Başkalarının hayalleri için çalışanların duyguları
Tüm bu duyguları farklı düzeylerde de olsa aynı sınıftan olan insanlar benzer şekillerde yaşıyor, bunun sebeplerini her gün çalışma ortamımızda görebiliyoruz…

Türkiye’de tarih boyunca sınıfın yaşam koşullarına, örgütlenme pratiğine dair pek çok yazı yazılmıştır. Mustafa Kemal Coşkun’un birkaç yıl önce yayımlanan “Sınıfın Duyguları” kitabı belki konuşulan ama üzerine derli toplu pek çalışılmayan bir boşluğa odaklanıyor. Kitap ile tanışıp okumaya karar verdiğim dönem, ilk defa doğrudan üretim ilişkilerinin parçası olduğum, anlatılanları hem deneyimlediğim hem de gözlemlediğim bir zamana denk geldi. Aslına bakarsanız kitabın derdi dergimizin ismiyle ve yazıp çizdiğimiz satırlar ile birebir aynı. “Yaşamak için ekmek, ruhumuz için gül istiyoruz!” sloganı üzerine düşünüyor kitap. Çalışma yaşamına, insanın insan olma arayışına, içinde bulunduğumuz bağımlılık statüsüne dair sorular soruyor ve Türkiye’nin pek çok sanayi bölgesinden işçilerin yanıtlarını süzüyor bize.  

Duygular, eğer içsel bir sürecin ve birikimin sonucuysa aynı sınıftan insanların duyguları ve yaşama biçimlerinde de ortaklıklar ortaya çıkıyor: öfke, hınç, utanma, korku, özlem, yabancılaşma... Emeğiyle geçinen milyonlarca insan, farkında olarak ya da olmayarak hayatı benzer noktalardan hissediyor. Mesainin başlamasından 15 dakika önce, uykulu bir halde işe hazırlık yapılırken sorulan o klasik soru: “Biz ne zaman zengin olacağız da buraya gelmeyeceğiz?” Gün boyunca üretim sürecinde kullanılan dil, lavaboya gitmek ya da yemek yemek gibi en temel ihtiyaçların bile sınırlı saniyeler içinde ve izin alarak karşılanması, bu ortak duygu dünyasını şekillendiren başlıca örneklerden sadece birkaçı.

Zam dönemlerinde ölçüt olarak koydukları performans kriterleriyle işçileri bazı sınavlara tabi tutuyorlar, işçilerin aldıkları puan ile ücretlerini belirliyorlar. Yol ve yöntem iş yerine göre farklılık gösterse de, yarattığı etki bakımından ortak bir uygulama… İşçiler üzerinde “Sen tembelsin, yeterli becerilerin olmadığı için daha iyi maaş almayı hak etmiyorsun” şeklinde bir hegemonya kurmanın, yoksulluğu kişisel yetersizliklere indirgemenin yolları bunlar. Bu yüzden “Kendimi burada değersiz hissediyorum, başka bir yerde daha mutlu olabilirim” fikri genç işçilerin çıkardığı yaygın bir sonuç oluyor. Yaşı daha büyük, deneyimli işçiler sistemin adını sezgisel de olsa daha net ifade etmeye biraz daha yaklaşıyor.

“Hangimiz daha değerli?”

Kitapta bir kadın işçi, işçi olmayı “Başkalarının hayalleri için çalışmak” olarak tanımlıyor ve kendi öz değerini inşa etme sürecinde karşılaştıklarını örneklendiriyor. Bu öz değeri yaratma sürecinde karşılaşılan en yıkıcı anlardan biri, işçinin kendi ürettiği metaya ya da günde on saat başında çalıştığı makinaya kendisinden daha büyük bir değer biçildiğinin farkına vardığı anlar oluyor. Soma’da maden işçisi “Bir avuç kömür, bir insandan daha değerliydi madencilikte. İşçi bir koyun gibiydi patronun görüşünde. ‘Bir avuç kömür bir insandan daha değerli’ diyordu patron zaten” diye aktarıyor. Tersane işçisinin hayatının, kendi ürettiği gemiye kıyaslandığını ya da fabrikadaki su baskını sırasında patronun ilk refleksinin makinaları ve ürünleri korumak olduğunu gören işçilerde elbette öfke, hınç gibi duygular kendini gösteriyor.

“Çocuğu evde tek bırakıp gelmek en zoru”

Kadın işçiler için durum daha da karmaşık. Evinden, mahallesinden çıkarak üretim sürecine katılabilmek zaten bir çeşit var olma mücadelesi. Örneğin, çalıştığımız yer kadın istihdamıyla sık sık övünürdü. Ancak kadın işçilerin emeği, “eve ek gelir” olarak görüldüğü için uzun ve yorucu mesai saatlerine rağmen son derece ağır bir sömürü alanına dönüşmüştü. Kadın işçilerin duygusal olarak en ağır sınavı ise çoğu zaman küçük çocuklarını evde tek başına bırakıp işe gelmek oluşturuyordu. Tüm bu kaygıların ortasında, amir ve yönetici baskısı altında gün boyunca çalışmak, ardından eve dönüp çabalamaya devam etmek, kadın işçilerde derin bir tükenmişlik duygusuna yol açıyordu.

Tükenmişlikten mücadeleye

“İlk ustam” dediğim, çok sevdiğim bir kadın şunları söylüyordu: “Çocuğuma istediği bir şeyi alamıyorsam ben neden çalışıyorum? Binlerce liralık ürünlerden yüzlercesini test ediyorum her gün. Ama karşılığında aldığım ücrete bakıyorum, benimle alay ediliyor gibi hissediyorum. Ayaklarım her gün geri geri gidiyor işe gelirken.” Çok berrak bir öfkesi vardı bu kadının. Öfkesine biraz bilinç eklenince “Madem buradan gidemiyorum, o zaman olduğum yeri değiştirmekten başka şansım yok” diyerek sendikal mücadelenin en önüne geçmişti. Benim kişisel deneyimim açısından özel olan bu cümleleri ücretli emek sömürüsünün altında ezilen milyonlarca emekçinin ağzından farklı ifadelerle duyabilirsiniz kuşkusuz. 

Tüm bu duyguları farklı düzeylerde de olsa aynı sınıftan olan insanlar benzer şekillerde yaşıyor demiştik. Her duygu bir enerjiyi ortaya çıkarıyor ve yansıtıldığı yere doğru birbirinden farklı eğilimler ortaya çıkarıyor. Tıpkı bahsettiğim örnekteki gibi. Elbette kapitalist sistemin kendisi bu sınıf eşitsizliğinin yarattığı duyguları kontrol etmek istiyor. Bu noktada belki sınıfın duyguları ile sınıf bilinci arasındaki köprünün nasıl kurulacağını daha fazla tartışmak faydalı olabilir. Yani bir şeyleri değiştirmeye başlamaktan, her şeyi değiştirmeye çalışmaya uzanan bir köprüden söz ediyorum. Yazıyı kitabın bir notu ile bitirelim; “Eşitsiz toplumsal ilişkiler nedeniyle acı çeken ve daha eşit, özgür bir dünya için mücadele eden tüm emekçilere…”

Fotoğraf: Kitap Kapağı