İçinde renkler yüzen bir mektup
“içine koca bir dünya sığdıran bu mektup düştü yoluma bugün. heyecandan konuşamadan aradım selma’yı… göğsümde deli bir kuş.. dedim; bunu paylaşmak istiyorum”

benim mektuplara olan düşkünlüğümü yakınlarım bilir. ama iyi yazılmış mektuplara...

içine koca bir dünya sığdıran bu mektup düştü yoluma bugün. heyecandan konuşamadan aradım selma’yı… göğsümde deli bir kuş.. dedim; bunu paylaşmak istiyorum. bütün klavye sorunlarına teker teker çalışırım izin verirsen. bugün işler de bana yardım etti. eczanede oturdum işi gücü bırakıp; selma’nın bu özel mektubunu redakte etme imkânı verdi bana. bir de çizik seçtim çizdiklerimden, bana çok uydu gibi geldi bu küçük kız.

ama şimdi çizsem selma’yı rengarenk bir kadın çizmem gerekir içinden renkli nehirler geçen... buyurun özel bir mektup ve ne çok milleti içinde sevecenlikle birbirine iliştiren...

selam dima..

uzun zamandır paylaştıklarına bakıyorum hani beni de etkilemiyor değil… aslında sen nerelisin dediklerinde barış manço’nun bir şarkısı vardır ya hani “hey arkadaş memleket nire?” dedim ya, “yahu şu dünya benim memleket” dolanır dilime dünyalıyım deyiveririm... lâkin insanın bir de doğduğu, büyüdüğü topraklar vardır. kokusunu içine çektiği, rengini, acısını, sevincini ruhuna kattığı. şairin dediği gibi; “gökyüzü gibi hep yanında taşıdığı çocukluğu vardır insanın”...

ben de babamın makinist olmasından kaynaklı sarıkamış’ta doğmuşum. trenlerin, faytonların, kızakların, gaskaların izleri hep hayatımda saklıdır. orda geçti çocukluğum… itiraf etmeliyim ki sahip olduğum bütün renkleri o topraklara borçluyum. akardiyonu sevişim bundan... çerkesleri, kürtleri, alevileri, terekemeleri, azerileri, malakanları... sarıkamış’ta millet bahçesi vardı. içinde sartur oteli... bizim evimiz tam da kolordu mahallesi’ndeydi... çocukluğum o millet bahçesi’nde çam kokularının arasında geçti. koza kokusu… yağmur yağdığındaki toprak kokusu… semaverdeki çay kokusu… tıpkı çocukluğumuz gibi… öyle masumdu ki her şey. insanlar güzel… ekmek kokusu güzel… ermenilerden kalma bir evimiz vardı. tavanda kuş kabartmaları… duvarlara gizlenmiş ama bizim bir türlü çözemediğimiz koca koca kazanlar vardı. sonrasında öğrendik meğer onlar soba görevi görüp evi ısıtırmış.

kapı komsularımız vardı. gever teyze çalışkan bir kürt kadınıydı. inekleri, koyunları vardı. ben annemlerden gizli kaçıp gever teyze’ye giderdim; daha yedi yaşlarındayım... hayvanlarıyla aynı yerde yaşıyordu gever teyze. içeri girdiğimde o koku bana hep güzel gelirdi. yanan kuzine sobasının üstündeki sütün tadını hayatım boyunca unutmadım. kuşlarını severdim. körpe danalarını… severdi beni gever teyze… belki de kürtleri sevmeyi o zaman öğrendim...

tam karşımızda cok güzel bir evde oturan çerkezler vardı; çok güzel insanlardı. temiz ve çok güzel giyinen... evleri de çok güzeldi... iki katlı ahşap bir ev… belli ki o da ermenilerden kalmıştı. upuzun kocaman pencereleri vardı… ahşaptan merdivenleri… küpür dantelden perdeleri... masada yemek yenildiğini ilk defa onlarda görmüştüm. öyle güzel kokardı ki mutfakları, onlara her gittiğimde başka bir dünyadaymışım gibi gelirdi. benim okula giderken hiç kitabım yoktu. onların kızı ilkokulda benim arkadaşım olduğu için onu beklerdim her gün. kendi dersini bitirince kitabı alıp bizim eve gelir, bana verirdi, ben ertesi gün geri verirdim. “hokkuri” adında bir çorbaları vardı; onlarda yediğim… onların evinde bana kibarca ikram edilen yemeklere borçluyum bugünkü lezzet keşfimi... biraz da kibarlıklarını bulaştırdılar bana. çerkezleri sevişim bundan...

sonra bir diğer komsumuz daha var; onlar aleviydiler… “onların yemeği yenmez” derdi annem… “evleri pis kokar” derdi... oysa ben yasakları delmeyi severdim. kaçıp kaçıp onlara giderdim. yapma çiçekleri vardı odalarında. başlarında almanya’dan getirdikleri renkli eşarpları… rengarenk elbiseleri… evlerinde hep müzik olurdu... türküler söylenir, radyo çalınırdı hep. öyle sıcaktılar ki bugün müziği bu kadar çok sevmemi onlara borçluyum belki…

sonra bir gudo teyzemiz vardı. yazın odunluklarına kuzine soba kurardı. üzerinde işkembe pişirdiğinde ben kendimden geçerdim. köyden ara sıra gelen ve türkçe bilmeyen bir annesi vardı gudo teyze’nin.. başında kofik, en renkli güllü çiçekli kat kat elbiselerini giyerdi. her tarafında boncuklar… ben bayılırdım...gittiğimde hemen saçımı okşar “keçê” derdi bana “gel yanıma otur…” “keçê” kız demekmiş ķürtçe. alnının tam ortasında bir işaret vardı... dizinin dibine otururdum başımı okşardı susarak. işte belki de kürtlerin acısını anlamayı o gün öğrendim...

ama çocukluğumda bile hep biliyordum; dünya bu kadardan ibaret değildi... vardı uzaklarda dağların arkasında başka şehirler, başka hayatlar... gel zaman git zaman ortaokula geldiğimde solcu abilerle tanıştım liseye giden… yeşil gocukları vardı... ve favorileri olan uzun saçları… onlardan öğrendim solcu abilerin iyi, sağcı abilerin kötü olduğunu. artık hiç bir şey eskisi gibi olmadı... avuçlarıma sonsuza kadar taşıyacağım bir yıldız bırakmışlardı. bedelini ağır ödeyeceğim, ama asla vazgeçmeyeceğim…

ortaokul birinci sınıftayken halk eğitimde müzik etkinlikleri oluyordu. folklora ve kafkas müziğine deli oluyordum. hiç gitmediğim kars’tan bir grup gelmişti bir gün… kafkas dansı yapan adam aynı zamanda bateri çalıyordu... üzerinde uzun siyah bir pardösüsü vardı hiç unutmuyorum... saçlar uzun, inanılmaz yakışıklı bir adam. ilk aşık olduğum adam… öyle güzel bir adamdı ki anlamıştı benim o’na hayranlığımı. o günden beri hep devrimcileri sevdim. ilk felsefemi o’nunla yapmıştım hayata dair. bana “git bir gün buralardan” dedi. “sen buralara ait değilsin.” ben çocuktum, o koskoca adamdı… masumiyetimin hakkını vermişti bana. yüzüme gülüp beni hiç utandırmadı. en son oyununda beni de yanına aldı, çok güzel kafkas oynuyordum çünkü. o gün o’nunla oynarken uçtuğumu falan sanmıştım. kars’ta alpaslan lisesinde öğretmendi... adresini vermişti bana. çok da güzel devrimci bir sevgilisi vardı.

uzun zaman sonra bir gün buralardan gideceğimi yazmıştım... o da bana “özgürlüğün seni rahat bırakmayacak zaten” demişti. işte bu yüzden devrimcileri ve uzun saçlı adamları hep sevdim. sonrasında cezaevinde olduğunu öğrendim… dahası anılarımda kaldı...

Not: KitapEki.com yazarı Aynur Uluç yazılarında büyük harf kullanmamayı tercih etmektedir.

İlgili haberler
Artık başkaldıran bir Mizgin var

Mizgin Ekmek ve Gül'ün değiştirdiği, Ekmek ve Gül'ü değiştiren kadınlardan biri. Onun hikayesi, bugü...

Kadın dayanışması bana güç veriyor

Daha önce yazdığı mektuplarla tanımıştık Nazlıyı. Kocaeli Kadın Dayanışma Derneği üyesi Nazlı derneğ...

Simurg, nam-ı diğer Zümrüdü Anka

Bir hikayedir okuyacağınız, yaşamın tam orta yerinden. Mücadele eden, direnen, yaşamı kuran, kendini...