Doğa talanına, ucuz emek sömürüsüne karşı mücadeleye
'Mücadeleler doğrudan doğruya tekelci kapitalizme; doğayı ve emeği birlikte tahakküm altına alan düzene karşı sınıfsal ve anti-tekelci bir hatta birleşebilir.'

AKP iktidarının hiçbir döneminde, çevre, enerji ve maden alanlarında bu kadar yoğun, bu kadar arka arkaya ve bu kadar pervasız yasa değişiklikleri yaşanmamıştı. Her bir düzenleme aslında aynı temel hedefe kilitleniyor: Metalaştırılmamış tek bir metrekare kalmasın; “kamulaştırma” adı altında el koyma hızlansın; yabancı tekellerle onların yerli ortaklarının kâr ve rant hırsının önünde en ufak bir hukuki pürüz bile kalmasın.

Kamuoyunda “süper izin yasası” olarak bilinen son torba yasa da bu niyetin en güncel tezahürü. “Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak”, “yeşil dönüşüm”, “yerli ve milli enerji” gibi yaldızlı ambalajlarla servis edilen bu yasa, gerçekte emperyalist ülkelerin tekelci burjuvazisinin ihtiyaç duyduğu hammadde ve enerjiyi Türkiye’nin dağından, deresinden söküp alma işini daha da kolaylaştıran bir düzenleme. Ucuz, denetimsiz, sömürüye açık ve yasal direnç noktalarından arındırılmış bir kaynak coğrafyası yaratmak: Asıl mesele bu.

Yasa gündeme gelir gelmez maden ve enerji şirketlerinden art arda övgü dolu açıklamalar geldi. Türkiye Madenciler Derneği ve TÜPRAG Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Yılmaz’ın şu sözleri, ne bir fazla ne bir eksik, bütün bu düzenin iştahını özetliyor: “Türkiye, bu kritik minerallerin bazılarında önemli rezervlere sahip olmasına rağmen, bunları yeterince etkin bir şekilde değerlendirememektedir.”

İdeal çöp coğrafya

“Türkiye, bu kritik minerallerin bazılarında önemli rezervlere sahip olmasına rağmen, bunları yeterince etkin bir şekilde değerlendirememektedir.”

Yani? Yani yabancı maden şirketlerinin yerli ortaklarının gözünde Türkiye, üstünde hâlâ kazma vurulmamış dağları, direnen köylüleri ve ne kadar budansa da “dur” diyebilen yasalarıyla, olması gerektiği kadar hızlı ve kârlı bir şekilde sömürülememektedir. Başta köylü kadınların öncülük ettiği yerel mücadeleler olmak üzere farklı toplumsal kesimlerden yükselen tepkiler, bu rejimin genişleme temposunu yer yer sekteye uğratıyor. Akbelen’den Fındıklı’ya, Cerattepe’den İkizdere’ye toprağına sahip çıkan yerel halk, sermayenin “sessizce kazma” arzusunu her defasında bozuyor. Yılmaz’ın başında bulunduğu Kanadalı Eldorado şirketine bağlı TÜPRAG, yasa Meclisten geçer geçmez soluğu Fındıklı’da aldı. Keşif faaliyeti başlattılar. Ama köylüler, ellerinden aldıkları taş numuneleriyle birlikte onları da araziden uğurladılar.

Peki, zaten Türkiye’nin dört bir yanına çöreklenmiş maden şirketlerine ne yetmiyor? Aldıkları teşvikler, vergi indirimleri, bürokratik kolaylıklar…Bunca imtiyaza rağmen neden hâlâ yasa çıktıktan sonra bile “yetmez ama evet”1 demeye devam ediyorlar?

Türkiye’de maden ve enerji alanlarında yaşanan hızlı değişim, yalnızca maden şirketlerinin doymak bilmezliğiyle açıklanamaz. Mesele daha büyük: Bu, dünya ölçeğinde yeniden şekillenen emperyalist maden ve enerji rejimlerine Türkiye’nin hızlandırılmış entegrasyon süreci. “Kritik mineraller” etrafında şekillenen bu yeni küresel iş bölümünde Türkiye’ye biçilen rol, artık iyice açığa çıkmış durumda: Ucuz hammadde tedarikçisi, kuralsız sömürü bölgesi ve çevresel yıkımın artıklarını depolamak için ideal bir “çöp coğrafya.”

Avrupa Birliği ve ABD sermayesi, Çin’e karşı yürüttükleri hammadde savaşında Afrika, Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya’dan oluşan devasa bir “süper bölge”yi kendi çıkarları doğrultusunda seferber etme peşinde. Türkiye de bu “jeostratejik avantaja sahip” ülkelerden biri olarak pazarlanıyor. Nitekim, topraklarının %63’ü maden ruhsatlarıyla kaplı bir ülke olarak Türkiye, cazip bir sömürü kataloğu.

Bu tabloda Maden Kanunu’nda yapılan son değişiklikler de boşuna değil. Artık Cumhurbaşkanlığı kararıyla “stratejik maden” ilan edilen bölgelerde, acele kamulaştırma adı altında doğrudan şirketlere arazi tahsisi yapılabilecek. Yani yasa, doğrudan şirketin kazmasını yasanın imzasına çevirmiş durumda. Tüm bunlar ise ne yerli ne milli: Bu saldırı dalgası, Avrupa Birliği’nin “Kritik Hammaddeler Yasası”yla, ABD’nin “Green New Deal” projeleriyle ve Çin-Rusya hattına karşı kurulan stratejik hammadde hatlarıyla birlikte okunmalı.

Bağımlı bir kapitalist ülke olarak Türkiye, bu yeni düzende ucuz hammadde tedarikçisi ve sermaye dostu, esnek bir hukuk rejimiyle; hem ucuz emek sömürüsünün hem de çevresel talanın önünü açan bir sömürü “cennet”i olarak konumlandırılıyor.

Acele kamulaştırma, acele sömürü

Bu kadar acele edilmesinin bir diğer temel nedeni ise Orta Vadeli Program (OVP) ve 12. Kalkınma Planı’yla birlikte önümüze konan sözde “yeşil dönüşüm” sürecidir. İklim krizine karşı alınmış bir önlem gibi sunulan bu süreç, gerçekte kapitalizmin kendi krizinden çıkmak için başvurduğu bir yeniden mekânsal örgütlenme hamlesinden ibarettir. Yani: yeni pazarlar yaratmak, yeni rant alanları açmak ve ucuz emeği daha da derinlemesine sömürmek.

Bu çerçevede Türkiye, hem emeğin hem de doğanın son derece ucuzlatıldığı bir coğrafya olarak sermaye için adeta bir vaha niteliği taşıyor. Türkiye burjuvazisi bu durumu, geç kalınmış bir küresel entegrasyona kapı aralayan bir fırsat olarak görmekle kalmıyor; aynı zamanda kâr maksimizasyonunun sınırsız bir güzergâhı olarak da değerlendiriyor.

Durum böyle olunca, sermayenin talepleri de ardı arkası kesilmiyor: Daha fazla teşvik, daha az denetim, daha çok ayrıcalık. Son dönemde çıkarılan yasa düzenlemeleri işte bu bağımlılık ilişkisini hukuki zeminle perçinliyor. “Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak” gibi aldatmaca iddialarla meşrulaştırılan her bir adım, aslında hem yerli hem yabancı sermayeye daha da büyük imtiyazlar tanıyor. Bağımlılığı azaltmak bir yana daha da derinleştiriyor.

Üstelik sadece içerideki kaynaklar yetmiyor olacak ki, bir yandan Afrika ülkeleriyle yapılan anlaşmalarla ucuz hammadde arayışı genişletilirken; diğer yandan Türkiye’nin kendi maden sahaları, saray rejiminin ve bürokratlarının komisyoncu aracılığıyla emperyalist tekellere adeta pazarlanıyor.

Bu nedenle karşımızdaki tablo, ne yalnızca ilgili köyleri ilgilendiren yerel bir sorun ne de salt bir çevre meselesidir. Bir bütün olarak ülkenin bağımlılığını kalıcılaştıran ve alın teriyle geçinen tüm emekçilerin yaşamını ilgilendiren, geleceğini gasbeden katmanlı bir saldırı programıdır. Bu yüzden, bu saldırının durdurulması, yalnızca köylülerin ya da yaşam alanı savunucularının omuzlarına bırakılabilecek bir mesele değildir.

Kadınlar en önde: ‘Toprağımı da, ekmeğimi de vermem!’

Peki, bu kadar kapsamlı ve çok katmanlı bir saldırı dalgası karşısında —emperyalist kapitalizmin farklı coğrafyalarda emek ve hammadde sömürüsüne dayalı olarak kurduğu birikim rejimine nasıl bir toplumsal tepki yükseliyor?

Cerattepe’de biber gazına rağmen vazgeçmeyen, Fındıklı’da derelerine sahip çıkan, Akbelen’de ağaçlarına tutunan, İkizdere’de iş makinesinin önüne oturan, Yırca’da zeytin ağaçlarını savunan köylü kadınlar... Elbette bu yeni bir şey değil. 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında HES ve JES projelerine karşı kırsalda gelişen ilk büyük direnişlerden bu yana, kadınlar hep ön saftaydı. Kadınların bu direnişlerde en önde yer alması, sanıldığı gibi sadece kültürel ya da simgesel sebeplerle açıklanamaz. Kadınların öne çıkışı doğrudan maddi, sınıfsal ve toplumsal nedenlere dayanıyor. Çünkü kırsalda toprağın çoraklaşması, suyun kirlenmesi, ormanın kesilmesi demek, sadece ekolojik yıkım değil; aynı zamanda mutfağın boşalması, geçim kaynaklarının yok olması, kadınların sırtlandığı yaşamın yerle bir edilmesi demektir. Kırsalda hayatı döndüren, üretimi ve yeniden üretimi omuzlayan çoğunlukla kadınlardır.

Akbelenli kadınların da söylediği gibi, çevredeki birçok köy zaten yok edilmiş durumda. Erkeklerin önemli bir kısmı ya kentte çalışıyor ya da maden ve santrallerde ağır, güvencesiz işlerde çalışmak zorunda bırakılıyor. Başta “düzenli iş” olarak sunulan sömürge madenciliği, çoğu zaman ölüm, hastalık ve yas getiriyor. Toprak kuruyor, su kirleniyor, hava zehirleniyor. Bu yıkımın tüm yükünü ise yine kadınlar taşıyor: hastalara bakan, yas tutan, geçimi sırtlanan onlar oluyor.

Bu yüzden doğa talanı yalnızca toprağa değil, kadınların emeğine, geçim araçlarına ve yaşam üzerindeki karar hakkına da yönelmiş bir saldırıdır. İzmir Tire’ye bağlı Başköy’de jeotermal enerji santraline karşı direnen kadınlar da bunu açıkça dile getiriyor. Yetiştirdikleri ürünleri pazarda satarak 'erkeklerden para istemek zorunda kalmadıklarını' ifade eden kadınlar için, santralin tarım arazilerine el koyması ekolojik bir yıkımın ötesinde, ekonomik bağımsızlıklarına yönelmiş bir saldırı anlamına da geliyor.1 Akbelen’den Tire’ye, İkizdere’den Amasra’ya kadar kadınların dile getirdiği sözler, doğayla özsel bir yakınlıktan değil; bizzat yaşamla, emekle ve geçimle kurdukları maddi bağlardan doğuyor:

“Zeytin bizim ekmeğimiz.”

“Ben cebimde paramla istediğim gibi alıyorum, yiyorum, içiyorum; bunu benim elimden niçin almak istiyor devlet?”

“Ben ekonomik olarak eşime bağlı değilim. Kendim anamdan babamdan kalan zeytinimi gidiyorum, işliyorum.”

Çelişiyor gibi görünen çıkarlar aslında birleşik bir mücadelenin zemini mi?

Peki, yazının başında vurguladığımız bu katmanlı saldırı karşısında neden santrallerde, madenlerde, fabrikalarda ve iş yerlerinde, bölgesel düzeyde de olsa, işçilerin ve köylülerin mücadelesi birleşemiyor?

Maden ve enerji şirketlerinin yarattığı yıkıma karşı yürütülen direnişlerde sıkça tanık olduğumuz bir tablo var: Köylüler ile maden ya da termik santrallerde çalışan işçilerin karşı karşıya getirildiği anlar. Akbelen direnişi, bu çatışmanın en görünür örneklerinden biri. Kadınlar “Ormanımı, toprağımı vermem” diyerek yaşam ve geçim alanlarını savunurken; şirketler ve sendikal bürokrasi el ele vererek işçileri “ekmek kapısı” söylemiyle bu direnişin karşısına konumlandırıyor. Böylece sermaye, köylülerin yaşam hakkı ile işçilerin güvenceli iş talebini birbirine zıt çıkarlar gibi sunuyor.

Oysa şirketler önce köylünün geçim kaynaklarını ortadan kaldırıyor; ardından sundukları tek seçenek ise güvencesiz, sendikasız, sağlığı tehdit eden ve günden güne tüketen bir “ekmek kapısı” oluyor. Solmuş ciğerler, meslek hastalıkları ve her an işten atılma korkusu, işçilerin gündelik gerçeğine dönüşüyor. Bu yıkımın arkasında ise kâr ve rant uğruna kol kola yürüyen üçlü duruyor: yabancı tekeller, onların yerli işbirlikçileri ve tüm bu sömürüye zemin hazırlayan saray rejimi!

Peki hiç ışık yok mu? Var!

Tekelci kapitalizme karşı birleşik mücadele

Akbelen’de toprağını, zeytinliğini, suyunu savunan köylü kadınlar ile İzmir’de TPI Composites fabrikasında düşük ücretle, güvencesiz ve sağlıksız koşullarda çalışan kadın işçilerin mücadeleleri, sözde “çıkar çatışması”nın maskesini düşürüyor.

Amerikan tekeli TPI’de rüzgar türbini kanatları üreten kadın işçiler, “karbonsuz ekonomi” ve “yeşil dönüşüm” adı altında, KOAH, astım ve diğer meslek hastalıkları pahasına çalıştırılıyor. Temiz enerji yalanıyla emeği ucuza sömürülüyor; solunum yolu hastalıklarıyla, güvencesizlikle ve sağlıksız koşullarla baş başa bırakılıyor. Diğer yanda ise, “kirli enerji” adına toprağına, suyuna ve yaşamına el konulan köylü kadınlar direniyor.

Ucuz emek ve hammaddeye dayalı birikim modeliyle genişleyen tekelci kapitalizmin her halkasında patlak veren bu direnişler, yalnızca Akbelen ya da TPI ile sınırlı değildir; Queen Tarım işçilerine ve memleketin dört bir yanında cirit atan yabancı tekellere ait fabrikalarda süren grevlere kadar genişleyen ortak bir mücadele zeminine işaret ediyor.

Bu mücadeleler doğrudan doğruya tekelci kapitalizme; doğayı ve emeği birlikte tahakküm altına alan düzene karşı sınıfsal ve anti-tekelci bir hatta birleşebilir. Bu buluşma bugün tam anlamıyla gerçekleşmiş değil; ancak potansiyeli, önümüzdeki dönemin en stratejik mücadele olanaklarından birini barındırıyor.

Enerjide dışa bağımlılığa karşı çıkmak; yalnızca toprağını korumak ya da iş yerinde nefes alabilmek için değil, aynı zamanda sendikalı, güvenceli ve sağlıklı koşullarda insanca yaşamak için verilen ortak bir mücadeledir. Kamu kaynaklarının sermayeye peşkeş çekilmesine, doğanın ve emeğin birlikte metalaştırılmasına, yerli-yabancı tekellerin el birliğiyle yürüttüğü bu talan düzenine karşı durmak, bugün her zamankinden daha zorunlu ama aynı zamanda daha da mümkündür.

Ve işte bu mücadeleler, eğer birleşebilirse — Akbelenli köylü kadınların, termik santral işçilerinin, TPI’de çalışan kadın işçilerin mücadele hatları gerçekten ortaklaştırılabilirse — o zaman bu topraklarda ne yerli, ne Kanadalı, ne Amerikalı tekeli... Vız gelir, tırıs gider!

‘Bir karış toprağımızı bile vermeyeceğiz’

Hatice Engin
Balıkesir

Cennetin tanımı bu olsa gerek, demiştik yol boyunca. Bolluğun, bereketin tepeden tırnağa yeşile dönmüş cömertliğiydi gördüğümüz manzara. Ormanları, balıklı dereleri, adım başı çeşmeleri, kestane ağaçlarıyla Madra tarifsiz güzeldi.

Maden için yapılıyordu yollar. Her taraf toz toprak içindeydi. Kepçeler, ağır yüklü iş kamyonları, ormanlık alanda kesilmiş ağaçlar, madenin daha başlangıç aşamasında doğaya yaptığı tahribatın yanı sıra, Madra’ya yapılacak büyük ihanetin boyutlarını ortaya koyuyordu.

Aradan üç yıl geçti.

Köye geldiğimizde, tüten sobadan çıkan dumanının genzimizi yakan kokusu karşılamıştı köy kahvesinde bizi. Açık pencerelerden dolan temiz havaya eşlik eden çay ve ortamın samimiyeti, sohbeti koyulaştırmıştı.

Faaliyete geçen madende çalışan gençler, kahvenin en uç köşesindeki büyük masada oturmuş lafa söze katılmıyorlardı ama konuşulanları dikkatle dinliyorlardı. Yaşlıların yüzünde, yılların yorgunluğunun yanı sıra, anlatılana karşı duyulan kaygı vardı. Madenci sahipleri önlerindeki sigara paketini göstererek, “Maden bundan daha az zarar verecek size” demişlerdi başlangıçta. Havaya, toprağa karışacak zehirden, derelerinin kurumasından, hastalıklardan bahsetmemişlerdi onlara. “Derelerde balık tutardık” derken çok değil; üç beş sene önceden bahsediyordu kapıya yakın oturan bir köylü. Maden sahasını genişletmek isteyen şirket, şimdi de meraları boşaltmalarını istemişti onlardan.

Cami duvarının dibindeki bankların önünde toplanmıştı köyün kadınları. Serpiştiren kara ve ayaza inat dağılmamışlardı. Gelen jandarmaya, “Vermeyiz meramızı” diye itiraz etmişlerdi. Budakları düzeltilmiş kalın bir ağaç dalına yaslanmış Gülsüm, uzaktan görünen cehennem çukurlarına, çoraklaşmış yamaçlara bakarak, “Dedelerimin mezarı burada” diyordu. Gülsüm, gelin gelmişti bu yaylaya. Kaç koyunu doğurtmuş, kaç kuzuyu kavuşturmuştu annesinin süt dolu memesiyle. Yayladaki çeşmeden su taşımıştı güğümlerle de omuzları yara olmuştu. Kuzularla beraber büyütmüştü kendi kuzularını bu dağlarda.

Doğrulurken bir eliyle de ağrıyan beline güç verdi. Başından kaymak üzere olan yün şalını düzeltti, “Nereye gideriz bu saatten sonra” diye düşündü. Köyünden gayrı, her yer yabandı onun için. Zeytin ağacına ilişti gözü. Soluklandığı gölgeydi, aştı, bereketti. Kimin eli, vicdanı keserdi?

Silahın namlusunu doğrultan jandarmaya “Biz düşman değiliz” diye bağırdı. Kaşlarını çattı, “Vermem” dedi inançla.

“Bir karış toprağımızı bile vermeyeceğiz” dediler kadınlar hep bir ağızdan.

İşte o an Madra’da ses sese karıştı, bulut oldu, yağmur oldu düştü dağlara. Toygar kuşu dile geldi, kekliğin kanadı titredi, deli burçak yandı, döndü ağladı.

Efelendi oğullar. Yazmasındaki oyaya umudun adını yazdı kızlar.

Kuşandı direnci dağlar Madra’da.

‘Taş ocağı büyümesin, hayat küçülmesin!’

Elif Akçanerik
Aydın-Söke

Akçakonak köylüleri olarak yıllardır doğayla iç içe, toprağımızı ekip biçerek, zeytinimizden geçinerek yaşıyoruz. Ama bugün bu yaşam doğrudan tehdit altında. Çünkü köyümüzün hemen yakınındaki taş ocağı, şimdi kapasite artışına giderek evlerimize kadar yaklaşmak istiyor.

Zaten yıllardır ocağın tozuyla, gürültüsüyle boğuşuyoruz. Üstüne bir de kapasite artışıyla bu tehdidin evimizin içine kadar sokulmasına asla sessiz kalamayız. Bu yalnızca çevresel bir sorun değil; bir yaşam hakkı meselesidir.

ENT Madencilik’in yapmak istediği bu genişlemeye karşı tüm köylüler olarak bir araya geldik. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne verdiğimiz dilekçeye gelen cevapta sürecin devam ettiği ve topladığımız imzaların dikkate alınacağı belirtildi. Bu, bizlere sesimizin duyulduğunu gösteriyor. Ama biz sadece duyulmak değil; dikkate alınmak, yaşam alanlarımızın korunmasını istiyoruz.

Köyümüzde birlik ve dayanışma var. Taş ocağının tozuna karşı direncimiz, bir arada oluşumuzda. Biz bu mücadeleyi doğamız, sağlığımız ve geleceğimiz için sürdüreceğiz. Bu sürecin sonuna kadar takipçisi olacağız.

Sesimizi Ekmek ve Gül aracılığıyla duyuruyoruz: Biz haklıyız, biz güçlüyüz, biz bir aradayız. Taş ocağı büyümesin, hayat küçülmesin!

Fotoğraf: Evrensel