Bu yazının sınırları içinde, 22 Kasım 1976 yılında yitirdiğimiz Sevgi Soysal’ın Tante Rosa, Yürümek isimli romanlarıyla Yeni Ortam gazetesinde yayımlanan yazılarına değinilecek.
Sevgi Soysal 30 Eylül 1936 tarihinde Alman kökenli bir annenin ve Selanikli mimar bir babanın çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Altı çocuklu bir evde büyüyen Soysal, çocukluk ve gençlik yıllarını babasının işi nedeniyle Ankara’da geçirir. Ankara Kız Lisesini bitirir. Ardından da Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji bölümüne kaydolur. Ancak Özdemir Nutku ile evlenince eğitimini yarıda bırakarak Almanya’ya gider. 1969 yılında diplomasını Arkeoloji bölümünden alır. 19
60’lı yıllardan itibaren Soysal’ın Dost, Yelken, Ataç, Yeditepe, Sinema-Tiyatro gibi dergilerde öyküleri yer almaya başlar. Bir yandan da çeviriler yapan Soysal’ın 1962 yılında ilk öykü kitabı olan Tutkulu Perçem yayımlanır. 1964’de TRT’de radyo programları hazırlar.
Anneannesi ve teyzesinden esinlenerek yazdığı Tante Rosa isimli eseri 1968 yılında Dost yayınlarından çıkar. Yayımlandığı yıl pek de anlaşılmaz roman. Rosa’nın kocasını ve çocuklarını terk edişi, kutsal aileyi/anneliği alt üst edişi, yılmadan yaşamla mücadelesi, sorgulayışları elbette şüphe uyandırır edebiyat çevrelerinde. Tante Rosa döneminin çok ilerisinde, özel alanı, kadın olmayı, dünyayı politik hale getiren devrimci bir anlatıdır. Vurgulanmak istenilen yerlerin özellikle tekrarlandığı, sesi de olan bir metindir söz konusu olan. Tante Rosa’nın at cambazı olamama hikâyesinden başlayarak her macerası dışarıda bırakılma halidir. Rahibe okulunda musluktan zamansız kana kana su içmesi onu arzularına gem vurmayı başaramayan, içini öldüremeyen günahkâr bir kız yapar. Vücuduyla arasına mesafe koymasını, ondan utanması gerektiğini ve yasakları öğrenir: “Tante Rosa rahibe okulunda vücudunun kötü bir şey olduğunu öğrendi. Yıkanırken soyunmak yasaktı. Gömlekle yıkanılıyordu. Bir gün yine koşarken düştü. Rahibeler yarasını sarmak için de olsa, kara çorabını çıkarmasına izin vermediler. Yara iltihaplandı. Schwester Maria, Rosa’ya, Tanrı’nın onu cezalandırdığını, vücudunu unutmayı, içini Tanrı’ya adamayı, arzularını sindirmeyi bilmediği için yarasını iyileştirmediğini söyledi. Rosa ağladı, mavi gözlü yakışıklı İsa’nın böylesine kindar bir Tanrı’nın oğlu olamayacağını düşündü ve dualarında Meryem Ana’dan İsa’nın gerçek babasını sordu. Kralı sordu ona.” (Sevgi Soysal, Tante Rosa, İletişim Yayınları, 2005, s.24)
Zamansız ve çok yemek yemek de vücuduna zarar verdiği için kötü bir şeydir, kurallara aykırıdır. O ise yemek yemeyi sever: “Mutfağı severdi, orda atıştıracak şeyler buluyordu. Yemek düşkünlüğünün kötülüğü belletilmişti ona, ama mutfağı seviyordu, midenin doygunluğunu seviyordu” (s.26). Rahibelerin yaptığı çöreklere yetiştiği yerden (Bavyera) öğrendiği biçimiyle, doğallıkla “oğlan çükü” dediği için rahibe okulundan atılır.
Yaşamın içine balıklama dalar ve izin verildiği ölçüde kendini arayışının hikâyesi böylelikle başlar. Seviştiği adamdan hamile kalır, “piç kurusu doğurmamak için” evlenir. Kocasıyla evlendikten sonra istemeden sevişir. Üç çocuk doğurur ve kilise, kutsal aile, kasaba baskısına dayanamayarak aile ocağını terk eder. “Kilise, papaz, koca, hizmetçi aforoz yarışı” (s.37) yaparlar.
Tante Rosa bir kez daha yollara koyulur; yine evlenir, kocası ölür. Mezar temizleyiciliğinden, pansiyonculuğa, helâ temizleyiciliğine, kasiyerliğe kadar pek çok iş dener; kovulur, şiddet görür. Yılmaz, her seferinde silkinir, ayağa kalkar, yine yoluna devam eder. Bir gün aynanın karşısında pörsüdüğünü, eskidiğini fark eder. Ancak, niçin eskidiğini kavrayamaz. Bilmesi gerekir ki yeni Rosa’yı bunun üzerine kurabilsin. Yorulur Rosa ve takati kalmayınca dünya değiştirir. Küllerinden yeni Rosalar doğsun diye bu dünyayı terk eder.
ROSA’NIN SORULARI TIKIRINDA GİDEN DÜZENLE UYUM SAĞLAYAMAZ
Rosa’ya rahibe okulundan başlayarak öğretilenler, evini terk edişinin, orospuluk yapmak istemesinin şaşkınlıkla karşılanması toplumun istikrarını sağlamak içindir. “Vatan, din, aile” üçlüsünün birlikte hareket etmesi aralarındaki dengenin bozulmaması gerekir. Bu düzene çomak sokan bireyler toplumun kıyısına atılır. Sevgi Soysal’ın metnini sıra dışı yapan ve de güçlü kılan işte bu üçlü arasındaki dengenin yerinden oynatılması, değiştirilmesi ve yerle bir edilmesidir. Rosa’nın düzenin bir parçası olmayı istemekle birlikte ona sunulanları kabullenmeden önce hep sorular sorması, öğretilere karşı çıkması, samimiliği, tek başınalığı ve kendi düzenini kurma çabaları tıkırında giden düzenle uyum sağlayamaz.Kimi eleştirmenlerce ilk romanı sayılan Yürümek; büyüme sancısı, cinsellik, kendini keşfetme, bastırılma/bastırma, aile ve evlilik kurumu eleştirisi, sorular soran ve sordurtan bir romandır. İlk baskısı 1970 yılında yapılan romanının kaleme alınış nedenlerini, itkisini şöyle dile getirir Sevgi Soysal: “Seviyordum ‘yürümek’ sözcüğünü; ilerlemeyi, değişimi, durdurulmaz oluşumları gözlemeyi. Kavradıklarını, belki özümleme zorluğundan, kusanlardandım; oturmuş, ufak bir roman yazmıştım. Her attığı adımı ilerleme sanan, bu nedenle biraz erken ve çabuk yorulan bir kadının, yanlışlara yanlış ad koya koya vardığı labirent içinde, duyduğu kaçınılmaz bunalımları, belirli ve sağlıklı kurallar içinde değişen doğayı, sağlam durumlar ortasındaki bireysel çırpınışların anlamsızlığını, o zamanlar bildiğim ve anlatmak istediğim daha birkaç şeyi sığdırmıştım bu kitaba; sığdırmak istemiştim. Elâ’nın onu bıraktığım yürümek noktasında, ilerlemenin gerçek anlamını kavrayacağını umarak.”(1)
1970 yılında TRT sanat ödülleri yarışması başarı ödülünü alan roman, 12 Mart 1971 Muhtırasından sonra TRT’nin komünistliğini ispatlamak için delil olarak kullanılır. Sevgi Soysal, 1971 yılında açılan bir kamu davasıyla hayvanlarla cinsi münasebeti övücü nitelikte yazmaktan, “müstehcen neşriyat” yapmaktan yargılanır; kitap toplatılır; ancak 1974 yılında kitap ve yazarı, romanda işlenen konunun 1803 sayılı Af Kanununa girdiği gerekçesiyle beraat ederler.
Sevgi Soysal’dan aktaralım:
“Hayvanlarla cinsi münasebeti övücü nitelikte... Bozkırlar, Karadeniz, Karadeniz’deki ölü balıklar, Tirebolu miskinliği, karıncalar, Yenişehir çocukları, tavşanlar, kirpiler, tereyağ yemeyen Şenel, asma kökleri, Memet’in erkeklik gururu, fareler, şeytanı mızraklayan Aya Yorgi, sürgünleri kemiren sincaplar, Memet’i kahreden genelev, kemirmekten bıkmayan porsuk, iyi yemek yemesini bilmeyen biriyle yatmayacak kadar iyi terbiye görmüş olan Elâ, aslında insandan korkan kurtlar, Hilton Oteli’nde geçen balayı, bereketli topraklarda serpilen haşhaş tohumu, hastahane hademelerinin gözünde bir hiç olan yüzbinlerin doğumu, ölümden daha çabuk çoğalan hamam böcekleri, amansız ayrık otları, bir sinek ölür gibi gerçekleşen boşanma, deri değiştiren yılan, Elâ’nın bir türlü patlamayan bombası, Elâ’yla Memet’in sevişmesi, bozuk musluktan akan sular, İmroz, yaşlı Rum’un boğulan keçisi, her şeyden soyutlanması mümkün olmayan mutluluk, tükenmişin üstünde çoğalanlar, geri dönen som balığı, nüfus kâğıtlarının, banka ve aile cüzdanlarının yanına bırakılan cümleler, yürümek, dönüp bakmamak arkaya... Bunlar, bütün bunlar işte, uzayın belirsiz yerlerine ışınlanmış, terk etmişlerdi romanımı.” (2)
‘SEVDİĞİNİN GÖZLERİNE ÖZGÜR BİR DÜNYADA BAKMAYI DÜŞLER’
Yürümek’de erkeklik ve kadınlık durumlarına ilişkin oldukça ipucu vardır. Mehmet’in erkek olmak için geneleve gitme/gidememe öyküsü, erkeklerin cinsellikleri, kavgaları, silahla ve arabalarıyla olan ilişkileri (araba yıkayan erkek motifi üzerinden s.23), Rıdvan üzerinden çizilmeye çalışılan işyerindeki egemen, hegemonik erkek figürü vs. Elâ ise sürekli kendiyle, çevresiyle, etiketlerle, dayatılan kurallarla derdi olan birisidir. Anneliği (s.92), alışkanlıkları (s.104), ilişkilerini (s.127, 129), özgürlüğü kısıtlayan telleri (s.143–144, 145) her daim sorgular, algılarını açık tutar; sevdiğinin gözlerine özgür bir dünyada bakmayı düşler (s.147–148). Kalabalıklar içinde yalnız kalmaktan korkmaz (s.150) Başının çaresine bakar kalabalıkta. (s.153). Ona göre “yalnızlık gelecektir, o beceriksiz başlangıcında yalnızlık gelecektir. Bunu büyütmemek, başı sonu belli bir çocuk hastalığı gibi beklemek, kızamık gibi, suçiçeği gibi…” (s.142). “Oluş” demişken romanda şu can alıcı soruyu sorar Elâ: “İleri akan ırmak döner mi geriye? Denize karışmış su geri dönebilir mi?” (s.149). Yalnızca som balığı dönmeye çalışır büyük güçlüklerle kendi doğduğu yatağına ama o da dölünü bırakır ırmağın kaynağına ve kaynaktan yeni som balıkları ırmakla birlikte coşar, denize varırlar.
Sevgi Soysal’ın yaşamını 12 Mart süreci derinden etkiler. Yürümek isimli romanı müstehcenlik gerekçesiyle toplatılır; tutuklanır ve solculuk damgası yüzünden TRT’den ayrılmak zorunda kalır. Sonrasında sekiz aylık bir tutukluk dönemi daha geçirir; ardından iki buçuk ay da sürgüne gönderildiği Adana’da kalır.
Tante Rosa ve Yürümek isimli romanlarının peşi sıra gelen gazete yazılarında romancı kimliğinin ardından Soysal’ın yeni bir bakış geliştirdiğini, eski kimliğinden, arayışından uzaklaşarak, sürgündelik haline bizi ortak ettiğini görürüz. Soysal’ın iç dünyasının da yansıdığı gazete yazıları Adana sürgünü sırasında Güneyden Mektuplar başlığı altında Yeni Ortam gazetesine yazdıkları arasında yer alır.
SOYSAL’IN KAHRAMANLARI HEPİMİZİN AKLINI, ZİHNİNİ AÇAR
Güneyden Mektuplar’ın (Der: İpek Şahbenderoğlu, Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri, İletişim Yayınları, 2015) Yeni Ortam’da 28 Ekim 1972 tarihinde yazmış olduğu ilk yazısında “turist” olmadığını/olmak istemediğini/öyle anlaşılmak istemediğini vurgular. Güney’in şehrini tanımak, anlamak istemektedir. “Yürümeye” başlar. Biz de onunla görmeye, duymaya başlarız 1970’li yılların Adana’sını. Yürürken gördüklerini, duyduklarını, tanıklıklarını, onda kalanı, kimi zaman Ankara Merkez Cezaevinin anımsayışlarını okuyucuyla paylaşır. O tatlı mizahi dilinden de bizi mahrum bırakmaz. Çukurova radyosunda geçen “Güney sanaaaaayi!” reklamına “ Ulan enayiiii!” mısrasını eklemeyi unutmadığını bize de fısıldar. Güneyden Mektuplar’da Güllü, Fadime gibi kadın mahpusların hikâyelerini de öğreniriz. Dışarıda ya da içeride olmayı aynı anda yaşamaktadır Soysal. Dışarıdadır ama içeridedir ve sürgündedir aynı zamanda. Aklı içeride mahpusta olandadır. Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında mahpushanedeki tanıdıklarının aklına gelenin “af ne zaman çıkacak” olduğunu unutmayan ve hatırlatandır. Kutlamalardaki bandoda yedi yaşlarında, çıplak ayaklı bir simitçi çocuğun simit satmayı unuttuğunu, bandoya ayak uydurduğunu görendir. Adana’daki lüks kebapçıların kebaplarının “efendi ve turist” midelerine göre yapıldığından acı olmadığını ama gerçek Adana kebabının acılı olduğunu bilendir. Bu arada kebabın tadını bilmeyen mevsimlik Kürt işçilerini hiç unutmayandır. “Çukurova’da ırgatlıktan dönen, Türkçe konuşmayan kadın “vatandaşlar”, Adana-Karataş otobüsünü durdurdular. Pamuk toplama savaşından paylarına düşen bir çuvallık pamuk ganimetini bağıra çağıra otobüsün tepesine yerleştirmeye çabalıyorlardı. Burunlarında küpeler vardı. Yanaklarında, çenelerinde, alınlarında, yıldız biçimi, siyah dövmeler vardı. Kimisinin ağzında göstermelik altın dişleri vardı, bazısının güzel sürmeli gözleri vardı ama bu yüzlerde yoktu Akdeniz. Hiç görmemiş bilmemişlerdi Akdeniz’i. Urfalıydılar. Kimse onlara Akdeniz’i anlatmamıştı. Otobüse tıkıldılar, şoför muavininin öne yürümelerini yasaklaması üstüne, arkada düşe kalka yola koyuldular” (s.45).Seyhan Nehri’nin öte yakasında bulunan halkın verdiği isimle Öte-Yaka’nın yoksullarını anlatır bir başka yazısında Soysal. İlkokul birinci sınıf öğrencisinin yazı defterine “Baba bana yaş günü pastası al” dan başka bir cümle yazmayışını aktarır. Çukurova reklam spikerinin sesinden “Türk yuvalarının çağdaş konfor düzeyini” işitirken “işçiler, ırgatlar kimdir onlar” diye haykırır. İnşaat işçilerinin, evlatlık kız çocuklarının, tecavüze uğrayan, çocuk yaşta evlendirilen kızların “haklarının nerede” olduğunu sorar.
Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti isimli romanını hapishanede yazar. 1975 yılında 12 Mart’ı eleştirdiği romanı Şafak, 1976 yılında hapishane anılarını kitaplaştırdığı Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu yayımlanır. 22 Kasım 1976 tarihinde yakalandığı kanser hastalığından kurtulamayarak İstanbul’da yaşamını kaybeder.
Sevgi Soysal’ın kahramanları hepimizin aklını, zihnini açar. Rosa hiçbir engelden yılmayan, yaşamın içinde her daim kendini arayan, “başarısızlıklarından” deneyim biriktiren devrimcimizdir. Elâ’nın ise anneliği, alışkanlıklarımızı, özgürlüğümüzü engelleyenleri sorgulaması bizi biz kadınları diri tutar. İnatla yılmamamızı, vazgeçmememizi söyler iki roman kahramanı da. Soysal yürümemiz için yolumuzu açar; yeniden, usanmadan yeniden başlamak için irade göstermemizde bu yolda Elâ ve Rosa bize hep eşlik eder.
(1-2): http://www.bianet.org/biamag/biamag/128686-bir-romanin-hatirati
İlgili haberler
Tante Rosa kadın futbol takımıyla sahnede
Futbol erkek işidir diyenlere inat sahaları bırakmayan kadın futbolcular sahnelerin tozunu da attırd...
DEVRİMİN KADINLARINA BİR İADE-İ İTİBAR ÇALIŞMASI:...
Tarih boyu kadına yüklenen “annelik” rolünü reddeden, eril iktidarın sunduğu “kadınlık” hallerini el...
Gülten Akın: Deli kızların sesini çoğaltan şair
“Erkek dilli” şiir geleneğine devrimci bir tutumla dur diyen Gülten Akın kendinden sonra gelecek “de...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.