“Yine mi kız doğurdun!” al yanaklı güzel bebeğin, babasıyla henüz kundaktayken ilk tanışmasında kulaklarında çınlayan ilk sesti bu. Ve hissettiği ilk ıslaklık o anda yanağına damlayan annesinin gözyaşı olmuştu.
Bir kadının daha, tahmin edilebilir iç sıkıntılarına, bir kız çocuğunun daha gelecek yaşantısının beklenen sonuna şahitlik etmenin acısını yaşadı ebe, lohusa kadına bakım yaparken. Ne dese boştu, adı “baba” olan bomboş cahil adama. Sustu. Kasvet bulutunun üzerine kapıyı kapatarak 14 numaralı odadan ayrıldı. Kendi derdi ona yetiyordu.
Böylelerini 30 yıllık meslek hayatında çokça görmüştü. Çok kez cinsiyet oluşumunu anlatmaya çalışmış, bebeklerinin sağlığı için baba olarak yapılması gerekenlerden bahsetmiş, en sonunda yine kendini, cahil kocalara karşı kadınların hakkını savunurken bulmuştu. Ne elde etmişti peki? Üç beyaz kod davası…
Bu suçun sadece, biraz önce eşine psikolojik şiddet uyguladığının belki de farkında bile olmayan o adama ait olmadığını, toplumda ve ailede erkek egemenliğini ve cezalandırılmayan suçlarla şiddeti teşvik eden siyasi iradenin bir sonucu olduğunu içinden haykırırken telefonunun çalmasıyla irkildi. Arayan, kızı Umay’dı.
Beklediği çağrı sonunda gelmişti. Buruk hüzün bulutunun arasından ışıyan umut parçacıklarıyla, sesine neşe kılıfı giydirerek telefonu açtı. “Alo, canım kızım…”
“Başardım anne, kurtuldum!” Umay ağlıyordu ama bu gözyaşları, yılmadan mücadele etmenin zaferi; azmin, kararlılığın gücü, her şeye rağmen dimdik ayakları üzerinde durabilmenin haklı gururuydu.
Üç yıl boyunca iş yerinde birlikte çalıştığı avukat ile 10 ay önce evlenmiş, ikinci aydan sonra sanki evlendiği adam gitmiş, yerine başkası gelmişti. Kıskançlık bahanesiyle, tecavüz de dahil birçok baskıya maruz kalmış, içinde bulunduğu koşullarda şiddet mağduru olmasını kendine bile zor itiraf etmiş ve süreci fark edip boşanmaya karar verdiğinde, şiddetin boyutunu idrak edilemeyecek seviyeye çıkarabilen biriyle evli olduğuyla yüzleşmişti.
Hakaretler, tehditler, aşağılanma, işyerinde mobing, darp…Tüm bu acıları, gözlerinde sönen yaşam enerjisinden anlamasa, annesiyle bile paylaşamazdı. Ama artık kurtulmuştu! Tek celsede boşanmıştı.
Gözünden damlayan yaşı hızlıca sildi. Kızıyla her zaman olduğu gibi gurur duyuyordu. İçinde, böyle insanlar yetiştirilmesine zemin hazırlayan toplumdan, cezasız bırakarak şiddeti meşrulaştıran adalet sistemine kadar, benzer hikayelerde rol alan herkese ve her şeye duyduğu dindirilemez bir öfke ateşi vardı ama en azından biricik kızının bu karanlık kuyudun hayatta kalarak çıkabilmiş olması öfkesini, sevinç rüzgarıyla bastırıyordu.
“Seninle gurur duyuyorum Umay, yarım saat sonra çıkıp yanına geliyorum, bunu kutlamalıyız!” dedi.
Yaşam mücadelesinde “yalnız anne, kocasız komşu, yetim kız, kaldırımda yalnız yürüyen kadın, sokağa çıkan gebe, otobüste ayakta giden bayan, gece dışarıda olan kız, kadın kiracı, şort giyen genç kız, sesli gülen kadın…” birçok yaftaları olmuştu bugüne dek. Kimi üzüntü, kimi öfke, kimi tedirginlik, kimiyse korku veren o etiketler… Umay’ın an itibariyle nur topu gibi yeni bir sıfatı olmuştu: “Dul”.
“Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri, becerileri olan.” biri değildi Umay. TDK’ya göre kadın değil miydi yani? Hoş artık kadın olsa da “tarlayı düz al, kadını kız al” atasözünün TDK’ya göre “tarla alacak kimse bayırdan, engebeli yerden değil düz yerden almalıdır, evlenecek erkek de dul kadın değil, kız almalıdır.” açıklamasına göre hayatını yapayalnız geçirmek ve bir zamanlar yine TDK’nın dediği gibi dul kadın olarak eşi olmadığı için toplumun koymuş olduğu kuralları, kaçınmaları uygulamak zorundadır (!)
Dilin, bir toplumun zihniyetinin ayna gibi yansıması olduğundan bihaber politika yapıcıların, dantel gibi işledikleri cinsiyetçi, ataerkil, feodal ögelerin, gençlerin hatta çocukların birbirine her köşe başında savurduğu küfürlerde birer ilmek olduğunu ve yıllar içinde bu ilmeklerin şiddetin en örtüğünden, kanlısına, insanlığı yok eden birer örtüye dönüştüğünü fark etmek bu kadar zor olmasa gerekti.
14 numaralı odadaki hastanın dosyasını doldururken, yine düşüncelere dalmıştı. Al yanaklı bebeğin isminin ‘Umay’ olduğunu görünce irkildi. Hemen saate baktı. Hızlıca formasını çıkarıp üstünü değiştirdi. Çantasındaki küçük hediye paketini kontrol etti. Arabasına atladığı gibi yola düştü.
Hep gittikleri restoranda Umay ile buluştukları anda gözyaşları sel oldu. O selde coşan dalgalar, batan gemiler, yüzen kağıt kayıklar, zıplayan yunuslar vardı.
Kadehlerini tokuştururlarken hediyesini açtı Umay. İçinden turuncu bir fular çıktı. Bugün, 25 Kasım'da, annesiyle kol kola, göğsünü gere gere katılacağı o yürüyüşte takacağı, ona dimdik başından sonra en çok yakışacak olan aksesuardı bu.
Fotoğraf: Ekmek ve Gül
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.