GÜNÜN MASALI: Nar Ağacı, Serçe ve Mori
Siz de belki rastlarsınız onlara, biri hiç susmayan, biri de hiç konuşmayan iki kuş konmuşsa bir nar dalına bizimkilerdir onlar mutlaka...

Eğer dinlemeyi bilirseniz ve unutmamışsanız hayal kurmayı, size uçmayı bile öğretirler yordamınca...

Var mısınız Hatice Kapusuz'un yazdığı, Kevser Pehlivan'ın seslendirdiği bu iç açıcı masalı öğrenmeye?

İsteyene okumalık, isteyene dinlemelik :)


Küçük bir nar ağacının dalındaki serçe ve dalına konduğu nar ağacı tanıktı her şeye.

O zamanlar nar ağacı genç bir ağaçtı. Bir bahar günü dikilmesinin üstünden tamı tamına beş yıl geçmişti. Artık onun çiçekleri de renk katıyordu doğaya. Artık onun çiçekleri de meyveye dönüyordu. Meyveleri kurtların, kuşların, afacan çocukların ağızlarında tatlanıyor, yere düşüp ballanan meyvelerinden börtü böcek şenleniyordu. Küçük nar ağacı bu halinden çok memnundu. Büyüdükçe doğadan aldığından fazlasını doğaya verir olmuştu. Dallarının gölgesi, çiçeklerinin kokusu ve meyvelerinin lezzetiyle inanılmaz genç bir ağaç olmuştu. Çiçeklerine şarkı yazanlar, sevgilisini nar ağacına benzetenler, sevdiğine dalından bir nar koparıp hediye edenler, gönlünü daha da fazla okşuyordu. Eski tek dal fidan hallerinden eser kalmamıştı. Kendine yer bulmaya çalıştığı doğanın vazgeçilmez bir parçası olduğunu hissediyordu. Büyüyor, büyüdükçe daha çok oluyordu. Tüm bu yıllar ve olup bitenler boyunca nar ağacının can dostu serçeydi.

“Serçeler çok güzel kuşlardır. Şehirlerin küçük güzellikleridir ancak herkes onların ne kadar müthiş olduklarını, şehirlere ne kadar yakıştıklarını anlayamaz maalesef. Siz sakın serçeleri görmezden gelenlerden olmayın.”

Ama şehirlerden uzak bu iki dost birbirinin kıymetini ilk günlerden beri bilip, sevgide hiç kusur etmemişlerdi birbirlerine. Hep hakkıyla, dolu dolu sevmişlerdi birbirlerini. Nar ağacı küçük serçenin ilk uçuş denemelerine tanıktı. Serçe ise o ilk yıl zar zor açabilen ilk nar çiçeğine. Nar Ağacı serçenin ilk yavrularını biliyordu. Serçe ise ağacın üçüncü yılında dalında yetiştirdiği iki nara şahitti.

Bu iki güzellik birlikte laflamayı, vadide olup bitenler konusunda konuşmayı, insanları izlemeyi çok severlerdi. Ancak ikilinin en çok sevdiği şey küçük insanları izlemek, onlara tanık olmaktı. Vadide yeni bir bebek doğduğunda onun nasıl bir yetişkin olacağına, nasıl bir insan olacağına dair iddiaya girerlerdi. Henüz tanıklıkları biraz kısıtlıydı çünkü insan yavruları biraz yavaş gelişiyorlardı. Bir serçe yavrusu birkaç ayda yuvadan uçabilirken, insan yavrusu bırak uçmayı, yürümeyi bile 1 yılda ancak öğreniyordu. Yine de apalak topalak nar ağacının dibine gelen insan yavrularını ikisi de çok seviyordu. Küçükler büyüklerden daha iyi oluyorlardı sonuçta. Mesela çocuklarda tüm ağaçlar ve canlılar kendilerine aitmiş, onlara istediklerini yapabilirlermiş gibi davranan kibirli haller pek olmuyordu.Üstelik bu küçük canlıların hemen hepsi henüz hayallere sahiptiler.

“Bilirsiniz insanlar ikiye ayrılır, hayalleri olanlar ve hayal kurmayı unutanlar. Hayal kurmayı unutanları bilirsiniz. Sıkıcı derecede hayatın gerçekleri denilen bir şeylere inanırlar. Bu yüzden sıkıcı ve ciddidirler ve hayatları sadece insanlar üstünedir. Oysa hayal kurmayı unutmayanlar, çocukluk yeteneklerini de kaybetmezler. Bu yetenekleriyle doğayı dinleyebilir, kedilerle ve kuşlarla konuşabilir ve gerekirse başka canlılara bile dönüşebilirler. Ama maalesef bugünkü dünyamız hayal kurmayı unutmuş sıkıcı yetişkinlerle doludur. Ve yine maalesef serçemiz ve nar ağacımızın yaşadığı vadide yaşayanlar da öyleydiler.

Hayallerini unutup katı bir gerçekliğe inanan yetişkinler dünyamızda olduğu gibi bu vadide de adaletsiz bir hayat yaratmıştı herkes için. Vadideki tüm yetişkinlerin hayali vadinin baş yöneticisi olmaktı. Vadinin baş yöneticisi dediysek aklınızda iyi bir şey canlanmasın. Bu vadide baş yöneticiler herkesin hayatına karışırlar. Kim neyi sevecek, kim neyi yiyecek, kim ne giyecek hep karışırlar. Verdiklerini kimine az, kimine çok verirler. Geri kalan insanlar ise bu hale itiraz etmek yerine günün birinde baş yönetici olup diğer insanlara karışmayı hayal ederler.

Küçük insanlar hariç. Onların başka başka fikirleri, hayalleri vardır. Elbette hayal konusunda en iddialılarından biri de Mori’ydi. Mori 6 yaşındaydı ve 6 yaşındaki bir çocuk için uygun bulunan şeyleri yapmak konusunda biraz isteksizdi. O hep nar ağacının dibine uzanır, ağaçla ve serçeyle sohbet eder, bulutlara bakar, uçsuz bucaksız gökyüzünde hayaller kurardı.


O gün de gün boyu gök yüzüne bakarak hayallerinin peşinde uçurtma uçuran Mori, yıldızlar çıktığında bile oradaydı. Herkes onu arayadursun o kayan yıldızların peşindeydi. O yıldızın peşinden bu gezegene, bu yıldızın peşinden o yıldıza, şu kayan yıldızın kuyruğuna kurdele, bu yıldıza uçurtma derken orada uyuya kalmıştı.

O gece hep hayal ettiği gibi rüyasında da uçmayı denemiş ve başarmıştı. Tüm vadinin üstünde uçup göçmen kuşların peşine takılmıştı. Uçarken başka başka vadiler, yerleşim yerleri, çocuklar görmüştü. Sabah uyandığında uçmanın hafifliği ve birçok yer görmenin güveni vardı üstünde, biraz da şaşkınlığı. Yıldızların altındaki geceden sonra odasında uyanmak ise onu epey şaşırttı.

“Sonunda birisi Mori’nin meskeni nar ağacını akıl etmiş ve küçük kızı orada uyurken bulup eve getirmişlerdi.”

Kalktı, dışarı çıktı anneannesi yine her zamanki gibi erkenden kalkmıştı, ocaktaki taze sütün kokusu her yeri sarmıştı. Koşarak gidip anneannesinin eteğine sürtündü.

“Orası dünyanın en huzurlu yeriydi galiba.”

Anneannesinin her zamanki kokusuna ocağın isi karışmıştı. Kokuyu içine çekti. Seviyordu bu kokuyu. Tanıdık kokularla gelen güven duygusu içini yumuşattı. Mori sürekli uçmak üzerine hikayeler ve hayaller anlatırdı. Kimse onu ciddiye almazken anneannesi ise hiç kızmaz hep anlayan gözlerle dinlerdi.

“Anneanne sanırım hayal kurmayı unutmayan nadir insanlardandı. Unutmamıştı, ama unutan insanlarla uğraşmayı da bırakmıştı.”

Anneannesi hiç diğer yetişkinler gibi sıkıcı değildi, kelimelerle çok az konuşurdu ama konuşmadan insana ferahlık veren sohbetler ederdi. Ondan Mori en çok anneannesini severdi, bir de uçmayı, nar ağacını ve serçeyi.

Her zamanki aceleciliğiyle heyecanla rüyasını anlattı anneannesine. Rüyasında nasıl bir kuşa dönüştüğünü, nasıl uçtuğunu, gezdiği gördüğü yerleri uzun uzun anlattı. Bir yandan da kimsenin duymamasına özen gösteriyordu. Çünkü artık hayallerini başkalarına anlatmıyordu. İnsanların tavırlarından sıkılmıştı açıkçası! Uçmaya bile inanmayan sıkıcı yetişkinlerle uğraşmak, onlara laf anlatmak istemiyordu.

“İnsanın hayallerini paylaşacağı birilerinin olması önemlidir. Çünkü hayallerinizi kimseyle paylaşamazsanız günün birinde hayal kurmayı da unutursunuz. Neyse ki Mori’nin de hayallerini anlatabileceği anneannesi var.”


Anneanne rüzgar serinliğindeki sesiyle konuşmaya başladı. “Ah güzel çocuğum, bir gün sen de kuşlar kadar özgür olacaksın”. Mori anneannesinin hep bu kadar az ama çok konuşmasına şaşırırdı. Anlaşılmanın rahatlığıyla ocağa baktı. Süt kokusu karnını acıktırmıştı. Hiç bir şey söylemeden anneannesi bin yıllık bir ağaca benzeyen iyice yaşlanmış elleriyle ocağın üstünde duran sütten ona bir kase süt verdi.

Sıcak sütünü bir yavru kedi aceleciliğiyle içen Mori hızlıca ağacın dibine gitmek için hazırlanmıştı ki anne babası yolunu kesti. Ona “Hiç bir yere gidemezsin, dün bizi çok korkuttun, bu yüzden cezalısın” dediler. Mori ne dese kar etmedi. Bir hafta boyunca evden çıkması yasaktı. Üstüne üstlük artık tepeye gitmesi de yasaktı.

Mori o kadar üzüldü ki onu anlamamalarına. Ama çaresiz odasına gitti. Penceresinden tepedeki sevgili nar ağacına bakıyor, göğe bakıyor, canı sıkıldıkça bulutların peşine takılıyordu. Mori’nin düşleri vadinin sınırlarında kalmıyor, vadiler, denizler, dağlar aşıyor, kuşlarla, tilkilerle sohbetler ediyordu.

“Düşleriniz her zaman sizinledir. İstediğiniz dünyayı istediğiniz yerde kurabilirsiniz. Sizi bir odaya koyarak uzaklara yürümenizi engelleyebilirler belki ama bir yıldızın kuyruğuna takılıp veya bir bulutun üstünde dünyayı gezmenizi hatta uçarak yollar kat etmenizi engelleyemezler.”

Bir haftayı düşlerinin peşinde ülkeden ülkeye gezerek geçirdi Mori. Bu geziler ona bir şey öğretmişti. Mori bu vadide kalıp baş yönetici olma hayaliyle bir hayat geçirmek istemiyordu. Gece boyunca kayan her yıldızın kuyruğuna uçma ve özgürlük dileklerini iliştirdi.

“Kayan bir yıldızdan bir şeyi gerçekten çok gönülden isterseniz, yıldız onu gerçekleştirmek için elinden geleni yapar. Bazen gerçekleştiremeyebilirler ama genelde dileğinizi yerine getirirler.”

Ertesi sabah anne babası odasına geldiler. “Cezan bitti, umarım bundan bir ders alırsın Mori. Artık boş hayalleri bırakıp baş yönetici olmak için çok çalışmalı ve çok okumalısın.”

O sırada anneannesi odaya girdi. Oda’nın ahşap penceresini açtı. Sonra sonsuz bir huzurla Mori’ye baktı. Mori anneannesine yaklaştı. O an dünyanın en renkli iki güzel kuşuna dönüşen anneanne ve Mori kanatlanıp pencereden göğe yükseldiler ve vadiler, denizler boyunca özgürlüğe uçtular. Baskılardan ve sıkıcı hayatlarından kanatlanıp kaçmış diğer kuşlarla dost oldular.

O eski vadide Mori ve anneannesi unutuldu. Çünkü bir insan uçamayacağına göre Mori’nin ve anneannesinin de aslında hiç olmadığına inandılar, inandırdılar kendilerini. Oysa Mori ve anneannesi hala gelir konarlar nar ağacının dallarına.

Siz de belki rastlarsınız onlara, biri hiç susmayan, biri de hiç konuşmayan iki kuş konmuşsa bir nar dalına bizimkilerdir onlar mutlaka. Eğer dinlemeyi bilirseniz ve unutmamışsanız hayal kurmayı size uçmayı bile öğretirler yordamınca.

Mori: Kürtçe boncuk, Arnavutça ev sahibi anlamında kullanılıyor.

Kaynak: Evvel Zaman Söylenceleri