Avrupa’da göçmen kadın olmak: Sessizlikten dayanışmaya, görünmezlikten direnişe
Göç, bir yer değişikliği değil; sessizce silinmek, kimliğini yeniden inşa etmeye zorlanmaktır. Göçmen kadınlar için bu, hem hayatta kalma hem de kolektif direnişin hikâyesidir.

Bir gece çıkarsın.
Nereye gittiğini bilmeden.
Dönüp bakmaya cesaret edemeden.
Evde bıraktığın her şey, çocukluğundan kalan bir fotoğraf, kitapların, sevdiğin kahve bardağı, kedin, bir dilin içinde öğrendiğin tüm kelimeler gözlerinin önünden geçer. Ama zaman yoktur.
Ayakkabılarını seçmeye bile vaktin yoktur.
Ne alacağını düşünemezsin, çünkü artık neyi alabileceğini değil, neyi bırakmak zorunda olduğunu düşünürsün. Göç, böyle başlar:
Bir kırılma anında, sessizce.
Ama bu sadece bir kadının hikâyesi değildir.
Bu, binlerce kadının ortak sessizliği, ortak kaosu, ortak yarasıdır. Çünkü göç, bir yer değişikliğinden ibaret değildir.
Göç, kendinden bir şey koparıp başka bir yere taşımaktır. Yeni bir hayat kurmak değil; eski hayatının kalıntılarını gizlice taşımaktır.
Ve kadınsan, bu yük katlanır.
Göçmen olmak görünmezleşmekse göçmen kadın olmak sesinden, bedeninden, kimliğinden vazgeçmeyi öğrenmektir. Avrupa’ya ilk adım attığında, önce sessizlik karşılar seni.
Bu sessizlik, yalnız dil bilmemekten kaynaklanmaz.
Bu, derine inmiş bir güven eksikliği, varlığını ispat etmek zorunda bırakılmanın ağırlığıdır.
Bürokrasinin soğuk duvarları, yardım adı altında seni denetleyen sistemler, sınıra adım attığın andan itibaren sana kim olduğunu unutturur. İlk geceler kamplarda geçer.
Ve orada fısıltıyla konuşulur.
Kadınlar çok az konuşur ama her kelime bir yangındır. Aynı yatakhanede, farklı dillerde, farklı inançlarda, farklı derilerde kadınlar…
Hepsinin gözleri aynıdır: Kırgın. Sessiz. Direngen.
Kadınlar birbirine hikâyelerini fısıldar:
Tecavüzü, kaybolan çocuklarını, terk edildikleri yolları, arkada kalan ölüleri. Beş yaşında, kafasında kurşunuyla gezen küçük bir kız çocuğu da vardır orada, annesinin hikâyesinin sessiz tanığı.
Ve insan zamanla anlar:
Duyduklarının altında eziliyorsun.
Herkesin sesi kısıktır ama hikâyeler bağırır.
Çünkü her kadın, başka bir kadının acısında kendini bulur. Birbirine yabancı ama birbirinin yasını tutan kadınlar vardır o kamplarda.
Biri ağlarken, öteki sessizce onun yanında oturur.
Kimse “iyi misin?” diye sormaz. Çünkü herkes bilir:
İyi olma hâli, burada mümkün değildir.
Burada iyilik değil, sadece hayatta kalma vardır.
İşte o an öğrenirsin:
Sessizlik yalnız bir his değil, bir sistemdir.
Avrupa, seni içine almaz. Seni biçimlendirir.
Ve kadınsan, önce sesini alır elinden. Ama aynı zamanda orada bir şey daha olur:
Kadınlar birbirinin hikâyesinde yalnız olmadığını fark eder.
Fısıltılar bir süre sonra bir bakışa, bir dokunuşa, bir direnişe dönüşür. Ve o anda başlar asıl hikâye:
Sessizlikten direnişe, görünmezlikten kolektif hafızaya.
Kamptan sonra bir başka bekleyiş başlar mahkeme salonlarının önünde.
Bu kez hayatın değil, kimliğin sorgulanır.
Sen bir kadınsın ve sistem senden kanıt ister:
Acını ispatla.
Kaçışını belgeyle açıkla.
İnandır. Ama nasıl anlatırsın?
Yanında çoğu zaman devletin temsilcisi olan bir avukat, karşında sistemin bürokratları.
Arada bir çevirmen olur, bazen sözcüklerini eksiltir, bazen anlamını kaydırır.
Hikâyen başka birinin cümlelerine emanet edilir ve her eksik çeviriyle biraz daha silinirsin.
“Niye şimdi geldin?”
“Niye hâlâ güçlü görünüyorsun?”
Aynı sorular farklı şekillerde defalarca sorulur.
Oysa kim travmasını bir resmi dile sığdırabilir?
Kim susarak yaşadığı on yılı cümlelerle açıklayabilir?
Sistem, başvurunu kaderin bir cilvesi olarak değil; sert ve değişmez kurallarıyla şekillendirir.
Senin başvurun, kişisel değil, politik bir değerlendirmedir.
Bazı kadınların dosyaları yıllarca bekletilir.
O yıllar boyunca statüsüzlük hayatını askıya alır.
Bazıları çocuklarının velayetini kaybeder.
Kimliği tanınmadığı için anneliği de yok sayılır.
Bazıları geri gönderilme tehdidiyle susturulur.
O tehdit, her konuşmanın arkasında asılı durur.
Sana orada kadın olduğun için değil, “yeterince mağdur” olmadığın için inanmazlar.
Duyguların, tutarsızlıkların, aksayan çevirilerin arasında kaybolursun.
Ve bir gün öğrenirsin:
Gerçek değil, sistemin sana biçtiği rol geçerlidir.
Burada hakikat değil, uygunluk değerlidir.
Senin hikâyenin tutarlılığı değil, sistemin hikâyene ne kadar tahammül ettiği önemlidir.
Ve o mahkemeden her çıktığında, yeni bir yorgunluk eklenir sana:
Kendini anlatmaktan değil, her seferinde yeniden inşa etmek zorunda kalmaktan.
Avrupa’ya gelen birçok kadın için göç, yalnızca bir yer değişikliği değil; sistematik bir sıfırlanma sürecidir.
Sadece sınırlar değil, kimlikler de geçersiz kılınır.
Diploman, deneyimin, yıllarını verdiğin mesleğin tanınmaz.
Doktor, mühendis, öğretmen olarak gelirsin; temizlik işçisi ya da bakım emeğiyle “uygun bir pozisyona” yerleştirilirsin.
Sistem seni önce sıfırlar, sonra yeniden tanımlar.
Ama bu tanım, senin kim olduğunla değil, kime dönüşmen istendiğiyle ilgilidir.
Bu sıfırlanma yalnızca ekonomik ya da mesleki değildir. Aynı zamanda kültürel, duygusal, toplumsal bir silinmedir.
Kadın olarak geçmişin patriyarkal sistem için bir tehdit olarak görülür. 
Hafızan ise itaat etmeyen, uyum sağlamayan olarak damgalanır. Sana duygusal olarak kırılgan, aşırı hassas ya da kontrol edilemeyen biri gibi etiketler yapıştırırlar. Aslında bu etiketler seni susturmak ve kontrol altına almak isteyen baskının oyunudur. 
Yaşadığın travmalar zayıflık ya da hastalık olarak gösterilir ama bu senin sistem karşıtı direncini gizlemek içindir. Dosyana düşen notlar yaşadığın şiddeti değil seni toplumsal düzenin dışına itmek için kullanılan araçlardır.
Bu kelimeler seni pasifleştirmek, yumuşatmak ve depolitize etmek için kurgulanmış bir tahakküm biçimidir.
Sadece seni susturmanın yoludur.
“Güçlü kadın” olman beklenir. Ama o güç, dayanıklılıkla değil, suskunlukla tanımlanır.
Avrupa’nın göçmen kadınlara biçtiği güç, erkek devlet aklının steril tanımıdır: Ses çıkarmazsan, işbirlikçi olursan, yutarsan, güçlüsündür.
Ama konuşursan, ağlarsan, anlatırsan tehdit sayılırsın.
Ve zamanla öğrenirsin:
Bu topraklarda ayakta kalmanın bedeli, sıfırlanmayı kabul etmektir.
Kendin olmaktan vazgeçtiğin ölçüde “uyumlu” sayılırsın.
Ama o uyum, bir varoluş değil; bir silinme biçimidir.
Silinirken kendini yeniden yaratmak için tutunacak bir dal aranır, bir destek, bir yardım. Tüm mekanizmalar tarafından yalnız bırakılınca, her türlü istismara, şiddete açık hale gelirsin. Erkeklik burada iktidarın başka bir yüzüne bürünür. 
Yerli ya da göçmen erkek de kadınların yalnızlığını, güvencesizliğini ve sistem karşısındaki kırılganlığını hızla sezer, hemen okur. 
Dayanışma ilişkisi ihtiyacı, tahakkümün, baskının, şiddetin aracı olarak kullanılır. 
Tehdit edilirsin, emeğin sömürülür. 
Kadının sınır koyması ya da itiraz etmesi, sistem tarafından uyumsuzluk ya da “psikolojik sorun” etiketiyle cezalandırılır bu, patriyarkanın göçmen kadınlar üzerindeki kontrol biçimlerinden biridir.
Göçmen kadın burada ne tam olarak temsile ulaşabilir ne de görünmezlikten kurtulabilir; sistem onu dışlar, kontrol eder ve görünmez kılar.
Buna karşı mücadele edebileceği dayanışma ağlarında, alanlarda da patriyarkanın egemen olduğu anlatıların içinde hapsolmamak için mücadele ederek var olması gerekir. 
Sosyal hizmetler, sığınma evleri, danışma merkezleri… Devletin gözetim ve disiplin aygıtlarına dönüşür. 
Kadın derdini anlatmak istediğinde çoğu zaman anlaşılmaz, sözcükleri eksik ya da çarpıtılır. Adalet talebi ise bürokratik engellerle boğulur; devlet şiddeti meşrulaştıran ve koruyan bir yapı olarak devam eder. 
Yaşadığın şiddet ve adaletsizliği görünür kılmaya çalıştığında “artık geride bırakmalısın” denir. Bu, devletin travmayı bireyselleştirip politik ve yapısal gerçekleri gizleme yöntemidir.
Oysa bizler, bu baskı ve sömürü sisteminin tam ortasında, kolektif mücadele ve dirençle yaşamaya devam ediyoruz.
Kadının yeniden bir yaşam kurması, yalnızca kişisel bir mesele değil; bir yıkımın, silinmenin, sıfırlanmanın ardından gelen uzun bir inşa sürecidir. 
Dilini, mesleğini, toplumsal itibarını, adını ve belleğini kaybeden kadın, yıllar süren bir mücadeleyle yeni bir benlik oluşturur. 
Sistemin “entegrasyon” politikaları, göçmen kadınları gerçek ihtiyaçlarından koparıp, onları uyumlu ve itaatkâr bireylere dönüştürmeye çalışan baskıcı bir mekanizmadır.
Kadına ait olan her şeyin bastırıldığı, geçmişin yok sayıldığı bir düzende kadın, yeniden başlarken yalnızca hayatta kalmaz; bütün bir sisteme karşı yeniden var olur.
Bu sistem, kadının ne yaşadığını değil, nasıl sustuğunu ödüllendirir.
Avrupa’da göçmen kadın olmak, sadece yer değiştirmek değil; sesinin parçalanması, kimliğinin yabancılaştırılması ve kendi hikâyene dışarıdan bakmaya zorlanmaktır.
Ve çoğu zaman birbirimizi uyararak yaşarız: “Fazla açılma, çok güvenme, dikkatli ol.”
Çünkü tüm bu olanlardan sonra bile hâlâ utanması gereken bizmişiz gibi davranılır.
Erkekler fail olarak değil, kadınlar “aşırı” ya da “travmatik” olarak kodlanır.
Böylece hem şiddeti yaşarız hem de o şiddeti taşıma biçimimizden sorumlu tutuluruz.
Yalnızlık, bu sistemin en kirli politikalarından biridir. Göçmen kadınları izole eden, örgütsüz bırakmak için bilinçli olarak örülen bir tuzaktır.
Hikâyelerimiz parçalanırken, sistem bizi görünmez kılmaya, hafızalardan silmeye çalışır.
Ama unutma: Her susturulan kadın, binlerce sessiz haykırış demektir.
Ve biz, o haykırışları birbirimize bağlayarak, kırılmamızı örüyor, direnişimizi büyütüyoruz.
Konuşmak artık sadece cesaret değil, politik bir eylemdir.
Sözümüzü geri çekmediğimiz, susturulmaya direnç gösterdiğimiz her an; bu düzenin dişlilerini bozar, tahakkümünü sarsarız.
Rosa Luxemburg’un dediği gibi:
“Özgürlük, yalnızca ayakta durmak değil, dayanışmayla var olmaktır.”
Biz bu dayanışmayı kurdukça, gerçek özgürlük adım adım önümüze çıkar.
Avrupa bizi kurtarmıyor, yeniden biçimlendiriyor.
Ama biz bu oyuna razı değiliz. Sadece hayatta kalmak istemiyoruz; özgürleşmek ve köklerimizi yeniden bulmak istiyoruz.
Ve özgürleşmek, bir kadının diğerine “yalnız değilsin” demesiyle başlar.
Bu sözler, yalnızca teselli değil, kolektif bir direnişin kıvılcımıdır.
Konuşun!
Sanatla, yazıyla, sokaklarda, mahkemelerde…
Her yerde sesimizi yükseltin.
Kurumsal zorbalığa, erkek devlet şiddetine, politik ihmal ve ötekileştirmeye karşı lafınızı esirgemeyin.
Nefesinizi kesmek isteyenlere, ciğerlerinizi sökerek karşılık verin.
Ne kadar yalnız görünürsek görünelim, biz birbirimizle güvendeyiz.
Bu hikâyeyi de yalnız sen yaşamadın.
Birlikte varız, birlikte direniyoruz, birlikte kazanacağız.

Görsel: Canva Pro Yapay Zeka

İlgili haberler
Almanya'da göçmen ve mülteci kadın olmak: Ne güven...

20 Haziran Dünya Mülteciler Gününde Almanya Göçmen Kadınlar Birliğinden Sevinç Sönmez konuğumuz. Göç...

Çöl Çiçeği: Somali’den İngiltere’ye göçmen bir kad...

Çöl Çiçeği filminden söz ediyorum. Waris Dirie’nin kendi hayat öyküsünü yazdığı aynı isimli kitaptan...

Umut için yola çıkan göçmen kadınlar

Türkiye'de yaşayan göçmen kadınlar yaşadıkları barınma ve sömürü sorununu, maruz bırakıldıkları yoks...