür: Bir yandan doğurganlık kadının cinsel organlarından gelen biyolojik bir bela olarak gösterilir. Diğer yandan ikinci sınıf vatandaş konumlarından dolayı kadınları teselli etmek için analar kutsanır, başlarına haleler geçirilip kendilerine özel “içgüdüler”, duygular ve erkeklerin kavrayış gücünün ötesinde bilgiler atfedilir.
Kadını ikincil konuma mahkûm eden onun biyolojik yapısı ya da çocuk doğurması değil, bir sınıfın başka bir sınıfı, bir ırkın başka bir ırkı, bir ulusun başka bir ulusu ezmesine yol açmış olan toplumsal ilişkilerdir; sınıflı toplumdur.
ANNELİK HEP Mİ AYAK BAĞIYDI?
İlkel toplumda annelik hiç de ayak bağı değildi. Kadınlar çocuk doğuruyorlardı; yine de özgür ve bağımsızdılar, toplumsal ve kültürel yaşamın tam merkezinde yer alıyorlardı. Hiçbir kadın geçinebilmek için herhangi bir erkek bireye ve hiçbir çocuk bir babaya, hatta anaya bağımlı değildi. Tüm toplum her bir üyesi için gerekli şeyleri sağlıyordu ve bütün yetişkinler, toplumsal bakımdan, topluluktaki bütün çocukların “ana ve baba”larıydılar.
*Ekmek ve Gül dergisinin Ağustos 2016 sayısında yayımlanmıştır
Manşet fotoğraf: Flickr/ New York's Museum of Modern Art
İlgili haberler
Sovyetlerde eşitlik için adım adım...
Yasal düzenlemelerden, fiili eşitlik için atılan somut adımlara, eğitimden politikaya, kadınların to...
İlkel dönemden kapitalist düzene; EŞİTLİK
19. ve 20. yüzyıl kadınların kağıt üzerindeki eşitlik haklarını elde etme mücadeleleriyle imlendi. A...
Kadına eşitlik neden lazım oldu?
Bir yandan kadınlara neyi hak edip etmedikleri dikte ediliyor diğer yandan kadınların kazanımlarını...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.